Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (72): Erdoğan iktidarını kültür savaşlarıyla koruyabilir mi?

Yesevi Alperenler Ocağı Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nin düzenlediği ve RTÜK’ün kamu spotuyla duyurduğu LGBTİ+ karşıtı “Büyük Aile Buluşması” 18 Eylül’de Saraçhane’de yapıldı.

LGBTİ+’lara yönelik ayrımclılığı ve nefret söylemlerini körükleyen miting büyük tepki çekti.

Festival ve konser yasakları bu hafta da sürdü.

Yaşananlar, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek” sözlerini akıllara getirdi.

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım‘ın bu bölümünde “Erdoğan iktidarını kültür savaşlarıyla koruyabilir mi?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la birlikte yine bir konuyu ele alıyoruz. Bu haftaki konumuz “kimlik savaşları” ya da “kimlik kavgaları”. Geçtiğimiz Pazar günü Saraçhane’de LGBTİ+’ye karşı yapılan “Büyük Âile Buluşması”nın ortaya çıkardığı bir durumla karşı karşıyayız. Çoğunluk olduğunu iddia edenlerin, sayıca az olduğu varsayılan kesimlere bir şeyleri dayatma girişimi. Kemal stüdyoda, Ayşe Berlin’den, Burak Ankara’dan katılıyor. Arkadaşlar, merhaba.

Çavdar-Özpek-Can: Merhaba. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle başlayalım. Geçtiğimiz Pazar günkü mitingde ilginç bir topluluk bir araya geldi. Sonradan yine İslâm’a döndü mü bilmiyorum, ama düne kadar başka bir dine geçmiş olan Tuğçe Kazaz’ın konuşmacı olduğu, Vatan Partisi ile TGB yöneticilerinin ve İsmailağa Cemaati başta olmak üzere bazı cemaatlerin de katıldığı, “küresel ajanların Türkiye’yi LGBTİ propagandası ile bölme planlarını boşa çıkarma” mitingi oldu. Bu ne kadar sivil, ne kadar iktidârın bilgisi, himâyesi ve belki teşviki dâhilinde? Çünkü bu kültürel ve toplumsal gibi görünüyor ama, aslında çok ciddî bir siyâsî olay. Bu konuyla başlayalım. Ne düşünüyorsun Ayşe? İkinci turda, bu konuda toplum nerede, nasıl duruyor ve bu bağlamda muhâlefeti konuşalım.

Ayşe Çavdar: Ben, LGBTİ karşıtı hareketin partileşme yolunda ilerlediğini düşünüyorum. Dolayısıyla siyâsî bir hareket. Ve böyle bir hareketin iktidar tarafından destekleneceğine de şüphe yok. “Kim parti kurar?” konusunda kafamda bir şey var, ama bence bunu şu anda konuşmaya değmez. Fakat böyle bir siyâsî manifestasyon geliyor — ki örnekleri var; meselâ Zafer Partisi göçmen karşıtlığı üzerinden gidiyor. LGBTİ karşıtı bir hareket de ortaya çıkabilir. Bu, iktidardaki siyâsetin, başka partnerler, başka ortaklar varmış gibi davranma siyâsetinin bir yansıması olabilir. LGBTİ+ zâten siyâsî içeriği de olan bir mesele. Çünkü en nihâyetinde, bir hak ve hukuk meselesi. Dolayısıyla elbette bir siyâsî içeriği var. Bu içeriğin manipüle edilmesinden doğacak bir siyâsî hareket geliyor gibi görüyorum ben. 

Peki, iktidârın bundan nasıl bir beklentisi var? Bunu konser ve festival yasaklarıyla da genişletebiliriz. AKP’nin 20 yıldır serdettiği siyâsî dönüşümleri, hangi dönemlerde işine neyin yaradığını ve neyi kullandığını, neyi kendisine bir fayda olarak dönüştürdüğüne baktığımızda, niye böyle davrandığına dâir aklıma gelen şöyle bir sebep var: Eskiden olduğu kadar refah dağıtamıyor. Kendisini destekleyen kesimlere verebileceği pek bir şey kalmadı. Sadece refah değil, kendisinden olmayanlar karşısında bir îtibar, bir saygınlık da dağıtamıyor. Ayrıca, iyinin, güzelin, kötünün, çirkinin ölçütü olma pâyesi de dağıtamıyor onlara. Böyle şeyler başka süreçlerle belirlenir ve onların elinde böyle bir güç yok. Çünkü siyâsî iktidarla kültürel hegemonya, birbirlerine neredeyse rekabet eden kanallarda işleyen şeylerdi. Siyâsî iktidar, iktidârını şiddete büründürerek, belirsizliğin yarattığı şiddet yoluyla sürdürdükçe, bir de gündelik hayat üzerindeki şiddet üzerinden yarattıkça, kültür, direnişte kendisini başka kanallardan var ediyor. Dolayısıyla o kültürü belirleyen iyinin, güzelin, ahlâkî ve etik olanın ölçütünden giderek çıkıyor. Kullandığı gücü ve o gücü kullanma araçları nispetinde, kültür üzerindeki belirleyici olma erkini kaybediyor. Bunu tazmin edecek bir şeye ihtiyâcı var. 

Dediğim gibi, LGBTİ hareketi sâdece kültürel bir şey olarak görülemez; orada bir hak mücâdelesi var. O yüzden konser, festival yasaklarından ayırmak lâzım. Ama ikisi bir arada, iktidârın artık refah ve îtibar dağıtamadığı, o hegemonya içerisinde kendini gerçekleştirme zeminleri yaratamadığı kitlelere, “Sizin adınıza şunu engelliyorum, bunu kısıtlıyorum. Sizin gibi düşünmeyenlerin, sizin gibi inanmayanların, sizin gibi hissetmeyenlerin varlık alanlarını daraltıyorum. Onların varlık alanları, sizin genişleyebilme zeminine dönüşüyor” deme tavrı. Bu yasaklamaları, Kemal’in tâbiriyle bir tür konsolidasyon aracı olarak kullanıyor. Dolayısıyla bunun buralardan çıkması tesâdüf değil. AKP’nin ve AKP’yi var eden İslâmcı ve diğer muhâfazakâr düşünme biçimlerinin, kendilerini tam anlamıyla siyâsî ve ekonomik iktidarda gerçekleştirdikleri anda kaybettikleri haklılık zeminlerini bir tür tazmin etmek için buldukları yollar. Dolayısıyla bu bir başarısızlığın îtirâfı. 

Çünkü hem İslâmcılığın hem muhâfazakârlığın çeşitli iddiaları vardı, meselâ Batı karşısında. Hattâ İslâmcılık, sâdece Batı karşısında değil milliyetçilik karşısında da ahlâkî bir temelden yola çıkıyordu. Diyorlardı ki: “Bize âit olanın içerisinde neyin iyi neyin kötü olduğunu en iyi biz biliyoruz.” İslâmcılık, İslâm’dan yola çıkılarak kotarılmış bir iktidar projesi. Benim İslâmcılık târifim bu. Bu iktidar projesinin içerisinde yalnızca siyâsî iktidar, askerî iktidar, ekonomik iktidar yok. İslâmcılığın siyâsî târifine baktığınız zaman, esâsında kültürel iktidar olduğunu görürsünüz. Yani, “Biz Batı’nın teknolojisini almadık, ahlâkını aldık. Aydınlarımız bize yabancılaştı, mahvettiler bizi. Halkımızı da tanımıyorlar zâten. Bittik, mahvolduk. Dolayısıyla bizleri tanıyan, bizlerin üreteceği bir iktidar ve siyâset bizi kurtaracaktır. Kültür politikasını da biz belirleriz. Neyin iyi neyin kötü olduğuna da biz karar veririz. Çünkü halkımızı en iyi biz tanıyoruz. Dolayısıyla bu şey bizim üzerimizden gitmeli.” Bu biraz da, tercümanlıktan kaynaklanan bir tür iktidar gibi. “ ‘Biz’ olmayandan bize aktarılacak bir şeyin ölçüsünü biz koyarız. Bizim için en iyi olanı da biz biliriz.” İslâmcılığın iddiası büyük oranda buna dayanıyordu. Bu iddia ortadan kalktı — 20 yıldır iktidarda. Kendini tam anlamıyla gerçekleştirecek, iddialarını ortaya koyacak kadar bir zaman buldu ve bütün araçlara sâhipti. Anayasayı bile baştan sona tamâmen değiştirecek, kendi rejimini târif edecek bir güce de sâhip oldu. Ama geldiği noktada bugün, iyinin, kötünün, güzelin, çirkinin ölçüsü o değil. Ve giderek bundan uzaklaşıyor. Bu bâbda îtibar gören şey, o olmayan, ondan olmayan, onun üretmediği, onun târif etmediği. 

Bunun çeşitli sebepleri var, bunu konuşabiliriz. Siyâsî ve ekonomik iddialarınızın iflâs etmesi, insanları, toplumu getirdiğiniz yerde, kendi içinizde iktidârı korumak için ürettiğiniz çelişkiler: “Müslüman, ama şunu yapıyor” çelişkisi. Onu iktidar yapan şey bu çelişki aslında. Çünkü Müslüman olmak ona bu hakkı, üretme ve sürdürme hakkını veriyor. Her çelişkide, inandığı değerleri, dini yeniden modifiye etme, kendine uydurma hakkını buluyor. Gündelik hayâta baktığınızda, bu hakkı bulduğu alanlarda yaptığı işler, kimse için, ona inananlar ve ona oy verenler için bile inandırıcı değildi. 

Şimdi yaptığı şey de, artık bu sürdürülemez hâle gelmiş, bir türlü final yapamayan, final yapmaktan korkan bir hikâyeyi yeni bir yere bağlamak. Dediğim gibi, pratikte, ona oy veren kesimleri, tarîkatları, cemaatleri LGBTİ karşıtı nefret gösterisinde –orada işlenen şey, topluca işlenen bir nefret suçu aslında– bir şekilde onlara, “Size bir sürü şeyi veremiyor olabilirim, ama en azından bunu verebiliyorum” diyor. Hatırlar mısınız, epeyce paylaşılan videolu bir tweet vardı. O videoda adamın biri, “Hiçbir şey yapamıyorsak, doktorları dövebiliyoruz” diyordu. AKP, “Size bir sürü şeyi veremiyorum, ama hiç değilse buradan devam edin” diyerek, kendisine hâlâ oy vermesini istediklerine, buna benzer bir güç veriyor. 

Birkaç şey daha var, ama onları sonraya bırakmak istiyorum. Bu turda söyleyeceklerim bu kadar. 

Ruşen Çakır: Çok sağol Ayşe. Kemal, sen bu olay ilk çıktığında sosyal medyada yazdıklarından, çoğunluk-azınlık meselesi üzerinde kafa yürüttüğünü gördüm. Şöyle bir hissiyat var: Genellikle bu tür çıkış yapanlar, “Biz çoğunluğun sesiyiz” diye çıkıyorlar. Ama sonra bir bakıyoruz: Saraçhane’de hiç de öyle kalabalık değiller. Gerçekten milyonlarca kişinin, “sessiz çoğunluğun sesi” olma iddiasındaki insanlar değil. Çok da fazla değiller ve hiç de sessiz değiller. Ama böyle bir çoğunluk üzerinden bir şeyin tekelini almaya çalışıp, “Türkiye gibi bir ülkede bu konuya böyle bakılır” deyip, oradan bir meydan okuma ve tehdit var. Meydan okuma da değil aslında, tehdit.

Kemal Can: Evet.Bastırma ya da bir cendere üretmek. Bunun özü şu: Aktif bir azınlıktan –buna “azgın azınlık” da diyebiliriz– bir çoğunluk baskısı üretmenin siyâsî bir yöntemi bu. Linç kültürü de böyle bir şey. Amaç, bu tür politik baskılarla çeşitli zayıf grupları hedefe koyarak, onları ezebilme gücünü ve bunları ezerken ya da sıkıştırırken, onlara alan bırakmazken, onları savunacak başka kesimlerin de hareketsiz kalmasını sağlayan bir siyâsî tahakküm yaratmak. Bu, burada keşfedilmiş bir yöntem değil. Bu, senelerdir, çeşitli alanlarda çeşitli sorun başlıkları kullanılarak icrâ edilen bir şey. Aslında daha önceki oturumlarda birkaç kez konuştuk, Türkiye’de de yaşanan şey, bir sanal halk üretmek ve o halkın hassâsiyetlerini, kırmızı çizgilerini temsil iddiasının gücüyle siyâset yapmak ya da iktidârını bununla tahkim etmek… 

Ben LGBTİ meselesini özel bir şey olarak ayırmıyorum aslında. Ben, bir sürecin parçası olarak görüyorum. Ayasofya’dan, İstanbul Sözleşmesi’nden başlayarak gelen bir şey.

Ruşen Çakır: Konser iptalleri…

Kemal Can: Konser iptalleri var, Sezen Aksu hikâyesi var, Gülşen hikâyesi var, Tunç Soyer’e yönelik “ecdâda hakaret” meselesi var… Var da var. Ayşe biraz özetledi: İktidar, uzunca bir süredir başka siyâsî enstrümanları azaldığı için refah dağıtmak ya da bırakalım refahı, fayda dağıtmak ve çok sınırlı çevreye imkân sağlamak konusunda bile artık yetersizleşmeye başlayınca, zorunlu olarak zâten kullanmakta olduğu bu enstrümana daha çok abandı. Ama ben bunun bütünlüklü bir şey olduğunu ve şöyle bir tarafı olduğunu düşünüyorum: Toplumda, bu baskıya, bu çarpıtmaya bir direnç var ve o direnç noktalarına karşı bir saldırı yapılıyor değil. Baktığımız zaman, ne Sezen Aksu hâdisesinde, ne başka hâdiselerde, ne bu gösteri olayında şöyle bir şey yok: Toplumda yükselen bir direnç var ve o direnç noktalarına karşı, Gezi’de olduğu gibi başka bir sivil harekete karşı, o %50’yi evden çıkartma hâli yok. Tam tersine, son derece zayıf, kolay ezilebileceği düşünülen, kolay linç edilebileceği düşünülen… Alıp hapse atılacak bir şarkıcı. Çok da politik bir arkası yok. Birden insanların sokaklara dökülüp, “Gülşen yalnız değildir” demeyeceği gayet net bilinen bir şey. LGBT gibi, bir sürü insan için, bir sürü politik aktör için girilmesi zor bir alan. 

Ruşen Çakır: Bunu ikinci turda konuşacağız.

Kemal Can: Bunlar şunu sağlıyor: Bu, söylediğim azınlıktan çoğunluk baskısı üretmenin imkânını sağlıyor. Hem onlar böyle sanal bir çoğunluk iddiası ortaya koyuyorlar, sanki bu memleketin bütün kültürel hatlarından yükselen yüksek bir reaksiyon var. 

Aslında Kürt meselesinde bile bunu yaşıyoruz. Bunu defâlarca daha önceki yayınlarda söyledim: 2015 öncesinde, açılım süreci sırasında, medyadan bütün siyâsî aktörlere kadar, Kürt meselesine ve Kürt siyâsetinin önemli aktörlerine gösterilen müsâmaha, şimdi nasıl bir sertliğe dönüştü? O arada ne oldu? Birdenbire çatışma mı çok büyüdü? Çok büyük hâdiseler mi yaşandı? Bu toplumun taşıyamayacağı kadar büyük reaksiyonlara yol açacak şeyler mi yaşandı da birdenbire bütün hava değişti? Hayır, öyle olmadı. Bu tepkiler organize edilebildi. Özellikle muhâlefeti sıkıştırmak için sivil alandan faydalanılıyor. 

İktidar, bir yandan iktidar gücünü kullanıyor. Ama iktidar gücüyle yeterli olmayan bir şey var. İktidar gücüyle ne yaparsınız? Polislerinizi gönderirsiniz, savcılarınızı gönderirsiniz, onları içeri attırırsınız. Ama buna siyâsî bir gerekçe üretmek, bunu siyâseten faydaya çevirmek, sâdece birilerinin tepesine sopa vurmayı yeterli hâle getirmiyor. Buna bir gerekçe uydurmanız lâzım. “Bunu halk istediği için” yapıyor olduğunuz iddiasını bunun arkasına yerleştiriyorsunuz. Üstelik de, bunu isteyen halkın çok kalabalık ve büyük çoğunluk olduğu iddiasını bindiriyorsunuz. Saraçhane’de toplanan o kalabalık, o profil, sanki bu ülkenin kahir ekseriyetini ya da ezici çoğunluğunu oluşturuyor ve onların kırmızı çizgilerine uygun biçimde davranan bir iktidar var. Dolayısıyla bunun meşrûiyetini bu popülist dilden alıyorlar. Bunun karşısında olanlar da ya mankurtlar, satılmışlar, hâinler ya da bu toplumun değerleriyle uzak kesimler. 

Ama öyle bir makine ki, bir yandan, karşınızda kimse duramadığı için kendi gücünüzü artırıyorsunuz. Bir yandan, bu gücün arkasında olmayan bir çoğunluk ya da o çoğunluğa sizin giydirdiğiniz bir gömleği dikmiş oluyorsunuz. Üstüne, karşınızda olanları da buna direnemez bir zayıflıkta gösteriyorsunuz. Bu haklar, özgürlükler, demokrasi meselesi; biraz “Çakıl taşı bile vermem” meselesine benzeyen bir şey. Meselâ toprak sorununda çok kolaylıkla bu argümanı kullanabilirsiniz. Kimse, “Ya çakıl taşının ne önemi var kardeşim? Sonuçta koca vatan var, bu çakıl taşı gündem değiştirme” demez. Çünkü bir kez bunu yaptığınız zaman, bir yerde geri adım attığınız zaman, bir yerde geri adım attığınız, boşluk bıraktığınız, bir şeye izin verdiğiniz zaman bunun devâmının geleceğini herkes anlar. Kişisel hayatta da böyledir. Tarla çitini komşunun bir metre getirmesine îtiraz etmeniz lâzım, çünkü öyledir.

Hak, özgürlükler ve demokrasi meselesi de böyle. Herhangi bir alanda, çok detay kabilinden bir hak için bile geri gidemezsiniz. Gitmemeniz gerekir. Onu verdiğiniz zaman, aslında başka bir bütünü kaybetme riskiyle karşı karşıyasınız. Meseleyi buradan koyduğunda, o alanı direnilemez hâle getiriyor. Asıl mesele şu: Ayşe bir direnç var dedi, ama ben aslında bir süredir sistematik olarak kimlik siyâsetine abanan tarzın, siyâseti buraya doğru sürükleme gayretinin var olduğunu düşünüyorum. Tamam, iktidar tarafından bir konsolidasyon var, bunun kısmî bir etkisi de var. Çünkü anketlerde de yavaş yavaş yeniden bir kilitlenme tablosu ortaya çıkıyor. Bir zamanlar %50’de bir kilitlenme vardı, bir türlü kırılmıyordu. O kırıldı, büyük bir erime yaşandı. Şimdi tekrar bir yerde bir kilitlenme var. Bunun içerisinde, o kilitlenmeyi seçime kadar götürmek var. Ama daha önemli şey, bu alanı kontrol etmek ve karşısında, kendisini değil değiştirmeye, kendisinin yaptıklarına direnç gösterecek bile bir güç olmadığının altını çizmek. Dolayısıyla hâlâ arkasında, herkesin dikkate almak zorunda olduğu ve kavgaya girmekten kaçındığı bir çoğunluğun olduğu, o çoğunluk hassâsiyetlerinin fikri tahakkümlerinin olduğu fikrini sağlamlaştırıyor. Bence bütün olaylar, ecdat tartışmasından konser yasağına, LGBT’den İstanbul Sözleşmesi’ne kadar giden şey, böyle bir paketin unsuru. 

AKP ve Erdoğan, seçim ekonomisini kaynaklar sınırlı olduğu için daha daralmış zamanlarda kullanıyor. Ama 2018’den beri bir seçim kampanyası içerisinde. Çünkü biraz önce Ayşe’nin anlattığı nedenlerle, aslında daha da önceden, neredeyse son 7-8 senedir, lütuf dağıtma, kaynak dağıtma imkânını kaybettiğinden beri kimlik siyâsetini süreklileşmiş bir kampanya argümanı olarak kullanıyor. 

Ruşen Çakır: Burak, sen ne dersin? İktidârın ne kadar görünür olduğu olaydan olaya değişiyor ama, bir şekilde işin içerisinde olduğu mâlûm. Bu kimlik siyâseti ve bu tür kutuplaşmalar üzerinden kazanma ihtimâli var mı? Konser yasakları, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, kendi tabanını konsolide etmenin ötesinde, karşı tarafı bezdirme, yılgınlığa sevk etmeye yol açabilir mi? Yoksa tam tersi bir sonuca mı yol açar?

Burak Bilgehan Özpek: İktidarın kazanma ihtimâli yok. Ama bence rejimin kazanma ihtimâli var. Çünkü bu tip çıkışlar, bana biraz rejim içi muhâlefet çabaları gibi geliyor. Yani rejimin kurduğu ana millî güvenlik çerçevesine temelden îtiraz etmeyen, fakat rejimi, yeteri kadar güvenliği sağlayamayan ya da yeteri kadar ahlâkı tesis edemeyen, yeteri kadar kamu menfaatini düşünmeyen bir aktör olarak tanımlayarak, Putin’in muhâlifleri benzeri çok daha marjinal bir muhâlefetin yavaş yavaş nüvelendiğini görüyoruz. Bu, sâdece LGBT karşıtlarıyla da sınırlı değil. Aşı karşıtlığında da, göçmen meselesinde de gördük. Aslında baktığınız zaman, orada boş muhâlefet alanı olarak Erdoğan’ın daha gizlemeye çalıştığı, çok vurgulamadığı alanlar var. Aslında buradaki eleştiri, LGBT konusunda hükûmetin bir aksiyon almaması. Daha sert bir aksiyon alması gerektiğini söylüyorlar. Aşı karşıtlığı meselesinde, meselâ hükûmetin daha serbest bir kamu sağlığı politikası uygulaması gerektiğini iddia ediyorlar. Göçmen meselesinde yeteri kadar tedbir alınmadığını söylüyorlar. Bu belli başlı şikâyet noktalarının hepsi kamusal tartışmaya konu olabilecek meseleler. Dönemin rûhuna uygun bir şekilde, herhangi bir argümanı en karikatürize, en vulgar şekilde ifade edenin daha çok dikkat çektiği stratejiyi benimsiyorlar. 

Dolayısıyla burada Ayşe’ye katılıyorum. Bir siyâsî arayış da var. Rejim içi siyâsî bir arayış. Yani bunlar ayrı parti kurabilirler, hükûmetin içerisinde daha aktif bir rol oynayabilirler, bir güç merkezi olarak başka pazarlıklar yapmak isteyebilirler; ama bu meselelerin tamâmının bir siyâsî arayış meselesi olduğu kanaatindeyim. Meselâ Fatih Erbakan’ın, Yeniden Refah Partisi’nin bu yükselişi ya da Zafer Partisi’nin kısa zamanda %2-3’lük oya ulaşması… Baktığınız zaman toplumdaki bütün marjinal söylemi bir mıknatıs gibi kendisinde toplayan bir alan oluşuyor. Bir tarafta, insanlar kurumsal muhâlefet üzerinden rejimin baskıcılığına, otoriterliğine veya keyfîliğine îtiraz ederken –ki bu meşrû muhâlefet alanıdır–, bir yandan da siyâsetin varoşlarında başka bir şey örgütleniyor. Bu örgütlenen şey, kurumsal muhâlefetin ülkedeki otoriterlikten şikâyet etmesinden farklı bir şey. Tam aksine, yeteri kadar otoriter olmadığını, yeteri kadar güvenlikçi olmadığını, yeteri kadar baskıcı olmadığını söyleyerek örgütlenen bir muhâlefet. Dolayısıyla kendisini hem muhâlefetten hem iktidardan ayrı tutup bir üçüncü yol inşâ etme gayretinde. 

Ruşen Çakır: Burada araya girebilir miyim? Söylediğin aşı karşıtlığını Fatih Erbakan taşıdı ve belli bir karşılık buldu. Göçmen meselesini Zafer Partisi yapıyor. LGBTİ meselesinde de bir Vatan Partisi çıkıyor, bir de kişi olarak Süleyman Soylu çıkıyor. Böyle ilginç bir durum var.

Burak Bilgehan Özpek: Tabiî öyle. Yöntemler aslında belli. Bunlar, dünyadan kopya çekilen yöntemler. Bunu yaşayan tek ülke biz değiliz. Doğu Avrupa’da LGBT karşıtlığı çok önemli bir küreselleşme eleştirisi. Çünkü LGBT meselesi hemen Netflix’e, internete bağlanıyor ve kamunun aktif denetim getirmesi savunuluyor. Dolayısıyla bu yeni siyâsî arayış içerisinde olan insanların toplulukları bir araya getirme söylemleri, diğer ülkelerde de aşağı yukarı benzer şekilde ilerliyor. Bunun bir pazarı var ve bu pazarı bir şekilde kullanmak ve gerçek halkmış gibi sunmak istiyorlar. 

Kemal Abi doğru söyledi. “Sessiz çoğunluğun sesi olma” meselesi bence çok tartışmalı bir mesele. Çünkü sessiz çoğunluğun sesi olduğunu iddia edenler, aslında azgın, sesi çok çıkan bir azınlığın sesi. Orada hep kendisini çoğunluk, mağdur edilmiş, konuşamamış, başı önde gezen, kendisinin avukatlığını yapacak bir lider arayan toplulukmuş gibi gören ve kendisini onun temsilcisi olarak lanse eden insanlara baktığınız zaman, aslında temsil ettiği gruplar hiç de öyle sessiz, sâkin, başına vur ekmeğini al tadında mağdur edilmiş insanlar değil. Aksine, bas bas bağıran insanlar. Çok çoğunluk da değiller, azınlıklar. Zaten azınlık oldukları için bağırıyorlar. 

Tabiî bunun bize özgü tarafları da var. Bize özgü şöyle tarafları var: Bizim politik kültürümüzde, Kemal Tahir okuduğumuz zaman şunu göreceğiz, biraz Sencer Divitçioğlu okuduğumuz zaman şunu göreceğiz: Mutlaka bir “öteki” ihtiyâcına dayanıyor. “Öteki” üzerinden kendi meşrûluğunu ortaya koyma meselesi var. Bu “öteki” ihtiyâcı, terörle mücâdele dönemlerinde belli. 28 Şubat’ta başkaydı. Şu anda, bir “öteki” ihtiyâcı var ve bu ihtiyâcı Cumhur İttifakı karşılıyor aslında. Fakat kendisine siyâsî bir yön çizmek isteyen, otonom bir alan yaratmak isteyen insanlar, yeni ötekiler îcat etmek zorundalar. Yeni ötekiler, ilginç biçimde bizdeki meşrûluğun ve makbullüğün tanımını da değiştiren şeyler. Sadece Kürt meselesinde Cumhur İttifakı’yla aynı hassâsiyetlere sâhip olmak artık yetmiyor, aynı zamanda LGBT, kamu sağlığı, göçmen meselesinde de aynı hassâsiyetlerde buluşmak îcap ediyor. Böylece aslında yeni bir makbul inşâ ediliyor. “Öteki”nin vurgulanması, “yeni makbul”ün vurgulanması anlamında da önemli bir şey. Yani şunu söylemek lâzım: O “yeni makbul” de berâberinde, susan ve onaylayan insanlarla da yetinmeyebilir; konuşan, destekleyen, daha totaliter bir yapıyla yetinebilir. Asıl tehlike burada. 

Baktığınız zaman, toplumda LGBT meselesi aslında çok önemli sıralarda değil. Bana sorarsanız, Türkiye’de ister seküler olsun, ister muhâfazakâr olsun, ister sağcı olsun, ister solcu olsun insanlar, çocuklarının eşcinsel olmasına nasıl tepki vereceklerini, hak örgütüyle aynı cümlelerle ifâde etmezler. İnsanların böyle bir korkusu olabilir, bu korkuda birleşebilirler. Fakat insanlar, buna verdikleri tepki noktasında ayrışabilirler. Yani “Çocuğumun eşcinsel olmasını istemem, ama eşcinsellerin de yasal haklarından istifâde etmesini, ayrımcılığa uğramamasını, toplum içerisinde normalleşmelerini arzu ederim” diyen insan sayısı, bence bu toplumun çoğunluğu. Azınlık dediğimiz mesele, yani bu nefret mitinginde ortaya çıkan insanlar, makbullüğün tanımını yeniden inşâ ederek, bu sessiz asıl çoğunluğu bir şekilde konuşmaya zorlayacak, onları peşlerine takacak bir ajanda istiyorlar. Bunun peşindeler. O yüzden bu tür girişimleri çok tehlikeli görüyorum. Ve siyâsî arayışlar içerisinde olduğunu düşünüyorum. 

Bu küreselleşme karşıtlığı, evrensel normlara yönelik îtirazlar, bize has bir durum değil. Özellikle Avrupa bu durumu yaşıyor. Bu tip hak arayışlarını, mesela LGBT haklarını ya da göçmen haklarını, dayatılan bir ilericilik olarak tanımlıyor. “Woke” bir mesele olarak, yani toplumun gündemiyle alâkasız bir mesele olarak tanımlıyor. Woke meselesi diye bir şey var ve ben buna katılıyorum. Çünkü toplumun temel ihtiyaçlarını ve toplumu bir arada tutan kanûnî çerçeveyi bypass edip, sosyolojiye zorla bir ilericilik dayatma meselesi var. Fakat bu meseleye yönelik tepki de son derece folklorik, antropolojik bir halkı yerel halk olarak öne çıkartmakta çözüm buluyor. Toplumla bunda çözüm buluyorlar. Halbuki woke kültüre asıl îtiraz, ortak vatandaşlık ya da vatandaşlık sözleşmesinin yeniden müzâkere edilmesi şeklinde verilebilecekken, woke kendi alt-right’ını, kendi aşırı sağını, kendi marjinal karşıtlarını yaratıyor. Bunların ortak noktası, biraz önce söylediğim, toplum içerisinde bizim günlük hayatta birebir temas ettiğimiz normal, mâkul insanları es geçmeleri ve birbirleriyle konuşmaları. Nefret mitingine katılan insanların aslında karşılarında rakip olarak görmek istedikleri ve muhâtap olarak almak istedikleri, en tutkulu trans aktivist örgüt. Onu bütün topluma teşmil ederek karşı çıkıyorlar ve dolayısıyla siyâsetin merkezi bir anlamda daralıyor.

Bunun bir de sosyolojik açıklaması var. Onu geçen başka bir yayında da söyledim. Ala El Asvani’nin Diktatörlük Sendromu kitabında yazar. Diktatörlükler, aslında hepimizi betalaştıran rejimlerdir. Aslında hepimiz beta olarak hayâtımıza devam ediyoruz ve bir iktidar hayâli bile kuramıyoruz. İktidar hayâli kuramamak, bizim mikro iktidar alanlarımıza yönelmemizi ve bu betalık stresini, bulunduğumuz daha güçsüz gruplara şiddetimizi yönlendirerek atlattığımızı gösteriyor. Meselâ Mısır’da Müslüman Kardeşler yıllarca Hüsnü Mübarek rejimine karşıydı, muhâlefetteydiler. Fakat Müslüman Kardeşler’in en önemli hobilerinden bir tânesi, edebiyat dünyasında, romanlarında ateist karakterleri işleyen veya İslâm dışı bâzı konuları kendi yazılarına konu edinen yazarları taşlatmaktı, onları linç etmekti. Çünkü bu tip insanların sâhip çıkanı da yok. Hüsnü Mübarek de bunlara sâhip çıkmıyor. Dolayısıyla toplumdaki en güçsüz kesime yükleniyorlar.

Meselâ Medyascope’un, Daktilo 1984’ün, liberallerin, STK’ların mâruz kaldığı linç de o. Yani linç ediliyorlar, çünkü güçsüzler. Kimseye bir mâliyetleri yok. Ama dikkat ederseniz, biz toplumda Devlet Bahçeli eleştirisi duymayız. Niçin? Çünkü eleştiren dayak yiyor, çok basit. Dolayısıyla alfalık sergilenebilecek alanlar, güçsüz grupların üzerine boca edilir. LGBT topluluğu da Türkiye’de hakîkaten güçsüz, kimseye mâliyet oluşturmayacak bir topluluktur. Alfalık şovu için çok müsâit bir alandır. O yüzden en zayıf, en kırılgan grupların üzerine yüklenirler. Ben böyle bir tasnif yaptım.

Ruşen Çakır: Tabiî burada, “Her kuşun eti yenmez” lâfını da söylemek lâzım. Zayıf gördükleri, o kadar da zayıf değil. Bunun örnekleri çok. Meselâ Türkiye’de LGBTİ topluluğun şu andaki durumu, bence çok güçlü. Her geçen gün daha da güçleniyorlar. Engellere rağmen, düşündükleri kadar kolay bir lokma olduğunu sanmıyorum. Demin Medyascope’u, Daktilo 1984 örneğini verdin. Çok kolay lokma sandılar, ama boğazlarında kaldık.

Ayşe, ikinci tura seninle başlayalım. Bu nereye varacak? Toplum buna nasıl müdâhil olacak? Bu kültürel savaşlar belki kaçınılmaz, ama burada nasıl bir gelecek görüyorsun?

Ayşe Çavdar: AKP’nin bu kadar şiddetlenmesinin de bir sebebi vardı ve bence şimdi olanların da –az önce söylediklerimden ayrı– daha temel bir sebebi var. İlk turda, bu konuya girersem çok uzayacağı için kısa tuttum. Asıl yangın evde olduğu için bütün bunlar oluyor aslında. LGBTİ’ye karşı nefret gösterisine gelenlerin de, Aleyna Tilki’nin ya da Gülşen’in konserlerine yasak koyanların da, Sezen Aksu’yu yazdığı bir çift şarkı sözü için cezâlandırmak isteyenlerin de ortak derdi şu: “Bizim bir âilemiz var. O âile, tanımını kaybediyor.”  Bu arada Aleyna Tilki’nin iptal edilen konserinde yerini Kıraç’ın aldığına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu da sembolik bir şey. Çünkü biliyorsunuz o da bir âile dizisinin Türk erkeği modeliydi uzunca bir süre. Dün yine bir tweet gördüm. Bunu da söyleyeceğim, “Eşek herif! Ne diyorsun?” dedim tweet’i yazana. Çünkü diyor ki: “İstanbul Sözleşmesi’ydi, şuydu buydu, öyle yasalar yaptılar ve geçirdiler ki, karımıza iki tokat atamıyoruz, çocuğumuzu terbiye edemiyoruz, çünkü suç oluyor.” Suç çünkü — “Eşek herif!” dediğim bu. Böyle bir şiddet uygulayamazsın. Suç bu. 

Muhâfazakâr, İslâmcı kesimin âileden anladığı şey: Babanın hükümranlığı. Burak’ın az önce bahsettiği o altta giden mikro iktidarlar — tam işte o mikro iktidârın yeri. Bu adam gündelik hayâtında sürekli olarak bir şekilde örseleniyor; parası yetmiyor örseleniyor, nefsi sürekli ayartılıyor, o yüzden örseleniyor. Etek görüyor, nefsi ayartılıyor; yiyecek görüyor, içecek görüyor, sürekli nefsi ayartılıyor; ama onlara ulaşamayacak. Çünkü bir dine inanıyor. Çünkü kültürel bir sınırı var, onların ötesine geçmekten korkuyor. O yüzden sürekli bir mağduriyet içerisinde. Dönecek, o mikro iktidar alanında, yani âile içerisinde gücünü gösterecek ve sağaltacak. Orada da, vurdun suç –suç tabiî–, dövdün suç, küfrettin suç, psikolojik şiddet uyguladın suç. Eh, ben ne yapacağım? Evde yangın olmasının asıl sebeplerinden biri bu. Muhâfazakâr değerlerin üzerine oturduğu patriarkanın çok ciddî bir şekilde örselenmiş olması. İstediği şey aslında, “Ben bu haklarımı istiyorum” mevzûu. Bir tarafı bu.

İkincisi, o nefret gösterisinde, mevzûnun ne kadar zayıfladığını, hattâ bittiğini gösteren iki şey dikkatimi çekti: Bir tânesi, Tuğçe Kazaz konuşurken, “Allahüekber” diyerek tekbir getirilmesiydi. Gülsem mi ağlasam mı şaşırdım. O kadar tuhaf bir şey, Tuğçe Kazaz konuşurken böyle bir şey olması. İkincisi de, müzik yapanlar galiba Aydınlık’çı çocuklardı. İsmailağa Cemaati’nden gelenlerin, onları duyunca, “Biz buraya müzik dinlemeye mi geldik?” diye ârıza çıkarmalarıydı. “Yangın evde” diyorum ya? Az önceki, âilenin evindeydi; bu ise iktidârın evinde. Şimdi birbirinden farklı o kadar insanı yan yana getirdi. Bunlar Aydınlık ve İsmailağa Cemaati’nde olduğu gibi, aslında ezelî düşmanlar. Stratejik olarak yan yana duruyorlar. İktidar, bununla birlikte yaşamak ve bu birlikteliği bir şekilde sürdürmek zorunda. Dolayısıyla onları yan yana getirmek zorunda. Gitar çalana îtiraz eden adamla onları yan yana koyması, kendisini böyle bir mecbûriyet altında hissetmesi, bir taraftan da elindeki araçların birbiriyle ne kadar çelişen şeyler olduklarını gösteriyor. Dolayısıyla bu böyle sürdürülebilir bir vaziyet değil onun açısından. 

Biliyorsunuz, ben 3-4 senedir, başını açan kızlar üzerinden, onların âilelerinin nasıl dönüştüğüne bakıyorum. Artık yazma aşamasına geldim. Yazarken şunu fark ettim: Değişen şey onların âileleri değil. Âileler oldukları gibiler, o kadar da değişmemişler. Ama çocukların âile dendiğinde anladıkları şey çok değişmiş. Bu değişim, ihtiyaçların karşılanması, “koşulsuz sevgi”, ana-babalarından, ama en çok da babalarından saygı beklemeleri… Muhâfazakâr âile bu konularda bu fonksiyonu görmüyor. LGBTİ+’ya karşı nefret gösterisinin öncesinde, LİSTAG (LGBTİ+ Aileleri ve Yakınları Derneği) bu nefret gösterisine karşı insanları dayanışmaya çağıran bir bildiri yayınladı. O bildiride de bir âile târifi vardı: “Bu insanlar bizim çocuklarımız ve biz onları oldukları gibi kabul ediyoruz. Onların varoluşlarına saygı duyuyoruz ve onlara destek oluyoruz.” Bu da bir âile târifidir. Bence kavganın koptuğu yerlerden bir tânesi de o. Az önce dedim ki: “İyinin, doğrunun, güzelin, çirkinin ölçütü ben olmak istiyorum. Bu ölçütler tabiî ki tarihsel bağlantılarımdan ve kabullerimden gelecek. Ben de bunları hayâta dönüştüreceğim. Çünkü iktidar bu işe yarar. İnsanları kendime bu yolla iknâ etmeye çalışacağım, tamam, ama edemiyorum. Evdeki kendi çocuğumu bile buna iknâ edemiyorum. Benden uzaklaşıyor. Onun âile diye târif ettiği şeyle; onun siyâset, hak diye târif ettiği şeyle benim alâkam bile yok. Ben bunları sağlarsam, ben bunlar olursam, artık kendim olamayacağım.”

AKP’nin 20 yıldır, bir taraftan gayet pragmatik nedenlerle kendisini siyâseten dönüştürürken, kendi sâhasında yarattığı bir dönüşüm de var. Bu dönüşüm, onun o siyâsî manevraları esnâsında, onun kadar hızlı yaşanmış bir dönüşüm değil. Bâzı hikâyeleri, mesela âile beklentisini almış ileriye taşımış, bir târif yapmış. Aslında İstanbul Sözleşmesi ile yapmış. Kanûnî çerçeveyle yapmış. Beğenmesek de hâlâ, yeterli olmanın ötesinde, kısıtlı olacağını düşünsek de, Âile Bakanlığı’nı çalıştığı kimi alanlarla yapmış. Âile içi şiddete karşı kimi bürokratik mekanizmaları târif ederek yapmış. Az önce söz ettiğim konsolidasyonu yapabilmek için burada geriye dönmesi lâzım. O konsolidasyon da bir tür, “Ben iktidardayım” tatmini yaratmak üzerinden bir konsolidasyon. Ama yapabilecek durumda değil. O yüzden Tuğçe Kazaz konuşuyor, İsmailağacılar da tekbir getiriyorlar orada. Görüntü buna indirgenmiş vaziyette. Bir taraftan, şimdiye kadar yaptığı ittifaklarla, kendini sözümona genişlettiği şeyler, şimdi artık elini bağlayan ve neredeyse hareket ettiremez hâle getiren mevzûlar. 

O yüzden de bu siyâsî ittifaklar ve siyâsî açmazlar, kendilerini sürekli şiddetle, kısıtlayarak, yasaklayarak bulabiliyorlar. Kendilerini gerçekleştirebilecekleri başka alanlar yok. O alanlarda bile yan yana gelip konuştuklarında, az önce bahsettiğim tuhaflık meydana geliyor. Tuğçe Kazaz konuşuyor, İsmailağa Cemaati “Allahüekber” diye slogan atıyor. Bunun böyle olmasının da birtakım târihsel nedenleri var. Az önce İslâmcılığın asıl iddiasının ekonomik ya da teknolojik bir iddia olmadığına değinmiştim. Hattâ dış siyâset iddiası bile kültürelci bir iddiaydı: “Biz yüzümüzü Batı’ya dönerek kendimizi kaybediyoruz; biz olmaktan çıkıyoruz. Bizim İslâm Dünyası gibi gidebileceğimiz başka yönler var. Üstelik yüzümüzü oraya dönersek, oranın lideri olacağız. Oraların ‘Abisi’ olacağız.” Bunlar da denendi farkındaysanız. İşte, Suriye’deki mevzû meydana geldi. Ya da Katar’dan alınan borçlar, oraya satılanlar meydana geldi. Yani o iddia bir türlü kendini anlamlı bir şekilde gerçekleştirebilmiş değil. İslâmcılığın yere düştüğü asıl alan, onun içinden çıktığı, problematize ettiği bu kültür ve ahlâk alanı. O iki iddiada da ağır bir şekilde başarısızlığa uğradığı için, bu tuhaf iktidar bileşimlerini, koalisyonlarını bir şekilde kotarmak ve devam etmek zorunda kalıyor. Bu koalisyonlar her görünür olduğunda da karikatürleşiyorlar. Bence asıl açmaz bu. Bu da, bir mevzûnun sonuna geldiğimizi ve sonuna geldikten sonraki aşamanın adını koymak için yapılması gerekenleri işâret ediyor. 

Burada muhâlefete kısacık bir lâf etmeden bu turu geçirmiş olmayayım. CHP’nin de İYİP’in de, Altılı Masa’nın diğer bileşenlerinin de, o nefret gösterisi esnâsında ağızlarını açıp tek kelime etmemiş olmaları, bu mevzûları ne kadar okuyamadıklarının göstergesi. Aslında olan ve bitmiş hikâyenin adını koyamadıklarının, o yüzden kendi başlangıçlarını yapamadıklarının göstergesi. Asıl mesele orada, iktidârın nerede ne yaptığında değil; çünkü hiç bir şey edemediğini söylüyorum. Ne zaman bir şey yapmaya kalksa, kendi karikatürüne dönüştüğünü, kendilerine de komikleştiklerini düşünüyorum. Ama mevzûnun öte tarafında, hâlâ iktidara bakıp bir şey görenler olduğu için, bu büyük iflâsın adı konulamıyor. Büyük ve târihsel bir iflâs bu.

Ruşen Çakır: Kemal, Ayşe’nin bıraktığı yerden öbür tarafa bakarsak –ki ilk bölümde ona biraz değindin–, genellikle zayıf görünenlere yönelik saldırılar oluyor. Kimisi doğrudan devlet, yargı ya da sivil görünümlü kişiler tarafından saldırıya uğruyor. Karşısına bir direnç çıkmıyor, ama saldıranlar da bir şey kazanamıyor. Bu oyunu kim, nasıl çevirebiliyor? Çevirebilir mi? Ayşe muhâlefet partilerinin son olayda sessiz kalmasının altını çizdi. 

Kemal Can: Zâten iki tarafı var: Bir, zayıflara saldırıp onları ezebildiğini bir güç gösterisi olarak bir şova çevirmek, ikincisi de karşısında kimsenin duramadığı, kimsenin ona cevap veremediği ya da alternatif bir cevâbı örgütleyemediği bir şey var etmek. Bu bir fayda sağlayamıyor diyorsun, ama bu aslında toplamda bir fayda.

Burak’ın ilk turda açtığı yerden devam edeyim. Ben, işin lokal, bu topraklara, buranın siyâsetine has taraflarının, onun içerisindeki ince hesapların, birtakım komploların da işin içinde olabileceğini düşünmekle birlikte, bu meselenin biraz küresel bir mesele olduğunu düşünüyorum. Sâdece Türkiye’deki iktidârın bu popülist dili sivrilterek, 20 senelik iktidârı devam ettirmesinde bu küresel trendi yerli argümanlarla, yerli sembollerle iyi buluşturarak bir dil kurabilmesinin sonucu olduğunu düşünüyorum. Çünkü aslında işin özeti şu: Burak’ın söylediği küreselleşme karşıtlığı meselesi. Aslında daha önceki süreçte, küreselleşmenin neredeyse önüne gelen her şeyi sürüklediği bir dalga hâlinde her şeyi belirlediği dönemde, siyâseti acayip teknik bir meseleye dönüştürüp içeriksizleştirmişti. Bu içeriksizleşmeye cevâbı, kültürelleştirerek, bu tür son derece kimlik sembollerine ilişkin reaksiyonlara çevirerek yeni bir popülist otoriter dalga üretildi. Türkiye de bunun önemli öncü aktörlerinden biri, ama bütün dünya da aynı şekilde yaşıyor. Bizde veya Doğu Avrupa’da LGBT olarak yaşanan, Amerika’da kürtaj karşıtlığı olarak yaşanıyor. Burada Türk olmaktan, neredeyse “Türk olduğumuzu söylemekten engelleniyoruz” denen reaksiyon, orada Beyaz olmanın îtibarsızlaştırılmasına çevrildi. Ama bu küresel bir denge.

Biraz önce yine değinildiği gibi, “öteki”ye ihtiyaç duyan diktatörlüğün, otoriterliğin, popülizmin çok temel şeylerinden biri, bu ülkenin siyâsî kodlarında da var. Ama küresel olarak “öteki” üretmekteki en temel değişimlerden biri şu: Daha önce bu tür popülist söylemler, “öteki” diye târif ettiği şeyi büyük ve güçlü bir tehlike olarak göstererek, kendi gücünü ya da arkasında topladığı desteği büyütmeye çalışıyordu. “Çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla birlik olmamız lâzım.” Bu popülist dil, çoğu zaman bâzı yerlerde milliyetçi, bâzı yerlerde antiemperyalist şeyler yaratıyordu. Ve genellikle kuvvetli bir öteki târifi. 

Şimdi, yeni tür popüler otoriterliğin biraz daha ahlâksızca kolay bir yola tevessül ettiğini ve “öteki” diye târif ettiğini son derece zayıf aktörlerden seçtiğini, onları yenebilmesinin her birini bir başarı olarak gösterdiğini görüyoruz. Çünkü o büyük iddianın karşılığındaki çatışmalara girmiyor, tam tersine küçük çatışmalarla güç sağlıyor. AKP iktidârının dış politikada yürüttüğü şeylerde de bunun izlerini görüyoruz. Sâhici, büyük çatışmalara girmeyip, polemiği büyütebileceği küçük çatışmalar üzerinden güç tedârik etmek ve onu pazarlık unsuruna çevirmek istiyor. Bunun bir benzerini toplumsal gerilimler ve kimlik siyâsetinde de yapıyor.

Yine Burak’ın değindiği woke meselesine de değineceğim. Bu yine küresel bir şey. Aslında küresel ölçekte, anti-woke dalga yükseliyor; ama Türkiye’de daha önce başka meselelerde de gördüğümüz gibi, biraz kaba bir tercümeyle anti-woke Türkiye’ye şöyle yansıyor: Henüz woke olmadan, henüz herhangi bir şeyin farkına varmadan anti-woke oluyorlar. Oralarda, “Kardeşim, bu haklar kişisel mikro haklar. Mikro kimlik siyâseti bizim her şeyimizi belirledi. Hareket edemez hâle geldik. Konuşamaz, dilsiz hâle geldik” reaksiyonuna karşı, burada biz –tâbir yerindeyse– Ayşe’nin verdiği tweet örneğindeki gibi, “Karımı dövemez hâle geldim” şeklinde söylemlerle karşılaşıyoruz. 

Ayşe Çavdar: Hakka karşı woke.

Kemal Can: Ne zaman farkında oldunuz ki şimdi farkındalıktan bunaldınız? Bir de böyle bir şey var. “Kardeşim, artık biraz kantarın topuzu kaçtı, bu kadar da olmaz ki” denilen şeyin onda birini bile herhangi bir hak alanında yaşamamışsın. Ne gündelik hayatta ne siyâsette… Buna isyan ederek, birdenbire bundan büyük bunalmışlıkla büyük reaksiyonları örgütlüyorsun. Bu hakîkaten gerçekle bağdaşmıyor. Ama bu, genel trendin buraya tercüme edilerek kullanışlı hâle getirilmesiyle ilgili.

Bir de şunu söyleyeceğim: Küçük küçük, biri göçmen meselesini, biri LGBT meselesini, biri kadın meselesini, biri aşı meselesini kullanıyor; ama bunların toplamında şöyle bir sonuç çıkıyor: Bunlar, derin devletin çeteler kullanması gibi. Küçük küçük radikalize iddiaların ortalıkta olması, birtakım siyâsetteki ana aktörlerin, bu tehlikeleri göstererek veya bu tehlikeleri bir tür sıtma-ölüm paradoksu yaratarak kendilerini sâdece bunun çâresi olarak sunmalarına neden oluyor. Fransa’da çok çarpıcı örneğini görüyoruz. Bir sürü marjinal aktör çıkıyor, Macron onları göstererek, “Ben olmazsam bunlar olur” diyor. Le Pen de kendisinden beterleri göstererek kendisine râzı olunmamasına îtiraz ediyor. Toplumun siyâseti buraya sıkışıyor. Bu yüzden Erdoğan, küçük küçük kendisini de eleştiriyormuş gibi görünen, ne Zafer Partisi’nin çıkışından ne Yeniden Refah Partisi’nin çıkışından ne de şimdi LGBT için bir parti kurulacaksa ondan rahatsız olamaz. Çünkü bunların toplamından bir fayda tesis ediyor. Diğer siyâsî aktörlerin, diğer muhâlefetin ise sâdece bu tehlikeyi göstererek, “Bakın, bizim ortalamamıza çekilin. Bizim sessizliğimize destek vermeye devam edin. Çünkü daha beterleri daha pis pis şeyler istiyorlar” diyerek siyâseti daraltmaya devam etmeleri, toplam şeyi besleyen bir sonuç yaratıyor. Ben de muhâlefete bir şey diyerek bitirmiş olayım. Büyük bir fayda sağlayamıyor, ama siyâsetin hâlâ devam ettiği zemin değişmiyor. Tıpkı sığ ekonomik piyasaların kolay manipülasyonlara imkân vermesi gibi bir şey. Siyâsetin böyle küçük aktörlerce provoke edilebilmesine imkân veren derinliksiz bir alan olmasına fayda sağlıyor. Böyle bir toplam faydası var. Dolayısıyla bunu bence destekliyor. O yüzden Erdoğan çıkıp çıkıp, “Ecdâdımıza lâf söyleyenlere tabiî hesap sormalıyız. Buna mecbûruz” diyebiliyor. Câmiden, dil kopartma iddiasında bulunabiliyor; çünkü bu tür zorlamaların faydası olacağını düşünüyor. Meselâ Soylu, göçmen meselesine de hafif hafif girdi. Bunların toplamda siyâsete verdiği zarârı ve küresel ölçekteki bir dalga olduğunu unutmamak lâzım.

Ruşen Çakır: Burak, programı seninle bitirelim. Nasıl görüyorsun geleceği? Bunlar gerçekten ana akım dışındaki konuların taşınması. İktidar bundan çok şikâyetçi değil. Tam anlamıyla iktidârın kontrolünde olup olmadığı ayrı bir tartışma, ama Kemal’in dediği gibi, bunlardan özel olarak rahatsız olmuyor. Muhâlefet de hiç üstüne alınmıyor. Ama bu azgın çıkışların birtakım muhâtapları var. Meselâ aşı meselesinde, isim vererek, ölümle tehdit ederek hekimleri hedef aldılar. Hekimler ne yapacaklarını şaşırdı.

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Dediğim gibi, iktidardan ziyâde, rejimle alâkalı, rejimi besleyen bir şey bu. Çünkü sürekli olarak, söylemi bir güvenlik tehdidi etrafında kuruyor ve güvenlik tehdidine karşı örgütlenme, bir sürü organize etme üzerine kuran bir söylem bu. Bu, aşı meselesi olabilir, göçmen meselesi olabilir, LGBTİ+ meselesi olabilir. Yani sürekli olarak bir “öteki” yaratma ihtiyâcı. Bu, rejimi çok besleyen bir şey. Çünkü rejim, ortak vatandaşlık duygusunu, bir bütünleşik toplum duygusunu, birbirine karşı sorumluluğu olan uygar insan hissiyâtını elimizden almış durumda. Biz burada tek bir toplum olarak yaşamıyoruz. Asgarî müştereklerde anlaşmış ve birbirimizin temel güvenliklerine kefil olmuş insanlar olarak değil, birbirinin cellâdı olan insanlar olarak yaşamaya başladık. Ve bu cellâtlık da ödüllendirilen bir şey. Yani bir kurbâna ne kadar hor davranırsak, bir cellâdı ne kadar alkışlarsak ya da baltayı ne kadar sert indirirsek, o kadar makbul oluyoruz. Bu, toplumu ikiye bölen bir şey. Ama en önemli zarârı devlet kurumsallığına verdi. Kanun önünde eşitlik gibi, hukukun üstünlüğü gibi, insanların kanûnî garantilerle ilerlemesi gibi çok temel, devlet olmanın alâmet-i fârikası olan konularda tatmin olmuyoruz. Dolayısıyla, ortada modern anlamda bir devlet yok. Bu woke, anti-woke tartışması da biraz öyle. 

Avrupa’da modern devlet süreci, bir noktada ilerlediği ve olgunlaştığı için, woke meselesi biraz göze batıyor. Halbuki bizdeki hak arayışları çok radikal şeylermiş gibi gözükse de, eşit vatandaşlık talebi — onun ötesinde bir şey yok. “Ben niye bunu yapamıyorum? Sen niye bunu yapabiliyorsun? Kanûnen ikimiz de aynı hakka sâhipsek, bu ayrımcılık niye?” Ortak vatandaşlık talebinin bile radikalleştiği bir noktadayız. İşte, Ayşe’nin söylediği şey de bu. Bir kadının dövülmeme hakkı. Anayasa altına alınmış bir şey bile çok woke, çok marjinal bir şeymiş gibi gözüküyor, ama çok komik bir şey. Çünkü Batılı toplumların, bu kimlikleri sâdece özgürleştirmekle kalmayan, aynı zamanda onları normalleştirmeyi de topluma dayatan anlayışın tepki çekmesini bir noktaya kadar anlıyorum. Fakat bizdeki mesele, herhangi bir kimliğin, herhangi bir hayat tarzının dayatılması değil. Bu, insanların terapistleriyle çözebileceği problemler olabilir ancak. Ama insanların kanûnî olarak bir hak talebi var. Kamu Personeli Kanunu’nda LGBTİ bir bireyin ayrımcılığa uğramaması ya da insanların can güvenliği gibi konularda talepleri var. Dolayısıyla, daha vatandaş olarak saygı görmemiş insanlara, sanki vatandaşlık ötesi bir hayat tarzını dayatıyormuş gibi muamele etmek komik oluyor. Bu da bütün kalıpları Batı’dan alıp gelmenin bir sonucu. Meselâ ekonomik parametreler farklı; Batı’nın göçmen karşıtı söylemini getirip buraya uyguladığınız zaman, bambaşka bir tablo ortaya çıkıyor. 

Afganistanlı, Pakistanlı turistlerin veya mültecilerin Türk kadınlarını tâciz ettiği videolar çok yankı uyandırdı. Ama bakıyorsunuz, en çok bağıran insanlar teker teker tâcizci çıktılar. Sosyal medyada bu işi örgütleyen adamların hepsi tâcizci çıktı. Batı’daki medeniyet seviyesi, tâciz olgusunu hakîkaten çok hayat dışı bir noktaya taşımış olabilir. Bir tâciz gördüğünüz zaman çok reaksiyon verebilirsiniz ve göçmen karşıtlarının da bir sosyolojik temeli olabilir. Göçmen karşıtlığını, Batı’dan aldığınız, “Batılı kadına tecâvüz eden Doğulu erkek” üzerine kurduğunuz zaman, burada aynı manzaralar çok sıradan olduğu için biraz garip kaçıyor. Dolayısıyla, çok ezbere bir tercüme ideoloji bu. 

Gelecek konusunda şöyle bir şey var: Ben bu konunun çok ciddîye alınması gerektiğini düşünüyorum. Altılı Masa’da meşrû, kurumsal muhâlefet partileri var. Bir de paralel bir Altılı Masa oluşuyor. Meselâ, ortaklarından bir tânesi Fatih Erbakan, bir tânesi Ümit Özdağ, henüz karar vermedi ama kararını verirse Muharrem İnce… Böyle paralel bir muhâlefet inşâ etme çabası var. Bu paralel muhâlefet, iktidârın özgürlük karşıtlığını, otoriterliğini eleştirmiyor. Aslında niçin daha fazla otoriter olmadığını, niçin daha fazla hayatlarımızı düzenlemediğini eleştiriyor. Bu tip aşırı sağ gruplara da çok mütemâyil olan liberteryen gruplar da var. Halbuki liberalizm böyle bir şey değil. Çok zayıf bir kimlik grubuna karşı, onların varlığını ortadan kaldırma niyetiyle bir yerde toplanmayı ve insanları provoke etmeyi, toplanma hürriyeti adı altında meşrûlaştırabilir miyiz hakîkaten? Bundan çok emin değilim. Özgürlük teorisi açısından, özgürlük düşmanlarına bu merhamet, bu saygı, bu hoşgörü gösterilmeli mi? Çünkü varlığa yönelik bir îtiraz var orada. LGBTİ+’lerin varlığına yönelik bir îtiraz var. Ama o özgürlük kavramları da çok hoyrat bir şekilde kullanılabiliyor. Açıkçası, orada her grupta bir radikalleşme tehlikesi görüyorum. Buna karşı tepkiyi, vatandaşlık kavramlarını genişleterek ve ona vurgu yaparak vermeliyiz.

Benim anlamadığım şey, muhâlefet partilerinden çok cılız tepkiler çıktı. Nefret, öfke ve kutuplaştırma karşıtlığı son derece mâkul bir nokta bence. Hiç kimsenin sizi eleştiremeyeceği bir nokta. Bu tepkileri kaçırmamalılar, bunları vermeliler. Toplumu bölen, toplumu birbirine karşı kışkırtan hareketlerin karşısında durmak, kimsenin ağırbaşlı, mâkul tavrından bir şey götürmez. Kimseyi LGBTİ aktivisti de yapmaz. LGBTİ aktivisti gibi gözükmek istemiyorlar, anlıyorum. Toplumda kimsenin sâhip çıkmadığı bir grup. Doğa belgesellerinde, bir grup arslan saldırdığı zaman kaçan zebra gibi tek başına kalmış. Diğerleri kaçıyor. Hattâ arslan arkadaşlarını yerken diğer zebralar da izliyor. Biz de o şekilde bakmamalıyız. Arslanlar birlik olurken, bizim de birlik olma durumumuzu muhâfaza etmek zorundayız. Onlar kendilerini bozmuyorlarsa, burada da bunu muhâfaza etmek gerekiyor. Aksi takdirde arslanlar ertesi gün başka birsini yiyecek. Muhâlefetin bu konuda marjinalize olma korkusu yaşamadan, çok temel vatandaşlık haklarına sâhip çıkması ve medeniyeti tahrip eden bu tip söylemlerin karşısında durması lâzım. Bu hiç kimseye bir şey kaybettirmez. 

Ruşen Çakır: Sen liberallerden örnek verdin. Benim geçen gün o mitingle ilgili yaptığım yayına YouTube’da yorum yazanlardan birinden şöyle bir tepki geldi: “Sen kendine solcu diyorsun, ama kimlik temelli solculuk yapıyorsun. Sınıf temelli yapsan, onların yanında durmazsın.” İnsanlar LGBTİ karşıtlığını sol bir kimlikle de yapabiliyorlar. 

Evet, yayını bitirelim. “Adını Koyalım”a burada noktayı koyalım. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.