Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (69): Peker’in iddialarını bu sefer muhalefet neden sahiplendi?

Organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in iddiaları Türkiye’nin gündemine oturdu. “Adını Koyalım”da Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Peker’in iddialarını tartıştı.

Yayında şu sorular üzerine duruldu:

  • Peker’in iddialarını bu sefer muhalefet neden sahiplendi?
  • İstifaların devamı gelir mi?
  • Peker seçimlerin kaderini etkiler mi?

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım” ile karşınızdayız. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la yine bir konuyu ele alıyoruz. Bu haftanın konusu Sedat Peker olayı. Arkadaşlar, merhaba.

Burak Bilgehan Özpek, Kemal Can, Ayşe Çavdar: Merhaba.

Ruşen Çakır: Şimdi, Sedat Peker daha önce bayağı bir popüler olmuştu; ama şimdi, Sedat Peker’in videolarını yaptığı zamanlardan daha farklı bir döneme denk geldik. Çünkü ilk defâ muhâlefet partilerinin neredeyse hepsi olaya dâhil oldular, suç duyurusunda bulundular. İstifâ da oldu bir tâne: Adı geçen isimlerden, hem Cumhurbaşkanı danışmanı hem de AKP yöneticisi Korkmaz Karaca iki görevinden de istifâ etti. Başka birtakım beklentiler de var. Ve bu arada Sedat Peker yeni birtakım iddialarla olayı sürdüreceğe benziyor. Bir de tabiî seçime iki ay kala yapacağını söylediği videolar var, henüz o video aşamasına gelmedi. Burada yeni olan ne? Söyledikleri mi? Yoksa kamuoyunun buna verdiği tepki mi? Yoksa bütün bunlara bağlı olarak seçimlerin yaklaşıyor olması mı? Bunları biraz konuşalım. Ayşe, seninle başlayalım. Burada farklı olan ne? Yoksa hiçbir şey farklı değildi de sâdece insanların tepkilerini mi farklılaştı? Ne oluyor? Sen nasıl okuyorsun?  

Ayşe Çavdar: Muhâlefetin bir şekilde kendine güveni gelmiş gibi görünüyor. Çünkü Sedat Peker’in açıklamalarının bir sonuç yaratabilmesi için o açıklamaların bir şekilde bir siyâsî irâdeyle birleşmesi gerekir. Bu birleşmeden, Sedat Peker ile siyâsî irâdenin birleşmesinden bahsetmiyorum. Orada zâten dağılmış bir birlik var belli ki. Ama bu iddiaları bir şekilde işleme koyacak, şimdilik devlet katında değilse bile siyâsî işleyişte işleme koyacak, bunlarla siyâset yapacak bir güce ihtiyaç vardı. Benim anladığım kadarıyla muhâlefet bir şekilde kendine güvenmeye başlamış olmalı. Bana enteresan gelen, iktidârın da çıkıp, “Yahu muhâlefet, sen ne yapıyorsun? Sedat Peker’le iş yapıyorsun” vs. dememesi. Demek ki oralarda başka türlü birtakım bilmediğimiz şeyler olsa gerek diye düşünüyorum. İkinci bir neden de, muhâlefetin bu defâ güveni diyeceğim –özgüveni değil ama güveni– bir şekilde güçlenmiş olabilir; çünkü öğrenen ahâlinin Sedat Peker’e inandığı anlaşılıyor. Bunun için de yeterince sebebi var ahâlinin elinde. Çünkü Sedat Peker bir iddiada bulunuyor. “Eğer isterseniz yalanlayın” diyor. Yalanlandığı zaman da arkasından ya belgesini ya da videosunu falan gösteriyor. Geçen seferki video taarruzunda karşı karşıya kaldığımız bir şeydi bu. Dolayısıyla ahâlinin Sedat Peker’e inandığını fark etmiş olmalı. Bir üçüncü sebep daha var: Mevzûnun Sermaye Piyasası Kurulu’yla ilgili olması. Dolayısıyla doğrudan doğruya yalnızca Saray’ın ya da İçişleri Bakanı’nın, devletin içerisinde bir şeyle değil; onun dışında, sermâyeyle ilgili bir durum olması da muhâlefetin elini harekete geçmekte kolaylaştırmış olabilir. Dolayısıyla böyle bir yeni vaziyet var. Bir farklılık daha var; dördüncü bir farklılık daha saymak lâzım. Geçen seferlerde, işte, Süleyman Soylu ile Mehmet Ağar’la falan uğraşıyordu. Bunlar ve bunların devletle ilişkileri daha eski târihlere uzanan birtakım şeyler. Bu defâ doğrudan doğruya Saray’ı hedef aldı, Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresini hedef aldı. Dolayısıyla Erdoğan açısından ve Saray’ın işleyişi açısından bir başka farklılık daha var bence. Bunun muhâlefetin bu işi ciddîye almasıyla bir alâkası olduğunu düşünmüyorum. Ama Saray açısından böyle bir farklılık var. Ben biraz da şuna gitmek istiyorum: Yani farklılık, bence geçen sefere nazaran hikâyenin bu sefer bir de dolma dönemine gelmesi var; yani enflasyon inanılmaz yükselmiş vaziyette, insanlar zor geçiniyorlar. Ve yurttaşlar açısından hayâtın her alanında bir azalma, bir geriye çekilme mevzûubahisken, oralarda, Saray civârında bu kadar büyük paraların bu kadar rahatlıkla dolaşıyor olması, ahâlinin de bu işe daha büyük tepki göstermesine sebep olmuş olabilir. Dün akşam bu programa hazırlanmak için “Sokak Kedisi” adlı Youtube kanalında 51 dakikalık bir sokak röportajı serisi izledim. 16 Ağustos’ta çekilmiş; yani son açıklamaları değil, bu ay başından îtibâren Sedat Peker’in yaptığı ifşâlara, attığı tweet‘lere inanmayan bir kişiye bile rastlamadım. Yani ehli AKP de vardı orada. AKP’yi destekleyen seçmenlere de tesâdüf etmişti sokak röportajı yapan arkadaş; ama onlar da, kestirip atmayı tercih ediyorlardı ya da birtakım mâzeretler bulmayı tercih ediyorlardı. Yoksa Sedat Peker’den haberdarlar ve üstelik söylediklerini de inandırıcı buluyorlar. Fakat birisi çok acayipti: “Yani devlet böyle kurulmuş, AKP ne yapabilir ki?” diyordu meselâ. “Devlet böyle kurulmuş. AKP ne yapabilir ki?” Dolayısıyla orada farklı bir şekilde yankı bulduğu anlaşılıyor. Benim dikkat çekmek istediğim bir şey daha var — belki Burak’la Kemal de sonra katılırlar buna: Bu toplam hikâyenin ne gösterdiğiyle ilgili, devletle ilgili, devletin işleyişinde neyi gösterdiğiyle ilgili. Bu defâ çünkü çok acayip bir şey görüyoruz bence. Osmanlı’da İltizam Sistemi bir de Mansıb Satışı diye bir şey vardır. Mansıb Satışı daha çok 2. Abdülhamit döneminde oluşan bir hikâye. İltizam Sistemi de Tımar Sistemi’nin, Dirlik Sistemi’nin bozulmasının ardından, bozulmasına paralel olarak 16. yüzyıldan îtibâren, ikisi de esâsında devletin –devlet aygıtının kendisinin, yani toplam ülkenin değil– devletin kendi işini görebilmek için nakde sıkışmasıyla ilgilidir. Şimdi, bu sefer Sedat Peker’in yaptığı ifşânın, bu nakde sıkışmanın yarattığı bir yeni düzenden ya da düzendeki bir bozulma biçiminden bizi haberdar ettiğini düşünüyorum. Bunun da tartışılması kıymetli bir şey olduğunu düşünüyorum. Mansıb Satışı şu demek: Devlet memûriyet satıyor, tâyin satıyor. Yani rüşvet veriyorsunuz devlete, veya devlete bir miktar para veriyorsunuz ve sizi önemlice bir yere aktarıyor. Hattâ Mehmet Genç’ten okudum makaleyi, biraz benzerlik kurduğum için: İşte, bankerlerden yüklüce para alıp, şuranın kadısı, buranın sancak beyi vs. gibi atanmak isteyen paşalar var. Peki niye yapıyorlar bunu? Çünkü gittikleri zaman ahâliye eziyet ederek, ahaliden topladıkları rüşvetle o açığı fazlasıyla kapatacaklar. Sanki Saray civârında böyle bir şey olmuş gibi geliyor bana. Yoksa Serkan Taranoğlu gibi istifâ eden iki kişi var. Esâsında, Taranoğlu da yanlış hatırlamıyorsam Saray’da danışmanlık yapıyor, Korkmaz Karaca da öyle. Bu iki kişiyle de devletin ne işi olur? Erdoğan’ı geçtim, “Devletin ne işi olur?” sorusu ciddî bir soru. Yani o devletin bir işi olabilecek insanlar gibi, kimseler gibi durmuyorlar çünkü. “Saray’daki pozisyona nasıl geldiler? Niye geldiler? Hangi ilişkilerle gelmiş olabilirler?” sorusuna benim içgüdüsel olarak verdiğim cevap bu Mansıb Satışı. Yani Saray’daki nüfûzun bir şekilde bu insanlara, danışmanlara, yakın çevrede bulunanlara filan neredeyse kiralanmış olması diyebilirim. Eğer böyleyse, ciddî bir vaziyetten bahsediyoruz. Hem o Saray’ın kurgusunu yapanların nakit ihtiyâcından, böyle bir ilişki kurgulandığından bu nakit ihtiyâcının devletin nakit ihtiyâcından ayrı bir ihtiyaç olduğundan bahsediyoruz. Hem de aslında, Cumhurbaşkanlığı Sistemi dediğimiz bu rejimin mânâsı konusunda yeni perspektifler görmüş oluyoruz. İkinci olarak, İltizam düzeni buna da biraz benziyor. Orada, vergi alacağı bölgeleri kiralıyor. Vergi toplayıcılar bir yıllığına ya da birkaç yıllığına ahâliden alabildikleri kadar götürüyorlar. Sanki bunlar yeniden bir şekilde, hani devlet nizâmı olarak, orada devletin başında kimler varsa onlar, bu tür ayrıcalıkları pazarlayarak güçlerini sürdüren kimseler hâline getiren bir düzen kurulmuş gibi geliyor. Bence bu seferki ifşâların kriminal boyutunun dışında, yani rüşvet, yolsuzluk vs. ile yapılan kriminal boyutunun dışında kurulan bu Cumhurbaşkanlığı rejimindeki devlet sisteminin içeriğinin nasıl oluşturulduğu ve bunun bize neleri çağrıştırdığı konusunda da bir yeni boyutu var. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Evet Burak, seninle devam edelim. İkinci turda şunu konuşalım istiyorum: Bu tür iddialara gösterilen tepkilerin önümüzdeki seçim sürecine etkisi olup olamayacağını, siyâsî sonuçlarını ikinci turda konuşalım. İlk turda bu farklılık meselesinden devam edelim. Burak, sen ne düşünüyorsun? Meselâ daha önce, biliyorsun Halkın Kurtuluş Partisi suç duyurusunda bulunmuştu, değil mi? Yanlış söylemeyeyim adını; onun dışında bu Peker iddiaları hakkına suç duyurusu yapan kimse yoktu; belki bireysel olarak birileri yapmıştır. Ama şimdi, Pazartesi günü partiler kuyruğa girdi. Hem Altılı Masa partileri, hem Altılı Masa dışındaki Zafer ve Memleket partileri benim saydıklarım, başkaları da olabilir. Bu başlı başına bir şeylerin değiştiğini gösteriyor galiba. Bir de istifânın gelmesi… Sen nasıl okuyorsun? Burada yoksa her şey aynı da, toplum mu değişiyor? Bilmiyorum yani, nasıl bakıyorsun? 

Burak Bilgehan Özpek: Şimdi siyâsî partiler tabiî araçsallaşmak istemiyorlar. Yani bu, Sedat Peker’in büyük bir idealizm içerisinde ve vatanın selâmetini, memleketin geleceğini düşündüğü için, vergi mükelleflerinin parasının korunması adına yaptığı bir mücâdele değil. Yani bunu hepimiz biliyoruz, siyâsî partiler de biliyor. Dolayısıyla Sedat Peker’in sistem içerisindeki konumu sarsıldıktan ve dışlandıktan sonra kendi açısından açtığı bir cephe var ve bu cephede savaşıyor. Siyâsî partiler o cephe içerisinde bir araç, bir mühimmat ya da bir enstrüman olmak istemiyorlar. Peker’in savaşının bir parçası olmak istemiyorlar; çünkü Sedat Peker açıkçası 7 Haziran sonrası kurulan mekanizmanın çok ciddî bir figürüydü. Kendisi de ifâde ediyor zâten: Türkiye’de korku atmosferinin yaratılması için –ki bu otoriter sistemler için gerçekten çok önemlidir– büyük katkı verdi ve bir rol oynadı orada. Oynadığı rol de, Türkiye’nin bir beka sorunu yaşadığı, Türkiye’nin yaşadığı beka sorununa karşı Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin son derece elzem bir iktidar kurduğu, bu iktidarın devâmına kasteden herkesin de bir beka sorunu yarattığı yönündeydi. Yani oluşan atmosfer böyle bir atmosferdi. Bu bana –daha önce de bu yayınlarda konuştuk– 1933 Şubat’ında Almanya’da çıkan komünizmle mücâdele kanununu hatırlatır. Biliyorsunuz, Nazi Almanyası’nın anayasası yoktu; fakat Nazi Almanyası bütün baskısını 1933’teki bu komünizmle mücâdele yasasına dayandırdı. Öyle ki, sâdece komünistler değil, Yehova Şâhitleri gibi dinî yapılanmalar da, liberal gazeteciler de bu kanunla tutuklandılar. Niçin? Çünkü komünizmle mücâdele eden bir hükûmeti zayıflatmak da suçtu. Dolayısıyla sâdece komünistler değil, hükûmetin yaptıklarını, hükûmetin yöntemini eleştiren diğer gruplar da 1933 Şubat’ında çıkan yasadan nasiplerini aldılar. Dolayısıyla Sedat Peker’in ve Türkiye’de 7 Haziran sonrası oluşan güvenlik psikolojisinin amacı, Cumhur İttifakı’nı biricikleştirerek Türkiye’nin kaderiyle Cumhur İttifakı’nın siyâsî ikbalini birbiriyle ilişkilendirerek bir otoriterlik kurmaktı. Bu da muhâliflerin yıldırılması, sindirilmesi; asla deviremeyecekleri, asla dönüştüremeyecekleri, eğer bunu yapmak isterlerse de vatan hâinliği gibi yaftalamalarla da yüz yüze kalacakları bir durumu ortaya çıkarmıştı. Sedat Peker burada çok önemli bir figürdü. Bunu kabul etmek lâzım; özellikle milliyetçiler açısından. Ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin milliyetçi kimliğine oynaması, yani o kimliği üzerine giyinmesinden sonra Peker önemli bir rol oynadı. Fakat anlaşılan o ki Sedat Peker bu sistemden dışlandı. Çünkü biz şunu çok iyi biliyoruz Ruşen Abi: Bu “Millî Güvenlik” meselesi, ülkenin yasalarını, anayasasını, dolayısıyla vatandaşlık hukukunu, vatandaşların kendilerini koruyabilecekleri, kendi kendilerini garanti altına alabilecekleri yasal düzenlemeleri ihlâl etmesi, berâberinde kriminal aktivitelerin önünü açar. Yani “Eğer mevzûubahis vatansa gerisi teferruattır” lâfı… İşte şu anda Sedat Peker’in anlattığı vatan söylemi, beka söylemi, ulusal güvenlik söylemi arkasındaki bütün yolsuzlukların teferruat hâline gelmesini berâberinde getiriyor. Bununla berâber, kanundışı kişilerin de, yani kanûnî sorumluluğu olmayan kişilerin de beka adına mücâdele vermesi, yani bir tür “vigilantizm” (teyakkuzculuk) diyebileceğimiz inisiyatif alması ve kendilerini büyük bir mücâdelenin parçası olarak görmesi, dolayısıyla kanunu bu mücâdelenin selâmeti için esnetebileceklerini düşünmeleri, bizi bu noktalara getirdi. Yani: “Tehdidin boyutu o kadar büyük ki, kanunun dışına sapılabilinir” gibi bir anlayış bu. Tabiî bu, yazlık evlerin bahçesindeki ışıldaklar gibi bütün sivrisinekleri, bütün haşereyi de kendi başına topluyor. Çünkü memlekette suç olarak kabul edilen tek bir şey var. Sâdece ulusal güvenlik konuları suçun tanımı içerisine giriyor. Dolayısıyla makbul olmak isteyen insanlar için tek önerilen yol, hükûmetin ortaya koyduğu ulusal güvenlik doktrinine, söylemine inanmak, îman etmek, hattâ bunu bangır bangır söylemek. Şimdi bunu yapmadığınız zaman suç işliyorsunuz ve tek suç bu. Yani makbul olmanın yolu hükûmetin güvenlik söylemine îman etmek ise, gayri makbul olmak da bunu eleştirmekle başlıyor. Bu da berâberinde Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer yasal çerçevelerini de umursamadığınız ya da önemsizleştirdiğiniz bir durumu çıkartıyor. Yani vatanını milletini sevdiği sürece aslında her türlü suçu işleyebileceğini düşünen insanlar var. Ya da hiçbir suç işlememesine rağmen, yani ödenmemiş trafik cezâsı bile olmamasına rağmen, bâzı vatandaşların sâdece bu ulusal güvenlik çerçevesini eleştirdikleri için inanılmaz derecede suçlu muamelesi gördükleri bir durumdan bahsediyorum. Bu da tabiî bütün kriminalleri hükûmetin ulusal güvenlik çerçevesinin etrâfında topluyor. Meselâ Youtube’da ufak tefek, irili ufaklı mafyaların videoları var — merak edenler izleyebilirler. Hepsi çok milliyetçi. Yani mafya dediğimiz yapılanmalar kanûnî çerçevenin dışında iş yapan insanlardır, değil mi? Gayrimeşrû faaliyetler yürütürler. Gayrimeşrû faaliyet yürütmenin sebebi de para kazanmaktır. Çünkü meşrû faaliyet yürütmek mâliyetlidir. Gayrimeşrû faaliyet yürütmek ise daha da mâliyetlidir. Yani meşrû faaliyet yürüttüğünüz zaman vergi verirsiniz, belli bir disiplin içerisine girersiniz. Gelir kaynağı bu disiplinden kaçarak, devletin yarattığı bu sistemin dışında kalarak bir rant elde etmektir, bir para kazanmaktır. Onun asıl mâliyet unsuru, yani normal vatandaşların mâliyet unsuru başka iken, mafyanın mâliyet unsuru devleti ve kanunları karşısına almaktır. Buradan para kazanır; yani kanundışı iş yaptığı için, kanunları by-pass ettiği için mafya para kazanır. Fakat bizim Youtube’da gördüğümüz irili ufaklı mafyalarımızın hepsi maşallah çok vatansever — bu çok ilginç bir olgu. Çünkü vatanseverlik mafyanın devletle yaşayabilecekleri problemleri çözme yöntemi. Yani ulusal güvenlik teyakkuzu lâzım ki, bir seferberlik lâzım ki, yani bir sürü psikolojisi ve gözüdönmüşlük lâzım ki, bu insanların kabahatleri çok fazla belli olmasın. O yüzden, dediğim gibi, haşereler gibi bu yazlık evin bahçesindeki ışıldakların lambaların etrâfına toplandı bu insanlar ve çok fazla gayrimeşrû faaliyete biz tanık olduk bu dönemde. Bu mekanizma da tabiî sosyal medyada sürekli olarak vurgulanan, her kriminal şahsiyetin Süleyman Soylu’yla fotoğraf çekme geleneğini doğurdu. Çünkü İçişleri Bakanı’yla verilen fotoğraf sizi aslında birçok müeyyideden koruyan bir hal aldı. Dolayısıyla Sedat Peker’in bu mekanizma içerisindeki varlığı birçok şeyi temsil eden bir durumdu. Ve ne olduysa Sedat Peker bu sistemin dışına itildi. Muhtemelen, Türkiye’de geleneksel olarak mafyanın devletle ilişki kurarak para kazanma yöntemleri var; meselâ uyuşturucu bunlardan bir tânesi, silâh kaçakçılığı bunlardan bir tânesi, borsa banka spekülasyonları, ihâleye fesat karıştırma… Böyle bir ekonomi de ortaya çıktı. Bu ekonominin ben Türkiye’de devletin bitiremeyeceği, devlet kapasitesinin dışında, üzerinde, devlet kapasitesini aşan bir tarafı olduğunu düşünenlerden değilim. Türkiye’de devletin altyapısal iktidârı gayet yüksektir, gayet güçlüdür. Türkiye’de devlet bu kayıtdışıyla, bu gayrimeşrûlukla mücâdele etme yeteneğine sâhiptir. Böyle bir yapılanması vardır, böyle bir kurumsal kültürü de vardır, gücü de vardır, parası da vardır. Fakat işte bahsettiğim bu güvenlik kültürü, bu tip bir ekonominin aslında meşrûlaşmasını da berâberinde getiriyor. Ve Sedat Peker bu depremin dışında kaldı anladığımız kadarıyla. Yani bu dönen tezgâhın, bu para akışının, bu para döngüsünün dışında kaldı ve yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Yani Sedat Peker şu anda aslında güçlü bir durumda değil, güçsüz bir durumda — ki Türkiye’deki varlıklarını koruyamıyor. Kendisi de yurtdışında, video çekmesi birçok otoritenin iznine bağlı; dolayısıyla güçlü bir Sedat Peker figüründen bahsedemeyiz. Dolayısıyla onun mücâdelesi tekrar sisteme dönme mücâdelesi de olabilir. Yani siyâsî partilerin çekinmesinin sebebi, Peker’in sisteme dönmesine yardım etmekte bir araç olup olmayacakları. Yani siyâsî partiler Peker’in söylemlerini köpürtürse, Peker’in sistem içerisindeki ağırlığı ve etkisi artarsa, bu, Peker’in hükûmetle daha iyi pazarlık yapabileceğini düşündürtüyor muhtemelen siyâsî partilere. Dolayısıyla onlar bu işlerin içerisine pek girmek istemiyorlar. Ancak geldiğimiz noktada, seçimlere de yaklaştıkça şu çok âşikâr bir şekilde ortaya çıktı: Sedat Peker sistemle anlaşmayacak. Bu sisteme geri dönme ihtimâli yok; çünkü anladığımız kadarıyla Peker’in sisteme dönmesi Süleyman Soylu’nun sistemden gitmesiyle mümkün olabilirdi ve Cumhur İttifakı böyle bir tercihte bulunmadı. O yüzden Sedat Peker’in en azından seçimlere kadar durduğu nokta artık belli. Yani siyâsî partiler Sedat Peker’in dönüşünden, kendilerini bir pazarlık unsuru olarak kullanmalarından artık çok fazla tereddüt etmiyorlar. İkincisi, daha önceki ifşâların aksine, yani ispatlanması biraz sıkıntılı, netâmeli ifşâların aksine, yani uyuşturucu ve silâh kaçakçılığı iddialarının aksine, bu mesele aslında iki buçuk üç milyon borsa yatırımcısının da doğrudan cüzdanına dokunan bir mesele; yani bizim Türkiye’de toplum bu iddiaların hepsine inanır, fakat uzayda bir yerde oluyormuş gibi muamele eder. O onun değiştirebileceği bir alanın dışındadır. Fakat bu borsa meselesi doğrudan insanların hayâtına dokunan, doğrudan insanların hayâtını etkileyen bir mesele: Üç milyon kişi, âileleriyle berâber yaklaşık on milyon kişi, birkaç tâne bürokratın, birkaç tâne danışmanlık şirketinin, birkaç tâne siyâsetçinin, birkaç tâne danışmanın elinde oyuncak olmuş durumda. Ve bu, inkâr edilemez iddialar. Çünkü Ankara’da biraz vakit geçirdiğiniz zaman, bu tezgâhı herkes size anlatırdı zâten — bu halka arzlarda dönen tezgâhları. Ben isimlere kadar zâten biliyordum — öyle çok açık söyleyeyim. Bu konuşulan bir şeydi. Burada bir pozisyon almak gereği duydular; yani araçsallaştırılma korkusu artık ortadan kalktı. Peker’in seçimlere kadar nerede duracağına dâir bir fikir sâhibiler; hükûmetin Soylu’ya sâhip çıkması ve Soylu’nun bir şekilde seçimlere kadar görevine devam edeceğinin anlaşılması bunda pay sâhibi oldu. İkincisi de, önceki ifşâlardan farklı olarak, son derece pratik, borsayı, yatırımcıları etkileyen, insanların hayâtına temas eden bir durumdu. Siyâsî partilerin bu topa girmesinin sebebi bence biraz bu.

Ruşen Çakır: Kemal, sen nasıl bakıyorsun? Bir de tabiîburada şöyle bir husus var: Daha önce, eninde sonunda az buçuk bildiğimiz isimler telaffuz ediliyordu. Şimdi burada doğru düzgün duymadığımız, çok da bilmediğimiz isimler; meselâ SPK’yı biliyoruz, ama siyâsetle ilgilenen çevreler SPK üzerine çok da fazla düşmüyorlardı. Yani sanki başrol oyuncuları değillermiş gibi söz konusu olan kişiler; buna rağmen çok büyük bir gürültü koptu. Bir de bundan sonra devâmı gelirse çok daha sert rüzgârlar esebilme ihtimâli de var. Ne diyorsun bu dönemin farkı olarak sen?

Kemal Can: Şimdi senin soruna dönmeden önce, farka dönmeden önce şunu söyleyeceğim: Burak’ın mafyatik yapıların devletle ilişkisi ve devlete yakınlık ve güvenlik politikalarına hizmet gibi bir imkânla kendilerine güvence yaratmaları meselesinde değindiği bir şey var. Hani devletin aslında bunlarla mücâdele etmeye ve gerekirse bunları ortadan kaldırmaya yetecek bir kapasitesi olduğunu söyledi. Devlet böyle bir zayıflığı olduğu için onlar var değil zâten; zâten o devletin gücü dediğimiz kapasitesinin bir parçası olarak onlar var. Dolayısıyla bu entegrasyon, mafyaların devlete yapışarak ondan birtakım destekler temin edip fotoğraf yakınlıkları îcat ederek kendilerine korunaklı alan üretmeye çalışmaları gibi bir şey değil. Bu zâten epeyce eskiye dayanan ve aslında Soğuk Savaş sürecinin de bir parçası olarak yürütülen gayrinizâmî siyâsetin –ki devletin kapasitesinin önemli bir parçası bu– onun bir uzantısı. Dolayısıyla bu yapıların bugün de varlığını devam ettirirken bu gelenekle uyumlu olmasında şaşırtıcı bir şey yok. Burak’ın da söylediği o Sedat Peker’in peşine takılmama kaygısında Sedat Peker’in birkaç kez pozisyon değiştirmiş olmasının etkisi olmasına da katılıyorum. Yani öyle bir tarafı da olabilir. Ama yine Burak’ın söylediği ve aslında ortaya çıkan şeylerden de anladığımız, asıl şu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Hani Burak söyledi ya: Zâten bunlar biliniyordu. Hani daha önceki Sedat Peker ifşâlarında da hatırlanırsa –ki o görüntüleri filan yayınlamaya başladığında– sürekli gündeme gelen bir lâf vardı: “Ya, bunların bir kısmını zâten biliyoruz”. Bunlar bilmediğimiz şeyler değil; ama bunu Sedat Peker’in söylüyor olması, doğrudan içinde yer alan biri olarak söylüyor olması başka bir etki yaratıyor. Ama ben dönüp, herkesin bildiği bu gerçekleri neden Sedat Peker’in söylemesine kadar bir sonuç yaratmamasını, yani Ankara’da herkesin bildiği, işte, üç milyon beş milyon insanın parasıyla ilgili birtakım olağandışı çarkların, son derece şâibeli ilişkilerin oluştuğunu herkesin bilmesi durumunda, üstelik bunu bilenler siyâsîler… Yani bugün Sedat Peker söyledi diye suç duyurusunda bulunan siyâsîlerin de önemli bir kısmının daha önce bunları bildiğini varsaymamız gerekiyor. Yani Burak biliyorsa, muhtemelen Ankara’da Burak’ın kulağına gelmişse, Ankara’daki siyâsîlerin de duymamış olması, bilmiyor olması imkânsız. Ayrıca, söz konusu ilişkiler çarkının içerisinde rüşvet veren, ya da son ifşaatta olduğu gibi rüşvet vermeyip devlete haber veren pek çok ilgilinin de bu bilgilere sâhip olduğu, yani sâdece siyâsîlerin değil iş çevrelerinin, çeşitli şirket sâhiplerinin, çeşitli uzmanların, çok sayıda bürokratın, belki önemli sayıda yargı mensubunun da bunlardan haberdar olduğu bir durum. Ama sonuçta bence asıl mesele, “Şimdi ne değişti?” sorusunda kritik olan şey, bu bilgilerin ancak böyle bir dolayımla bir sonuç yaratır hâle dönüşmesi. Problem bence, yani yaşanan ve üretilmiş yapısal çürüme kadar, bu çürümeye reaksiyon vermekteki sorun da bence bir başka zaaf noktasına işâret ediyor. “Şimdi ne değişti? Ve ne değişir?” meselesine gelince, şimdi şöyle bir şey: Yani şimdi sen açılışta Ruşen sordun, hani “Ne oldu da, halk mı değişti?” filan. Şimdi meselâ verilen reaksiyon, evet, zâten uzun zamandır Sedat Peker videoları olmadığı için biraz canı sıkılmış olan sosyal medya ahâlisi bundan bir hareketlendi; ama şu anda daha önce olmayan, toplumda daha önce olmayan bir şey olup olmadığı konusunda çok emin değilim. Yani evet, işte, siyâsî partiler suç duyurularında bulundular. Tamam, şimdi bundan bir şey olacak mı? Meselâ yargı bu suç duyurularını dikkate alarak bir soruşturma açacak mı? Şimdi istifâlar yeni bir durum olarak târif ediliyor; ama hatırlayalım: 17/25 Aralık’ta da bakanlar istifâ etmişti. Yani şimdi, bakanlara kıyasla oldukça alt seviyede, danışmanların falan istifâ ettiği tabloya, “büyük değişiklik” diyoruz. Ama beş tâne bakan istifâ etmişti. Aslında o, istifâ değil, sorumluluğu ve suçu kabul etmek değil, sonradan yapılanlarla ve o dosyaların kapatılması, hattâ bâzılarının yeni görevlerle terfi ettirilmesinden anladığımız kadarıyla, aslında orada yaptığımız şey, yapılan işin bedelini ödemek değil, hani hep bildiğimiz tâbirle, “Şimdilik bir ortadan kaybolun” demekten ibâretti. Ortadan bir süreliğine kayboldular, olay kapandı; bütün o ifşâların içerisinde yine aynı şekilde kimin yaptığı, niçin yaptığı son derece tartışmalı ve şâibeli olan, ama gerçekliğinden kimsenin şüphe duymadığı birtakım hakîkatler bugün Türkiye’de hiç var olmamış gibi düşünülüyor ve hiç mesele bile edilmiyor. Hattâ bunu siyâsîler ve muhâlefet partileri de böyle yürütüyorlar. Arada bir, işte, “bakara makara”yı hatırlıyorlar; ama “bakara makara”nın arkasında çok acayip rüşvetler, yolsuzluk hikâyeleri ve hattâ yine şimdi işte danışmanları dolayısıyla çokça, “Yakın çembere girdi, Erdoğan’a dokunacak” filan denilen şeylerin doğrudan Erdoğan’la ilgili tarafları var. Onun için ben, “Ya, şimdi yeni bir durum var galiba” şeylerine hızlı heyecan duyamıyorum açıkçası. Çünkü ondan çok emin olamıyorum; sâhiden yeni bir durumla mı karşı karşıyayız? Ama yine de şöyle bir fark olduğunu söyleyebiliriz — belki yeni değil ama, bir durum olarak şunu tespit edebiliriz: Şimdi iktidar çeşitli nedenlerle –kriz rüzgârlarıyla, işte, Ayşe’nin söylediği gibi belki muhâlefetin kazanmaya başladığı özgüvenle, toplumda ve kendi tabanında oluşmaya başlayan rahatsızlıkla birlikte– güçlü bir sarsıntı geçiriyor. Yani tâbir yerindeyse, bu ağacı esen rüzgârlar da, kökündeki birtakım güçler de hızlı bir şekilde sallıyorlar. Bu kadar güçlü biçimde sallanan savrulan bir şeyden kaçınılmaz olarak birtakım parçalar düşmeye başlıyor. Bu parçalar önce daha dışarıdan oluyor; yani bu son olayda istifâ edenler, doğrudan AKP’nin kendi içinden gelmeyen, ona yamanmış yapışmış birtakım çevreler. Dolayısıyla, meselâ istifâ ettiği söylenen ya da edeceği söylenen iki danışman da aslında devşirilmiş aktörler. Dolayısıyla onların kolayca “Ortalıktan kaybol” denilerek devreden çıkartılması ya da onların kendilerini hızla dışarıya çıkartmaları çok şaşırtıcı değil. Böyle bir tarafı olduğunu düşünüyorum açıkçası. Yine bu olayı biraz şeye de benzetebiliriz: İSKİ skandalındakine benzer; oradaki ilişkilerin kendi içinde patlayan bir şeyle dışarıya taştığını görüyoruz. Çünkü Sedat Peker’in kendi yaptığı standart ifşâlardan biraz farklı bir şeydi bu. Hattâ bunu yaparken de şey dedi: “Bu özel bir sunum. Aslında ben seçime iki ay kala takvimimi değiştirmiyorum, ama size özel bir şey vereyim.” Ve sonradan, elindeki belgelerden de görüntülerden de anladık ki bu kendisine servis edilmiş. Ve bu servis edenler de, bu çıkar ilişkisi içerisinde olanların kendi aralarında, hattâ âile içerisinde giriştikleri kapışmadan, mücâdeleden filan zuhur etmiş. Ve buradan anlıyoruz ki, şimdi bu iktidarın lütuf ve cezâyı merkezîleştirerek, hattâ tek adamın elinde tutarak ve bir sistem yaratarak birçok işleyişi bozduğunu biliyoruz. Ama burada, biraz Ayşe’nin bahsettiği iltizam usûlüne benzeyen, böyle küçük ihâle edilmiş ya da bahşedilmiş birtakım alanlarda kontrolsüz birtakım şeyler ortaya çıkmış. Ya da bu genel lütuf ve cezâ sistemindeki merkezîliğin ve kuraldışılığın yarattığı adacıklarda, kendi küçük çarklarını kurmaya kalkan birtakım yapılar olduğunu; bu yapıların bâzen göz yumularak, bilinerek himâye edildiğini, bâzen de tamâmen kontrol dışı olarak ortaya çıktığını görebiliriz. Şimdi bunların bir kısmının, işte bu genel sarsıntıda dökülmeye başlayacağını, bu tür şeylerin ortaya çıkabileceğini düşünebiliriz. Ama burada bence daha temel bir problem var: Şu anda ne bu farklılığın yargının farklı davranmasına neden olacağına ilişkin bir işâretimiz var, ne iktidârın bunun sorumluluğunu kabul ederek davranacağına dâir bir işâretimiz var, ne de toplumda bu infialin daha da büyüyerek bir politik baskıya evirileceğine dâir bir işâretimiz var. Tabiî şimdi ben hemen bâzı izleyiciler tarafından hiçbir şeyden memnun olmayan biri olarak suçlanabilirim; ama, ya açıkçası, “Tamam, ben fazla şey bekliyorum da, siz de çok küçük şeylerden fazla sonuç çıkartıyorsunuz” deme hakkım var bence. Bu meselede de biraz öyle yaşandığını düşünüyorum açıkçası.

Ruşen Çakır: Evet, şimdi ikinci bölümde buna biraz daha devam edeceksin anlaşılan Kemal. “Bunun siyâsette etkisi nasıl olur?”u konuşalım. Şimdi genel bir eğilim var. İşte, “AKP seçmeni böyle şeyleri takmaz” diye bir eğilim var. Ama şöyle de bir husus var. Meselâ 17/25 Aralık meselesindeki Türkiye’nin koşullarıyla şimdiki arasında bayağı fark var, çok ciddî bir ekonomik kriz ve yoksullaşma var. Bunun bir etkisi olabilir sanki. Bir diğer husus da, AKP seçmeni bundan ne derece haberdar? Bundan haberdar mı? Değil mi? İşte, izlediği kanallar bunu haber yapmıyor ya da başka türlü yapıyor; ben çok tâkip etmiyorum ama, geçen başka bir şey için baktığımda, Sabah gazetesinin internet manşetinde, “Muhâlefet çâreyi mafyada buldu” gibi kocaman bir manşet gördüm. Yani en azından bir cevap verme ihtiyâcı da hissediyorlar. Yani tamâmen yok da sayamıyorlar. Aslında bu, iki tâne soru ekseninde gidiyor. Birincisi: “Taban bundan haberdar mı? Ne kadar haberdar?” İkincisi de: “Haberdar olsa da bunu ipler mi?” meselesi var. Aslında bir üçüncü mesele de belki, muhâlefetin kararlılığında, daha bir motive olmasında bu tür iddiaların etkisi olup olmayacağı. Ne dersin Ayşe?

 Ayşe Çavdar: İki şeyden bahsedeceğim ben. Söylediğin mevzûya ikinci aşamadan gideceğim. İlki, bu mansıb ve iltizamdan biraz devam etmek istiyorum. Çünkü bunun bir siyâsî sonucu olduğunu, hattâ bunun bir siyâsî sonuç olarak karşımızda olduğunu düşünüyorum, Refah Partili belediyelerden beri –aslında daha da evveli var; yani Osmanlı’nın son zamânından beri–, bu esâsında Nakşibendî geleneğin dayanışma ağı, bir bakıma bir tür sandık oluşturma. Şimdi, devleti ele geçirdiğinizde oluşturduğunuz sandık hâlâ devam ediyorsa, bu demek oluyor ki bir tür çift muhâsebe var. Yani bir devletin mâliyesi var, bir de sizin, onun yanında götürdüğünüz –“paralel” demek istemediğim için yanında diyorum–, onun yanında götürdüğünüz ikinci bir muhâsebe var. Devletteki gücünüzü kullanarak oluşturduğunuz mâliyeden bahsediyorum, çift muhâsebeden. Şimdi Sedat Peker’in bu son ifşâ kalemi –o yüzden mansıb ve iltizâma geldim– bu son ifşâ kalemi, sokaktaki ekonomik vaziyet, devletin mâliyesinin hâlini gösteriyor zâten. Yani dövizin hâli, enflasyon, bilmem ne… Bir sürü, çok istedikleri Kanal İstanbul yatırımından çekilmek zorunda kalmaları vs., hastânelerin hâli, okulların hâli, bir sürü şey devletin muhâsebesinin zâten bozulduğunu gösteriyor. Bu muhâsebe niye bozuldu? Öbür muhâsebe olduğu için; yani ikincil bir gölge muhâsebe olduğu için. Şimdi bu ifşâların bize gösterdiği: İşte, orada da bir bozulma olduğu. Beni o yüzden bu kadar ilgilendiriyor Peker’in söylediği bu hikâye. O muhâsebenin bozulmasının birkaç anlamı var, birkaç sonucu var. Bir kere belli oluyor ki Taranoğlu ile Korkmaz Karaca arasında mesela bir rekabet olduğu anlaşılıyor. Whatsapp görüşmesine göre Taranoğlu diyor ki: “Ona başvurmayın sakın”. Demek ki o da etrafta anılan isimlerden bir tânesi, Saray’da bu tür işlerin halledilmesi meselesinde aracı olanlardan bir tânesi. “Ona başvurma, benden çok para alır”. Demek ki Saray içerisindeki muhâsebenin kaynakları, o gelirlerin kaynakları olan, kendilerine mansıb satılmış ve karşılığında “o ikinci muhâsebeye birtakım katkılarda bulunan” –diye yumuşatayım, ironiyle söylüyorum tabiî ki– taraflar arasında birtakım rekabetler var. Ve bu rekabetler artık ortalığa saçılmış durumda. Kemal az önce bir şey söyledi: Yani bu gidenler, istifâ edenler, AKP çevresinden gelmeyen kişiler, devşirmeler. Bence bu daha önemli; çünkü eğer bu istifâ edenler, bu kendilerine mansıp satışı yapılan insanlar AKP çevresinden gelmiyorlarsa, doğrudan doğruya Tayyip Erdoğan’ın bağlantıları üzerinden oraya gelmişler demektir. Çünkü AKP çevresinden gelse, AKP içerisinden gelse, hani bir şekilde o siyâsî yapının içerisinde şu ya da bu yoldan süzülerek oraya çıkmış, kalburun üstünde kalmış insanlar olacaklardı. Ama Korkmaz Karaca ve Taranoğlu’nun profiline baktığımızda, hiç de böyle tipler olmadıklarını, alelacayip birtakım ilişkilerle oraya geldiklerini… Anlamıyorum yani; Cumhurbaşkanlığı sistemi gibi bir sistemde, danışman sıfatıyla orada bulunabilecek isimler gibi gelmiyor. AKP içerisinde o pozisyonu “hak edecek” başkaları –gene ironiyle söylüyorum– başkaları mutlaka vardır, ama onlar gelmişler. Demek ki Reis’in direkt ilişkileri üzerinden gelmişler.

Kemal Can: Ayşe, ama Korkmaz Karaca’nın tamâmen başka bir yerde de danışmanlık ve yakın pozisyonlar, güçlü pozisyonlar edindiğini unutmamak lâzım yani.

Ayşe Çavdar: Unutmuyorum ya, hesâba katarak söylüyorum. Yani hani…

Ruşen Çakır: Ona partiler-üstü değil “partiler-arası” danışman diyebiliriz yani. Bir partiden diğer partiye…

Ayşe Çavdar: Tam da bu yüzden diyorum: “Reis’in ilişkileri dolayısıyla orada” diye. Dolayısıyla aslında bu bir siyâsî sonuç, demeye çalıştığım o; bunu siyâsî sonucu ayrı bir şey. Siyâsî sonuç dediğimiz zaman eğer ahâlideki karşılığı, seçmendeki karşılığı kastediyorsak, bunun tabiî ki o türden de sonuçları olacaktır. Ama bu bir mîmârînin kurulmuş, işte Cumhurbaşkanlığı devlet sistemi rejimi bilmem vs. falan filan diye kurulmuş bir düzenin doğrudan dolayı yarattığı geniş anlamda siyâsî bir sonuç. Birbirleriyle kapışan birtakım odaklar var orada; doğrudan doğruya sistemin içerisindeler. Ve bir şey daha gösteriyor: Saray’ın içerisindeler. Şimdi, Tayyip Erdoğan bugüne kadar bütün gücünü en başından îtibâren, AKP’yi kurguladığı günden îtibâren ve hattâ öncesinde Refah Partisi’nin bir belediye başkanı, onun bir il başkanı olarak görev yaptığı, güç sâhibi olduğu zamandan îtibâren bütün gücünü birbiriyle çatışan gruplar arasında bir şekilde arabuluculuk yapmasından alır. Ve zâten o kadar farklı kesimleri etrafında bulundurabilmesinin, o kadar farklı, hiç birbirine benzemeyen insanların “Reis, Reis” havasına girmesinin sebeplerinden bir tânesi de budur. Bulunacakları yerde başka bir nedenle olamazlar. Çünkü diğer çatışmaları kotaramazlar. O çatışmayı kotaran kişi Tayyip Erdoğan olduğu için bir tür hakîkaten o düşmanlıkları yönettiği için Tayyip Erdoğan bu kadar güçlü. Şimdi bir siyâsî sonuç daha var elimizde: Bu böyle patlak verdiğine göre, hattâ daha en başında Peker hikâyesi patlak verdiğine göre, Peker gibi birinin sistemin dışına atılması becerilemediğine göre, bir şekilde o çatışma su yüzüne çıktığına göre, Reis’in böyle bir gücü kalmamış demektir. Bu da bir siyâsî sonuçtur esâsında. Şimdi ikinci aşamada, bunun ahâlide nasıl bir yankı bulacağı anlamında daha dar anlamda bir siyâsî sonuçtan bahsediyoruz. Bunun olabilmesi için de birinci bölümde söylediğim şeyin olması lâzım. Yani bu iddiaların, bu bahsettiğim siyâsî çerçevenin, surda içeriden açılmış deliklerin –öyle söyleyeyim– bir şekilde dışarıdan da işe koşulması lâzım. Bir şekilde onların da siyâsetin bir konusu yapılması lâzım. Muhâlefette şimdilik gördüğüm, TİP’in hakkını yemeyelim, çünkü TİP Duvar diye bir kitap çıkarttı. Ahmet Şık, Timur Soykan, Ali Cem Uludağ, daha başka Cengiz Hoca da vardı galiba, orada pek çok gazeteci yan yana geldi, o zaman “Halkın iddianâmesi” demişlerdi. Bir kitap çıkardılar ve Peker’in ilk kuşak iddialarını bir tür iddianâmeye dönüştürdüler. Kitap demek az kalır gerçekten; bir tür iddianâme. Şimdi bunun nasıl o dönemde siyâsî sonuç yaratacağı konusunda bir şey söylüyor size; bir ipucu veriyor. Madem suç duyurusunda bulundunuz, bir şekilde bir kayda geçti; işte, “târihe not düşmek” denilen bir şey var, benim hakîkaten duyunca sinir olduğum, çünkü sonuç yaratmıyorsa niye târihe not düşüyoruz? Onun ötesine geçebilmesi için pratik bir öneri olarak şunu diyebilirim: Meselâ partiler arası bir komisyon kursalar, bütün partileri yan yana getirerek bu iddiaları orada bir taraftan sanki bir Meclis araştırma komisyonuymuş gibi incelemeye başlasalar, dinlemeye başlasalar. Hakîkaten büyük bir sonuç yaratacağından eminim. Çünkü buna, anladığım kadarıyla içerideki delikler dolayısıyla, surda içeriden açılmış delikler dolayısıyla Saray da, AKP de, dolayısıyla AKP seçmeni de bîgâne kalabilecek gibi durmuyor. Dediğim gibi zâten bir siyâsî sonuç oluşmuş vaziyette Saray çevresinde. İki şeyden söyledim onu. Bir tânesi, bu işlerin açığa çıkması; ikincisi, Erdoğan’ın o çatışmaları yönetemediğinin, yakın çevresindeki o birbirleriyle çatışmalarını bir siyâsî enerji olarak kullandığı insanları artık yönetemediğinin artık ortaya çıkması — ki aslında bilmedikleri bir şey de olmadığını anlıyoruz. Ufak tefek okuduğum haberlerden anladığım kadarıyla SPK’nın yönetiminde bir değişiklik yapılmış; hattâ el altından patronlara ve borsada oynayanlara haberler gönderilmiş. “Böyle böyle işler olmuş. Haksızlığa uğramışsınız, tazmin edilmesi, haksızlıkların giderilmesi için harekete geçelim” vs. diye birtakım adımlar atılmaya başlanmış. Tam onun ortasında birdenbire açığa çıkmış vaziyette. Bu biraz şeye benziyor: ÖSYM skandalını hatırlıyor musunuz? ÖSYM’de soruların ilk çalındığı söylendiği zaman şöyle düşünmüştüm: O kadar çok insanı ilgilendiriyor ki bu ÖSYM meselesi, o kadar çok veli vardı ki –gene seçimlere de çok fazla yoktu–, o kadar veli çocuğunu dershâneye gönderdi — çünkü o da bir sermâye demek. Çocuğunu dershâneye gönderecek, işte hazırlayacak, bilmem ne yapacak vs.. İptal de edemedi, yani sınavı da iptal edemedi. Çünkü bütün o sürecin yeniden yaşanması demek. Bir şekilde bunun bedelini ödetmesi gerekiyordu. Şimdi ona biraz benzeyen bir durum var; çünkü paydaşları çok geniş. İşte, Burak söyledi: Üç milyon kişi var borsayla bir şekilde ilgili olan. Şimdi oradaki işlemleri geri almak o kadar kolay değil. Orada yapılan hikâyeyi geri almak kolay değil; bir şekilde mansıp satışı yapılmış kişiler belli ki biraz hadlerini aşmışlar onun nezdinde, ya da ne bileyim ben, payları yeterince vermemişlerdir. Üslûbu usûlü becerememişlerdir ve iş fazla büyümüştür. Olması onun tasavvur ettiğinden büyümüştür — orada bir siyâsî sonuç var. Yani söylemeye çalıştığım: Bu karşılaştığımız manzaranın kendisi bir siyâsî sonuç; bunun dışında, yani seçmenle ahâliyle bir tür etkileşime geçebilmesi bu siyâsî sonucun, siyâsî muhalefetin, başta ana akım muhâlefet olmak üzere bütün muhâlefetin ve sâdece muhâlefet partilerinin değil bütün sivil toplumun da bununla ne yapacağına bağlı. Benim önerim de bir geniş araştırma komisyonunun şimdiden kurulması. Hikâyeyi bizim sâdece Sedat Peker’den dinlemememiz gerek. Eminim konuşmak isteyen çok insan vardır. Bu insanlar konuşturulmalı, raporlar şimdiden tutulmalı; çünkü şuna ihtiyaç var: Şimdi, yolsuzluk da bir kadermiş gibi görünüyor. Benim sâdece o sokak röportajlarından yola çıkarak değil, hani Türkiye’de bir yurttaş ve gazeteci olarak bildiğim, gayet kemiklerimde hissettiğim bir şey: Yolsuzluğun da neredeyse bir kader olarak görülmesi; yani “Bal tutan parmağını yalayacak”; “Çalışacak, ama tabiî ki çalacak da” vs.. Bu gayet yerleşmiş bir şey. Şimdi yeni Türkiye, yepyeni Türkiye, senin söylediğin yepisyeni Türkiye nasıl kurulacak bu yeni Türkiye’nin ardından? Bununla mücâdele edilerek kurulacak. Çünkü bununla mücâdele demek, hem yurttaşlık anlamında, yurttaşlığın târifi anlamında bize bir şey söyleyecek, hem devletin târifi, hem kamunun târifi, hem memurluk denilen şeyin târifi, siyâsî gücün nasıl paylaşılacağının târifi, hattâ mülkiyetin târifi demek bu. Çünkü bahsettiğimiz şey sermâyenin târifi. Bunları teker teker târif ederek kuracaklar AKP sonrası Türkiye’yi. Bununla mücadele edilerek kurulacak dolayısıyla. Bunun sonuçları, bunun yarattığı hâfıza, yeni hâfıza bunun yarattığı yeni devlet hissiyatını ortadan kaldırılarak kurulacak. Ve muhâlefetin bize bununla mücâdele etmek istediğini, ilkin bununla mücadele etme irâdesi olduğunu, ikinci olarak da edebileceğini göstermesi lâzım. Etmek istediğini tabiî ki işte söylemle bilmem neyle ve ortak hareketle olacak. Ama edebilme meselesi, mekanizma ve usûl yaratmakla olacak. O usûlü şimdiden yaratmaya başlayabilirler, ellerinden kimse almıyor. Dolayısıyla evet, bunun gerçekten o kısa vâdeli sonuçlarından bir tânesi AKP’nin güç kaybetmesi olabilir. Seçmen kaybetmesi olabilir, bir sürü başka nedeni yanında; ama bununla uğraşılması lâzım. Tek başına bu ifşâlar ya da işleme konulmayacak olan suç duyuruları tek başına AKP’nin elinden seçmen almaya yetmez. Bunun bir irâdeye dönüştürülmesi lâzım. Bir irâdeye, bir usûle, bir üslûba dönüştürülmesi gerekir diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Burak sen ne dersin? Aynı konuda, yani AKP ya da iktidar diyelim. Sâdece AKP değil MHP seçmeni de; çünkü doğrudan Sedat Peker’in kıta sahanlığına giren bir seçmen. Ona ulaşıyor mudur? Ulaşır mı? Bir etki yaratır mı? Seçime bir etkisi olur mu bu süreçlerin?

Burak Bilgehan Özpek: Bence orada farklı katmanlar var. Meselâ AKP içerisinde en kuvvetli katman, yolsuzluğu ve bu tip yozlaşmış ilişkileri normalleştiren bir katman. Yani kim gelirse gelsin bu zâten doğal bir süreç diye algılıyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın yönetim biçimini istisnâîleştirmiyor o açıdan. Yani mesele yolsuzluk ya da yozlaşma olduğu zaman, Erdoğan’ın istisnâî bir şekilde negatif ayrıştığını kabul etmiyor. “Bu doğal bir şey, doğanın kanunu bu olduğu için Erdoğan da diğer siyâsî partiler gibi, geçmişte ve gelecekte olacak diğer siyâsî liderler gibi oyunun kuralına göre oynuyor.” Yani orada bizim sosyal medya kullanıcılarının veyahut Türkiye’de okumuş yazmış orta sınıf şehirli insanların gösterdiği alerjiyi göstermiyorlar — onu söylemek lâzım. Ama burada şöyle bir şey var: Burada tesâdüfi kurulmuş bir otoriterlik de yok; bunun bir politik ekonomisi var. Ve bu politik ekonomi açıkçası kaynaklarının yeterli olduğu zamanda son derece iyi işledi. Şu anda AKP’nin sorunu, ciddî anlamda kaynakların daralmış olması ve kaynaklar daraldıkça içerideki hareketliliğin de artması. Yani Saray’da odaları yan yana olan iki danışman, rüşvet ağını yönetmek için birbirleriyle yarışıyorlar, birbirleriyle rekabet ediyorlar. Yani: “Ona gitme, daha fazla alır. Ben sizin işinizi çözerim, şu kadar paraya” gibi bir rekabet var aslında. Orada kendi içinde bir serbest piyasa ekonomisi oluşturmuşlar. Evet, yani böyle bir şey ve bu rekabet aslında çok şey anlatıyor; yani Peker’in sistem dışına itilmesi de, danışmanlar arasındaki rekabet de bize çok şey anlatıyor. Çünkü artık herkesi tatmin edecek bir kaynak pastası yok. O pasta daraldığı için, biz bu hareketliliği görüyoruz. Yani o pastanın daralması medya sektörüne, savunma sanayiine, hükûmetten ihâle alan iş adamlarına, yerel düzeyde çeşitli yerleşik çıkar gruplarına falan sirâyet ettiği zaman bu mesele daha farklı boyutlar alabilir. Çünkü biz meselâ sanat dünyasından Tayyip Erdoğan’a bir destek görüyoruz. Ve bu sanat dünyasından gelen desteğin maddî bir boyutu olduğunu hepimiz biliyoruz, öyle değil mi? Yani hiç kimse, yani bu destek veren sanatçılar, Türkiye’de Saray’a alınan sanatçılar, politik-ideolojik bir derinlikleri oldukları için veyahut bir tutkuları olduğu için Tayyip Bey’in yanında değiller. Onların maddî ilişkiler alanı var. Şimdi o maddî ilişkiler ağının olabilmesi için kaynağın olması lâzım. Bu kaynak daraldıkça, oradan da o kadar fazla destek gelmeyecek muhtemelen. Ya da yerel yerleşik çıkar gruplarını –tarîkatlarından tutun, şirketlerine kadar; sanatçılarından tutun, futbol dünyasına kadar– herkesi besleyecek büyüklükte bir pasta olmasını gerektiriyor bu. Şimdi seçimden önce bu pastanın daraldığını görüyoruz. Dolayısıyla pasta daraldıkça, elit düzeyde bu rekabet kızışacak ve bu mutlaka tabana büyük bir huzursuzluk olarak yansıyacak. Burada ben muhâlefet partilerini gerçekten çok eksik görüyorum — onu söylemek lâzım. Yani bugün üzerinde uzlaşılan değer seti, aslında devletin kurumsallığını ve bürokratın otonomisini, gayri şahsîliğini yitirmesi olabilir. Buna bütün muhâlefet partileri herhalde katılır. Yani farklı soyut kavramlar üzerinde ayrışabilirsiniz. Ama Türkiye’nin çok görülen somut bir sorunu var. O da iktidarın yozlaşması meselesi ve bu yozlaşma meselesi de geniş halk kitlelerini bir araya getiriyor. Hiç ummadığınız insanlar, yani bir sosyalist ile bir muhafazakâr-demokrat diyelim, bir HDP’li ile bir İYİ Partili diyelim, yani bu insanların hepsi aslında bu toplumda yaşadıkları için ve vergi verdikleri için bu yönetim sorunlarında ve haksızlığa uğramışlık duygusundan dolayı bir noktada birleşebiliyorlar. Bir noktada toplanabiliyorlar. Fakat gelin görün ki muhâlefet bu konuda çok sistemli çalışmak zorunda olmasına rağmen, çok daha bireysel, milletvekillerinin bireysel çabalarıyla bir noktaya geliyor. Halbuki muhâlefetin en büyük çıkış yaptığı nokta, geçtiğimiz yasama döneminde 128 milyar dolar meselesiydi. Yani hatırlayalım: Geçtiğimiz bahar aylarında –yani bu bahar değil evvelki bahar ayında– 128 milyarlık doları konuştuk, Malatya’daki pasaport skandalını konuştuk, işte, her gün bir skandal patlıyor, öyle değil mi? Şimdi bunlar aslında hem muhâlefete moral veriyor, hem de Adalet ve Kalkınma Partisi’ni dünyevîleştiriyor. Böyle bir durum var. Bununla berâber, bu skandallara katılan isimlerin, Ayşe’nin belirttiği gibi “devşirmelik” özelliği de var. Yani ideolojik tarafları yok; bu adamlar ekmekçi bir tayfa, ekmek neredeyse o tarafa gidiyorlar. Ve özellikle 7 Haziran sonrasında ortaya konan ideoloji çok yüzeysel olduğu için, yani çok çabuk benimseyeceğiniz, çok zeki olmanıza gerek yok, yani Hakan Ural bile siyâsî bir pozisyona sâhip olabiliyor. Ve bunu bağıra bağıra söyleriz, ama bu kararlı bir pozisyona sâhip oldu. Çok basit bir şey çünkü; yani: “Kuvvetliyiz, güçlüyüz, böldürmeyiz, ezdirmeyiz!”. Böyle bir şey çok basit, yani IQ’su günlük işlerini idâre ettirmeye yetecek kadar yüksek olan bir insan, hükûmetin söylemini benimseyebilir. O da berâber çok geniş bir kitleyi kapsıyor. Ve IQ gerektirmeyen siyâset, berâberinde çok hırslı, lidere sadâkat, güce sadâkat gösteren insanları kendi başına topladığı için, bu AK Parti’nin geleneksel gücünü aldığı gruplar arasında da bir huzursuzluk yaratıyor. “Dâvâ” söylemini de aslında çok temelden zedeleyen bir şey bu. Şimdi İslâmcı olduğunuzu düşünsenize. Yani Korkmaz Karaca yüzünden, Yiğit Bulut yüzünden, Taranoğlu yüzünden böyle saçma sapan bir durum içerisindesiniz. O yüzden bu tip yolsuzluk skandalları, bu tip ifşâlar, bu tip kamuoyu tartışmaları, aslında çok dramatik, birdenbire bütün tabanını AKP’den soğutacak bir etki yaratmasa da, genel îtibâriyle AKP’ye yapışan kimliği tahkim etmek açısından çok kıymetli. Yani bu partinin artık ideolojik söylemi meselâ sürekli olarak “vatan, millet, Allah, din” ekseninde cereyan eden bir söylem var, öyle değil mi? Şimdi bu söylemin etkileyiciliği, işte bu tip ifşâlar olmadığı zaman ortaya çıkıyor. Bunlar olmadığı zaman, işte bu hamâsî söylemler, hırsızlık mekanizmasını, dolandırıcılık mekanizmalarını, rüşvet ve yolsuzluk mekanizmalarını bir şekilde gizlemek için kullanıldığı ortaya çıkınca sakil duruyor. Şimdi eminim ki bu işe ismi karışan insanların Twitter hesaplarına bakın: Her cuma “Hayırlı cumalar” mesajı atmışlardır. Çok milliyetçilerdir, çok dindardırlar, aslî unsur tanımları vardır, kafalarına göre milletin bağrından çıkmışlardır, falan filan. Şimdi bu ifşâlara kadar, normal sıradan bir insan bu insanların AK Parti’ye gönül vermiş birisi olduğunu düşünebilir. Ama bunlar ifşâ olduktan sonra, bu insanların aslında dolandırıcı oldukları ortaya çıktı. Dolandırıcılık yöntemi hâline getirdikleri ortaya çıkıyor. O yüzden muhâlefetin bence hakîkaten buna çok mesâî harcaması lâzım. Muhâlefet milletvekili olarak meselâ Ali Mahir Başarır son dönemde benim çok dikkatimi çekiyor. Hakîkaten takdir ediyorum. Yani adam gerçekten çalışıyor, Cumhuriyet Halk Partisi’nde. Yani bu tip milletvekillerinin artması gerekiyor. Çünkü bu skandallar sâyesinde, o hamâsî söylem zayıflıyor. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal, sen “Çok da fazla bir şey yok aslında” dedin. O zaman seçimlere de hiçbir etkisi yok deyip kısaca söyleyip bitiriyorsun. 

Kemal Can: Çok istiyorsan öyle diyeyim. Ya, ben sâdece Burak’ın bıraktığı yerden devam edeyim, Ayşe de aslında oradan açtı, Burak da tamamladı. Bence evet, buradan sâhiden yeni bir durumun ortaya çıkması için, dediğim gibi ya bunun doğrudan muhâtabı olan o devlet kapasitesi, yargı yeni bir durum olarak ele alacak ya da iktidar bunu yeni bir durum olarak ele alacak ya da bütün millet bunu artık yeni bir durum olarak algılayacak, buna göre reaksiyon verecek, ya da işte biraz önce Burak’ın da bıraktığı yerde olduğu gibi, muhâlefet bunu vesîle ederek, bunu kullanarak, bunu genişleterek, sistemleştirerek, Ayşe’nin söylediği mekanizmalar olabilir, yani ortak araştırma komisyonları vb., tıpkı periyodik masa toplantıları gibi birtakım durum tespiti ve bu hakîkatlerin kamuoyuna duyurulması çabası gündeme gelebilir. Açıkçası bunu belediyelerin bile… ki biliyoruz belediyelerde bürokratından daha önceki başkanına kadar pek çok kişinin içerisinde olduğu, herkesin de çok bildiği çarklar işlemişti; ama üzerinden üç yıl geçti, hâlâ bu çarkların tam olarak nasıl işlediğine dâir fazla şey öğrenemedik. Yani Yenikapı’daki arabalar ve Ankapark dışında, işte bir de şimdi olduğu gibi suç duyuruları, sonuçsuz kalan, savcıların çekmecelerinde bekleyen ya da hattâ belki artık çöp sepetine gitmiş suç duyurularından ibâret. Bunun böyle olmaması lâzım. Şimdi bu işin siyâsî sonucu, yani iktidârı etkilemesi, AKP’yi etkilemesi ve seçimleri etkilemesi meselesi üzerinden baktığımızda, öncelikli olarak muhâlefetin zâten bundan etkilenmesi ya da bununla yeni bir durum olarak karşı karşıya kalması, beklediğimiz bir durum değil. Zâten bu iktidarın çok ciddî bir çürümeye, yapısal bozulmaya neden olduğunu düşündüğü için muhâlefet seçmeni için şaşırtıcı bir şey yok; buradan beklenen siyâsî etki, iktidar seçmeninin bu durumdan nasıl etkileneceği. Şimdi orada ilk turda Burak biraz değinmişti; yani bir tânesine değindi, ama farklı kategoriler kurulabilir. İktidar seçmeninin hepsinin bu meselelerde benzer düşündüğünü, hepsinin aynı şeyi düşündüğünü söylemek zor; ama kategorilerden büyükçe olanı bence bunlara inanmıyor ya da bunların olup olmadığıyla ilgileniyor değil. Bunların önemli olup olmadığına ya da karârının belirleyici olup olmadığına ilişkin daha geniş mezhepli davranan, bunun bir kısmı pragmatik bir kısmı ideolojik, ama böyle davranan, yani bunlar doğruymuş değilmiş lâfıyla ilgilenmeyip, “Bunlar önemli mi, değil mi?” üzerinden bakan bir kitle var. Onun dışında, işte şimdi biraz önce benim değindiğim, sonra Ayşe’nin de Burak’ın da temas ettiği bu devşirilmiş, dışarlıklı aktörlerin olayın başkahramanı olmasının ideolojik çekirdekte şöyle bir karşılığı oluyor — bu da başka bir kategori: “İşte bunlar, çıkarcı birileri, bizim halisâne dâvâmızı lekelemek için gelip yapıştılar. Bunlardan kurtulunsa, aslında…” –kimi fabrika ayarları diyor, kimi ideolojik öz diyor ama–, “kurtuluruz”. Dolayısıyla bunu aslında bir bakıma bunlardan kurtularak ve bunları temizleyerek, bunları uzaklaştırarak Reis’in çevresinden bir arınmayla düzelebileceğine inanan ve asıl meseleyi yine kendi dışında gören bir kategori de var. Bir de tabiî ki sayısal olarak büyük değil ama, güç olarak etkili olan önemli bir kategori de, bu bizim problem olarak gördüğümüz çarkı kendisi için bir fırsat ve imkân olarak kullanmış, kullanmaya devam etmiş, bunun parçası olmuşlar meselesi. Zâten asıl problem bu tür şeylerin yeni bir durum, sâhici yeni bir durum hâline dönüşmemesinin en önemli kilidi de burada, bu çarklar. Yani bu adamları biraz önce Ayşe söyledi. Hani “Korkmaz Karaca’yı buraya kim getirdi?” filan. “Buraya getiren Tayyip Erdoğan mı? Ya da daha önce CHP’ye getiren Deniz Baykal mı?” meselesi değil. Bu çarkların işleyişinde böyle dişlilere ihtiyaç duyulması bu adamları buralara getiriyor. Dolayısıyla bu çarkların kendisini de mesele etmeye başlamadan sâhiden yeni bir durumdan bahsetmek zor. Şimdi meselâ bu adamlar istifâ etti. Belki bâzıları… işte, o rektör mü dekan mı ne? Milletvekilinin eşi olan, gözaltına alınmış, şoförünün evi basılmış falan filan. Belki bir şeyler de yapılacak, ama bunlara yapılan hamleler, daha önceki bakanlara yapılan da: “Siz ne yaptınız? Yaptığınız kabul edilebilir mi?” değil. “Siz nasıl bu ifşâya, bu patlağa sebep oldunuz?”un cezâsını çekiyorlar. Daha önceki bakanların görevden alınmasında da, “Neden böyle şeyler yaptınız? Neden rüşvete bulaştınız?” değil. “Neden bunun ortaya çıkmasına neden oldunuz?” Yani bir yöntem beceriksizliğinden cezâlandırılıyorlar. Dolayısıyla bu olmadan… çünkü meselâ şöyle şeyler yaşanır ya? “Şimdi o istifâ etsin, bu istifâ etsin” denir; genellikle mâkul bir demokrasi ve demokratik bir toplum işleyişinde, doğrudan sorumlusu olmayan insanlar bile, kendi sorumluluk alanlarında olmaması gereken bir şey yaşandığında, bununla ilgili bir tasarrufta bulunup istifâ ederler. Yani bir orman bakanının orman yangınıyla ilgili istifâ etmesi için o ormanı çakmağıyla yakmış olması gerekmez. Onu engelleyememiş olmaktan doğan bir sorumluluk ya da işte ukdesinde ya da görevli olduğu bakanlığın bir personelinin yaptığı hukuk dışı davranış nedeniyle insanlar istifâ etti. Şimdi doğrudan işlemi yapmış, eylemi yapmış, değil göz yummuş, değil engellememiş, bizzat yapmış olanların bile istifâ etmediği, sâdece rahatsızlık çok üst seviyeye çıkarsa ortalıktan kaldırıldığı, “Şimdilik göz önünden git” dendiği bu çok mafyatik bir yöntemdir. Yani mafya elemanı bir şey yapar, “Sen bir süre ortadan kaybol” — bu bir sürü dizide filmde görülen repliktir. Yani: “Sen bir süre ortadan kaybol, bir süre şehirden ayrıl”. Şimdi yapılan şey bu. Bunu da çok yeni bir durum olarak o yüzden düşünemiyorum. Burada mesele iki boyutlu: Bir, evet, burada çok ciddî, iktidarın kurduğu tuhaf birtakım çarkların etkisi var. Ama bütün bunları mümkün kılan bir de büyük çark var. Yani bugün %7.5 büyüme varken çalışanların ücretlerinin %30 kadar gerilemiş olduğu gerçeğini yaratan bir çark var. Bu çarkın bu işleyişteki payı göz önüne alınmadan ve bu sistematik işleyişteki bütün aktörlerin rolü açığa çıkartılma hedefine konmadan, çok fazla mesâfe almak zor.  Biraz muhâlefetin bu anlamda öncü ve sürükleyici bir fonksiyon edinmesi mümkün olabilir. Bu seçimleri etkiyebilecek, AKP seçmenini etkileyebilecek bir şey olmanın ötesinde, sâhiden bir şey değişecek ve “Başka bir Türkiye mümkün” ihtimâlini canlandırmak için lâzım olan bir şey. Yani arınma ve temizlenme iddiası, bunun başarılmasıyla ilgili bir sınırı ifâde etmez, böyle bir imkânın mümkün kalabilmesini sağlamaktır. Yani değişim, hattâ devrim iddiaları da bu yüzden kıymetlidir. O aslında bir imkânı, bir olasılığı canlı tutan bir şeydir. Onu kaybettiğiniz zaman, işte o zaman yolsuzluğu kader olarak algılamak ve tıpkı “Devlette devamlılık esastır” gibi, bu kurulu düzende devamlılık esastır gibi bir sonuca varmak ve bunun işte böyle patlangaçlar gibi, evet, yeni bir skandal dalgası geldi. Birileri bir şeyler patlattı, patladı çatladı gibi, sonra yeniden biz işimize bakalım durumuyla karşı karşıya kalırız. Şimdi ekonomik kriz, yolsuzluk, çürüme, sistem çökmesi… bütün problemlerin kronik hâle gelmesi, bunlar bir paket olarak aslında hani Burak dedi: Muhâlefeti bu konuda yetersiz görüyorum. Bu paketlerin her birinin tek tek son derece az kullanılan materyal hâlinde ortada duruyor olduğunu, bunları bizim konuştuğumuzu, insanların da ilgiyle takip ettiğini, yani bizi ilgiyle takip ediyorlar anlamında değil meseleleri ilgiyle takip ediyorlar, onlar ilgiyle takip ettiği için biz de üzerine konuşuyoruz. Ama halbuki bunlar hâlâ işlem görmeyen ham malzemeler olarak duruyor. Yani asıl problemin ben bu olduğunu düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Evet, burada noktayı koyalım. 

Kemal Can: Bir şey oluyor muymuş? Söylediğimden…  

Ayşe Çavdar: Olması ihtimâli varmış. Eğer oldurursak olurmuş. Ben öyle anladım.

Ruşen Çakır: Olsun istiyormuşsun, Kemal Bey, tamam. Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Sedat Peker olayını ele aldığımız “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. İzleyicilere de teşekkür ediyoruz. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.   

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.