Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: Disiplinlerarası

“Barış istiyorsanız dostlarınızla değil, düşmanlarınızla konuşacaksınız.” 

Moşe Dayan

Dil eğitimiyle ilgili bir makale okumuştum. “Evet, işte öğreniyorum” ile “Ben asla bu dili konuşamayacağım” arasındaki gidiş gelişleri ve bunların ne anlama geldiğini açıklayan şahane bir yazıydı. Konu bu değil ama “Öğrenemiyorum” düşüşleri doğru yolda olduğunu gösteriyormuş meğer.

İster yaratıcı bir faaliyette bulun, ister bir bilgi ve deneyim edinme sürecinde ol, fark etmez, bir yerde takılıp kalırsın. Ne çok evde, telleri okside olmuş, duvarda bir biblo gibi meyus bekleyen, içi tozla dolmuş gitar vardır. Bunlar o sert dönemeçlerin, darboğazların mahsulüdür ve ne kadar kederli görüntülerdir. Bir engeli aşamayışı, heveslerinin kursakta kalışını anlatırlar. 

Böylesi tıkanma zamanlarının en etkili çaresi, başka bir alandan malzeme devşirmeyi denemek olabilir. Özellikle yaratıcı bir uğraşa adanmışsan, bir yerde o alanın -senin ufkundaki- sınırlarına ulaşman kaçınılmazdır. Bu alanları ayıran sınırlar, iç içe geçmiş çemberlerden oluşan bir hedef tahtasını andırır. Bir çemberi geçince hareket sahanlığın genişlese de sonrasında yoluna bir çember hattı daha çıkacaktır. Bu nedenle, disiplinlerarası çalışma, yaratıcı -ve büyük oranda- üretici faaliyetlerde çember dışına çıkmayı kolaylaştırır. 

Bu anlattığım şeye somut bir bilgiden ziyade, içgüdülerimi takip ederek ulaşmıştım vaktiyle. Süreci çok iyi hatırlamıyorum ama daha iyi yazmaya odaklandığım zamanlarda dönüp dönüp Brughel’in tablolarını inceliyordum. Onun merkezsiz ve sonsuz evreninde bir şey arıyordum. Somut, tarif edebileceğim bir şey değildi bu ama şu kadarını çok iyi hatırlıyorum: Aradığım şey edebiyatın sınırlarının dışına taşıyordu. Yani Borges’de, Cortazar’da, Orhan Kemal’de bulamayacağımı bildiğim bir şeydi aradığım. Geçen süre içinde şöyle fikirler dolanıyordu aklıma: “Bir edebiyatçı bir ressamı taklit edebilir mi?” Brughel’in o merkezsiz ve kahramansız dünyasında resmettiği figürleri birbirine bağlayan muazzam, büyülü bir şey vardı. O kadar belirgin olmasına rağmen bir türlü kelimelere dökemediğim bu şey “tema”ydı. Birbirinden kopuk, bağlantı kurulması neredeyse imkansız gibi görünen her şey, tematik bir kurguya göre biçimlenmişti. Keşfimi bir seri öykü üzerinde denedim. Yayımlatmadığım bu ilk çalışmadan (1991) sonra da, yine yayımlatmadığım bir romanda aynı tekniği denedim (2000). Zahmetli ve yorucu bir yolculuktu benim için. Okunması neredeyse imkansız bir roman çıkmıştı ortaya ama bu çalışmanın bana ziyadesiyle katkısı olduğunu düşünüyorum. 

Son romanım için dört yıl ud çalıştım ve bu süre içinde armoni tarihini ve teorisini anlamaya gayret ettim. Müzik teorilerini anlayabilmek zor olduğu ölçüde riskli de bir süreçtir. Anladığını zannedip bütün hikâyeni bir yanlış anlama üzerine inşa etmen mümkün. Bu bakımdan dikkatli olmak, birilerine danışmak ve çokça da dinlemek gerek sanırım. Tıpkı resimde olduğu gibi, müzikten edindiklerim de benim edebiyata bakışımı yeniden biçimlendirdi. Bu süreç kaçınılmaz zaten. Resimle hemhal olduğun zaman; kaçış noktası, perspektif, desen, ışık, gölge gibi kavramları tanıdıkça bunları içgüdüsel olarak yazı üzerinde de aramaya ya da tanımlamaya çalışıyorsun. Yani biraz öküzün altına buzağı yerleştirme gayreti, diyelim. Çünkü yeni tanıştığın bu kavramlar, senin üretim alanına ait değil ve zihin otomatik olarak bir bağlantı yaratmanın derdine düşüyor. “Üç kaçışlı perspektif, öyküde neye karşılık gelir?” diye düşünürken bulursun kendini. Milo Manara’yı tanıdığım zaman, “Minimalizm edebiyatta nasıl uygulanır?” diye aylarca kafa patlattığımı hatırlıyorum mesela. 

Dediğim gibi, doğal bir yönelim bu. Müzik de kendi kavramlarıyla kapıya dayanır ve sana yeni olanaklar ya da çözümler sunar illa ki. Karar sesi, armoni kuralları, minör-majör gamların yarattığı duygudurumlar, makamlar, güçlü ses, makamsal geçkiler, göçertme ilkeleri vs. gibi pek çok yeni bilgiyle yüklenip asli uğraş alanına geri dönersin. Bavul ağzına kadar doludur ve bunlarla ne yapacağını bilemezsin bir süre. Tekrarlamakta yarar var, bu düşünme bilinçli bir tercihten ziyade insiyaki bir yolculuk olarak belirir önünde. Hayal et ki elinin altında yüzlerce anahtar var ama uygun kilit aramaktasın. O güne kadar yaptığın yolculuk boyunca edindiğin deneyim, hikâye etme yordamları, karakter biçimlendirme teknikleri vs. bir anda kaotik bir kavram değirmenine düşüverir. Bu yeni kavramlarla yaptığın şeyi yeniden biçimlendirmek, anlamlandırmak için çabalamaya başlarsın. 

Böyle bir çabanın muazzam yan etkileri var. Yorucudur, bazen usandırır ama illa ki yeni bir bakış edinerek çıkarsın tünelin ucundan. Çünkü kullandığın kavramlar alan-dışıdır ve pek çok  hata yapacağın kesindir. Ama yeni bir şey söyleyebilmek için gerekli aygıtlara sahip olursun. İki disiplinin de eşiğinde kalırsın, ikisine de açılan ama ikisine de ait olmayan bir tünel kazmışsındır. Bir yanıyla müthiş bir özgürlük, bir yanıyla da ne işine yarayacağından emin olmadığın bir “serbestiyet”. Sonunda geçitler keşfetmeye başlarsın. Moda deyimle konfor alanından çıkmadan keşif yapamayacağını öğrenirsin en azından.

Bir alana kısılıp kalmak, derinleşmeni sağlar ve kuşkusuz sayısız faydası var ama bir nehrin çaylarla beslenmesi gibi, başka alanlardan devşirilmiş malzemeler, akışı daha güçlü hale getirebilir, buna şans vermek gerek. Çünkü keşif yoksa sanat yavanlaşır, kendini tekrar eden bir döngüye hapsolur.

Not: Hiç alakasız yere aklıma ne geldi şimdi! Bugün hâlâ HDP ile masaya oturup oturmamak, “onlara” bakanlık “verip” “vermemek” konuşuluyor ya sanki ülkenin kaderini yazan kurgu ustası bir yerde tıkanıp kalmış ve kendi paradigmasına hapsolmuş! 80’lerdeki malzemeyi öğütüp duruyor değirmen, ne dersin? Belki de bir yazarın edebiyat üzerinde yaptığı yolculuğa başka alanlardan malzeme devşirme ve başka alanların kavramlarıyla yaptığı işi tanımlama gayretine benzer bir girişimi siyasette de göstermek gerek. Biraz sosyoloji, tarih bilgisiyle falan takviye etselerdi kendilerini keşke.

Bir insan kendi zaaflarından, ego dürtmelerinden kurtulmadan çıplak gerçeklikle yüzleşemez. Bu durum siyasal organlar için de geçerli. Öğrencilerime her zaman tekrarladığım şeyi buraya da yazayım: Bir gözün bu coğrafyada olacak, bir gözün Samanyolu Galaksisi’nin ötelerinde. Bir yanın 2022’de yaşarken bir yanın 12. Yüzyılın sorunsallarıyla meşgul olacak ve zihninde 2070’li yılların gündemi dolanacak. Yoksa yaşadığın çağa ve coğrafyaya hapsolursun. Sonra da “Coğrafya kaderdir” diye sızlanıp durursun. Kader olan coğrafya değil, nereye ne amaçla baktığındır. Dahası, orada ne gördüğündür.

Ayrıca, Türkiye’nin şu andaki gündemi HDP’ye bakanlık verip vermemek mi yani? Bunu iktidar odakları yapsa, “Sedat Peker’in yarattığı gündemi bulandırıyorlar, suni gündem!” diye avazlanırlardı. E, şimdi bu yapılan ne? 6.5 milyon oyu olan bir partiyi yok sayarak siyaset mi yapacaksınız? Fena kısılıp kalmışsınız. 

Onu bunu bilmiyorum da bildiğim tek şey önümüzdeki seçimlerde zırvalayan her siyasal yapı tarihsel planda mahkum olacaktır. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.