Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: Etkileşim

Karakter yaratmanın en temel yordamının betimleme olduğu düşünülür. Oysa senaristler, romancılar, tiyatro yazarları, inandırıcı bir karakter biçimlendirmede, dışarıdan tarif etmenin, betimlemenin sanıldığı kadar etkili bir yöntem olmadığını bilir. 

Bir romanın yarısını tek bir karaktere hasretsen ve onu okurun gözünde canlandırmak için olmadık ayrıntıları sayıp döksen de bir işe yaramayabilir bu. Eğer karakter yalnızca yazarın tanımından besleniyorsa, iki boyutlu bir figür olarak kalabilir. Her şeyden önce, okur, yazarın betimlemelerinin ne kadarına inanması gerektiğini bilemez. Haliyle yazarın kılavuzluğu, anlatılan hikâyenin karanlık noktalarını bütünüyle aydınlatamaz. Biraz da bu nedenle modern kurguda “anlatma göster” der durur ustalar. Karakter yaratma meselesini azıcık erteleyerek bu “anlatma göster” faslını açayım, zaten bunu çözdüğümüzde öbür kısmı da anlaşılacak, göreceksin.

İyi bir kurgu eseri, özellikle roman “interaktif” bir okuma sürecine açık olmalıdır. Tuhaf geliyor kulağa ama yazı evreni okurun bütün duyusal algılarının yazar tarafından biçimlendirildiği, yönlendirildiği bir süreç gibi görünür ilk bakışta ama doğru değildir bu. Yazar, söylediğinden fazlasını kastedebilir ve hatta bunu amaçlamalıdır. Diyelim ki Tolstoy bize Anna Karenina’yı anlattı, betimledi, roman boyunca onunla yolculuk ettik. Buna rağmen Anna’nın kızıyla kurduğu ilişki üzerine düşündüğümüz zaman, Tolstoy’un bize anlattıklarından fazlasını düşünmeye hatta hissetmeye başlarız. Bir süre sonra Tolstoy bir “ara birim” olarak bizimle Anna arasından sıyrılıp çıkar ve biz karakterle doğrudan ilişki kurarız. Bu da iyi bir romanın olgunluk ölçütlerinden biridir. Balzac, Dostoyevski, Dickens gibi ustaların öylesine sevilmelerinin bir nedeni de budur. Biz onların kılavuzluğuna ihtiyaç duymayız bir süre sonra. Raskolnikov hakkında kendi fikirlerimizi, değerlerimizi şekillendirebilme şansımız olur mesela.

Yazarın okura bir şeyleri “anlatmak”tan ziyade onun “görmesini sağlaması” üzerine kurulu bir yordamdan söz ediyorum. “Neriman İstanbul’a yağışlı bir sonbahar sabahı gelmişti” cümlesi “anlatan” bir cümle. “At Meydanı’nın kaldırımlarını sarıya boyayan çınar yapraklarının üzerine düşen damlalar, uyanan günün ilk ışıklarının altında ışıldıyordu” cümlesi ise aynı şeyi “gösterir”. Anlatan cümlede, okur hikâyenin hangi “set”te, hangi mevsimde ve günün hangi saatinde geçtiğinin bilgisini edinir. Gösteren cümlede de aynı sonuçlara ulaşır ama yazarın verdiği “yarı mamul” verilerle o sahneyi kendi kurar, kendi aşinalığıyla işler. Aynı durum karakter için de geçerlidir. Bir roman karakterini tanımlarken, “Neriman cimri biriydi” diyerek onu tarif edebiliriz elbette, bu bir anlatma örneğidir. Aynı bilgiyi şöyle de verebiliriz: “Arkadaşı arkasını dönüp kapıya yönelirken Neriman onun garson için bıraktığı bahşişi hızlı bir hareketle alıp cebine attı” gibi… Böylece yaklaşık olarak aynı bilgiyi okura sunmuş olduk. İkinci ifade elbette ki ilki kadar belirgin değil. Neriman’ın o hareketi cimri olduğu için mi yoksa fakir olduğu için mi, yoksa garsondan memnun olmadığı için mi yaptığı bir tek bu cümleyle anlaşılmayacaktır. Bunun bir dezavantaj olduğunu düşünüyorsan yanıldığını söyleyebilirim. Neriman’ın kişilik yapısının bütün değişkenleri yavaş yavaş olgunlaşacak ve okurun zihninde “cimri” ile sınırlandırılmış bir kişilikten fazlası belirecek bir süre sonra. Kolaylıkla çalıp çırpabilen, insanlara rahatlıkla yalan söyleyebilen vs. gibi ek özelliklerle de donatabileceğiz onu. Daha önemlisi, bu ikinci anlatı türünde Neriman’ı yazar tarif etmiyor, yazar yalnızca belli sahneler içinde onu “gösteriyor” ve okur onu kendi kelimeleriyle tanımlayarak sürece dahil oluyor. Bu da okurun romana katılması anlamına gelir. Romancı, karakterin ham özelliklerini vererek okurun karakteri yeniden biçimlendirmesi, onu olgunlaştırması için okura bir marj alanı yaratır.

Başta söylediğime dönelim: Bir karakteri oluştururken onu sayfalarca betimlemek, fiziksel özelliklerini sayıp dökmek, geçmişte yaşadığı travmalardan söz etmek, ten kokusunu, teninin rengini, saçlarını nasıl taradığını, gözlerinin iri mi kısık mı olduğunu vs. anlatmak okur açısından ikincil öneme sahip özelliklerdir. Bir roman figürünü karakter haline getiren en temel şey etkileşimdir. Tekrar ediyorum, yüzlerce sayfa betimleme yapıp yine de bir aktörünü karaktere dönüştüremeyebilirsin. Okura karakteri anlatmayıp göstermenin yolu, onu bir etkileşime sokmaktır. Neriman’ın kötü kalpli biri olduğunu uzun uzadıya anlatmaktansa, yolda giderken bir dilenci kadının para toplamak için yere yaydığı mendile bastırman yeterli olabilir bazen. Bilerek biraz abartılı örneklemeler yapıyorum elbette. İşin o yönüne takılmazsan sevinirim. 

Okur, romancının betimlemelerini her zaman tedbirli bir şekilde takip eder. “Her zaman” konusunda ısrarlıyım. En sevdiğin yazarın en nötr ifadesini bile zihninde müphem bir kuşkuyla okursun. “Selim’in saçları yer yer kırlaşmış, kırklı yaşlarının ortalarında olmasına rağmen…” Burada yazar karakterin saçlarının “yer yer” kırlaşmış olduğunu “söylüyor” ve sen bu ifadeyi, çok değer verdiğin bir romancıdan okuduğunu varsay bir an için. İki temel sorun var: 1. Bu romanın kurgulandığını biliyorsun. Olay örgüsü gerçeklerden esinlense bile, ortada bir kurgu ürünü vardır. Yani en değer verdiğin romancı bile olsa, bu karakter gerçek hayatta yaşasa bile onu yeniden işlemiştir ve ona olmadık özellikler atfetmiş olabilir. 2. Yazarın ölçütleriyle seninkiler arasında fark olacağı açık. Selim’i görsen, saçlarının “yer yer” değil bayağı kırlaşmış olduğunu söyleyebilirsin. Yazarın “yer yer” ile kast ettiğiyle okurun hayal ettiği arasındaki epistemolojik farkın bilgisi, okurun zihninin gerisinde her an bir temkinlilik ölçütü olarak sürüp gidecektir. Bu nedenle karakter yaratırken onu etkileşim içinde boyutlandırarak, okurun o karakteri “görebilmesi”ni amaçlarız. Pasif bir betimlemenin yaratabileceği karakter cılız ve boyutsuz olacaktır. Ne zaman ki karakter bir etkileşim alanına girer, bir kedinin kuyruğunu çeker, yanından geçen bir çocuğa dil çıkarıp onunla şakalaşır, ne zaman ki karakter yürürken ıslık çalar, o zaman okur onunla ilişki kurmaya başlar. Yazar aradan çıkmış, artık karakterin etkileşimi bir boyut daha kazanmıştır. Yani karakter, romandaki diğer aktör ve nesnelerle etkileşirken aslında okurla da etkileşime girer ve bu çok kıymetli bir süreçtir yazar açısından. O nedenle Borges, “İyi bir eser okur tarafından tamamlanır” demiş olsa gerek. 

Tabii burada yalnızca karakterin etkileşim ile boyut kazanması sürecini tarif etmeye çalıştım sana. Okurun romana katılması, romandaki diğer duygu durumlarla etkileşim içinde olabilmesi mümkün ve bütün bunlar romancının yeteneğine işaret eder. Sahne iyi kurulmuşsa okur, romanda “gösterilen” her şeyi kendi zihninin seti içinde “görecek”, kendi dünyasına tercüme edecektir. Eğer sahne yalapşap kurulmuşsa, sahneyi ne kadar tarif edersen et, öyle ya da böyle okur meseleyi anlayacak ama onu kendi dünyasında yeniden işleyip hikâyeye dahil olamayacaktır. İyi bir roman okura etkileşim alanı yaratır, onun hikâyeyi yeniden biçimlendirebilmesine, “kişiselleştirmesine” imkan tanır ve anılaşma potansiyeline sahiptir.

Not: 

Tayyip Erdoğan’ın gezilerinde insanlara çay, oyuncak vs. atması sosyal ağlarda dile dolanan meselelerden biri. Erdoğan’ın miting meydanlarında yaptıklarını izlersen, çoğu davranışının bir etkileşim yaratma çabasına yönelik olduğunu görebilirsin. Bir dönem  -tam hatırlamıyorum tarihi- ama sıklıkla seçim mitingini yarıda bırakıp kalabalık içinde bayılan birilerine tıbbi müdahale çağrısı yapardı mesela. Burada bir Lazarus etkisi olduğu kesin ama bunu başka bir yazıda kullanacağım, not faslına da not yazmak zorunda kalmak istemiyorum şu an için. 

Erdoğan insanlara çay atıyor, onların miting alanında düşüp bayılmalarıyla ilgileniyor vs. Bunlar çok tuhaf davranışlar değil. Ortalama bir vatandaş için devlet adamı, mikrofondan esip gürleyen ve köşküne, sarayına dönen bir aktörken, Erdoğan -iyi, kötü- somut bir şey veriyor insanlara. Bu verdiği şey ekmek, un, yağ değil, çay. Bu ayrıntı çok önemli. Yarı keyfi, yarı ihtiyaç ya da keyfi bir ihtiyaç, diyelim… Bu ülkede çay sevmeyen insan bulabilmek zor olsa gerek. Kaldı ki çay ile Karadenizli seçmenine de göz kırpıyor falan. Yani bu imgeyi seçmesi de rastgele değil ve Erdoğan’ın danışmanlarından biri olsun etkileşim meselesine kafa yormuş bence. Yalnızca çay dağıttığı insanları değil, onu görenleri de etkileyen bir yanı var bu hareketin. Bir siyasetçinin insanlara somut bir şey verdiğini görmenin yarattığı algı… O insan ne zaman bir bardak çay içse, zihninin bir yerinde o sahne canlanacaktır. 

Altılı Masa erbabının da öyle bir atraksiyona ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Altılı Masa, bütünüyle aritmetik üzerine kurulmuş, etkileşim yerine kapalı devre bir oransal dağılım çemberine sıkışmış görünüyor. Yani bir yazarın kendini kasarak bir aktörü betimleme yoluyla boyutlandırma çabasını andıran bir tutukluk hali var orada. Bütün hikâyesini “Aday kim olacak?” üzerine kurmuş bir yapı ile karşı karşıyayız. “Katil kim?” tarzı ilk kuşak polisiye romanlarını andıran bir çıkmaz görüyorum. Altı iştirakçi partinin oylarının matematik hesabının yapıldığı bu yapılanmanın adı bile rakam! “Demokrasi Masası” değil mesela. 

Şu anda Altılı Masa’nın önümüze bir iktisatçılar, bir hukukçular, eğitim, şehircilik, tıp, kadın hakları konularında uzman ekiplerden oluşan kadrolar çıkarması gerekiyordu ki etkileşebilelim. Tıpkı kötü yazılmış bir romandaki gibi, okuru pasif bir algı noktasında görüp ona rakamlar, oranlar sunuyor ve “Aday kim?” oyunu oynuyor Altılı Masa. Okur, yuvarlak bir masasının etrafına toplanmış altı kişinin ne yaptığını bilmiyor ve fazla da ilgilenmiyor. Hissettirdiği tek şey: Bizlik bir durum yok ortada. Bir romanın okur nezdinde düşebileceği en kötü aşamadayız yani.

Üzgünüm ama bu yoldan giderek iktidar olabilirler, işin o tarafından anlamam ben ama tek adam rejiminin devamı olmaktan kurtulamazlar. Tersten söyleyeyim: Aritmetik oyunları yerine kitlesel bir etkileşim ağı oluşturup seçimde başarısız olsalar bile büyük bir hukuk, demokrasi hareketinin fitilini ateşlemeleri mümkün. Böyle bir “etkileşim” tek adam rejimini yıkmak için değil, yerine çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi kurmak için olmalı. Cümleyi basitleştirerek tekrarlayayım: Etkileşim, yıkmak için değil, kurmak için olmalı.

“Bu adam gitsin de…” kafasıyla hareket edilirse, on beş yıl sonra “Bu adam da bir gitsin de…” aşamasına geleceğimiz kesin gibi. 

Siyaset de roman kadar kurguya dayalı bir süreçtir ya… Burada kurgu oturmamış. Ya da yalnızca oturuyor mu demek lazım?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.