Selahattin Demirtaş neden yalnız bırakıldı?

Edirne Cezaevi’nde bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Mersin saldırısının ardından Twitter hesabı üzerinden yaptığı paylaşımla demokratik siyaseti savunma konusunda geri adım atmayacaklarını vurgulamıştı.

Demirtaş, “Demokratik siyasette ısrar ve barış politikası, bizim için ilkeseldir. Kimse geri adım atmamızı beklemesin. Her koşulda ilkelerimizi savunacak, halkın demokratik çözüm ve barış isteğini tüm olanaklarımızla, gür sesle söylemeyi sürdüreceğiz. Faşizmi yıkacak, mutlaka kazanacağız” diye konuşmuştu.

Selahattin Demirtaş ardından üç tweet daha atarak “Mahallenin ‘delisi, popülisti, tek adamı, sinmişi’ ya da karşı mahallenin ‘teröristi, katili’ olarak yaftalanmayı göze alıyorum” demişti.

Selahattin Demirtaş neden yalnız bırakıldı?

Ruşen Çakır yorumladı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi hafta sonları. Selahattin Demirtaş hakkında konuşmak istiyorum. Yalnız bırakıldığını düşünüyorum. Onu birazdan açacağım; ama önce, dün yine kendisine iki buçuk yıl hapis cezâsı verildiğini hatırlatalım. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman’ı hedef gösterdiği gerekçesiyle, oy çokluğuyla –oy birliği değil, oy çokluğuyla– iki buçuk yıl hapse mahkûm edildi. Yeni bir cezâ bu ve indirime de gidilmedi. Selahattin Demirtaş, o dâvânın siyâsî olduğunu söyledi. Ancak savunmasına rağmen suçlu bulundu, hedef göstermekten. 

Demirtaş gündemi belirledi, belirlemeye devam ediyor, daha da edeceğe benziyor. Ama şu günlerde sanki bir durdu konuşma. Demirtaş üzerinden Kürt hareketi içerisindeki tartışmalar sanki dalgalanmaya bırakılmış gibi ya da uyutulmaya bırakılmış gibi. Olayı bir hatırlayalım: 26 Eylül Pazartesi akşam geç saatlerde, Mersin’de Mezitli ilçesinde Tece Polisevi’ne silâhlı saldırı oldu. Bir polis hayâtını kaybetti. İki kadın saldırganın da kendilerini havaya uçurdukları söylendi devlet tarafından ve bunun hemen ardından, bir gün sonra –herhangi bir üstlenme yoktu, ama PKK’nın yaptığı tahmin ediliyordu tabiî ki– Selahattin Demirtaş, “Mersin’deki silâhlı saldırıyı kınıyorum. Siyâsetin sorumluluğu şiddet dışı çözümlerde ısrarcı olmaktır. Ölümleri durdurmaktır. Şiddetin her türlüsüne karşı çıkacağız. Demokratik siyâsette ısrarcı olacağız. Bunun herkes tarafından net olarak bilinmesini isterim” diye bir açıklama yaptı. Bu açıklamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum – ki hemen ardından da zâten Medyascope’ta böyle yorumladım. HDP’den de açıklamalar geldi. Aynı şekilde saldırıya karşı mesâfeli, kınayan ve Türkiye’nin yeniden bir 2015 Haziran-Kasım arası sürece sürüklenmek istendiği uyarısında bulunan açıklamalar geldi. Fakat hemen ardından, hem Demirtaş’ın hem HDP’nin açıklamalarının ardından, Kandil’den saldırıyı üstlenen bir açıklama geldi ve saldırı hakkında lâf edenler de, “sindirilmişler” olarak, “halktan kopuk, sindirilmiş kişiler” olarak târif edildi. Yani bir tür ayar verilmek istendi Kandil’den, içeriden gelen eleştirilere. Bunun üzerine Demirtaş, yine gecikmeksizin 30 Eylül’de –yani birer gün arayla oluyor bunlar– dedi ki: “Milyonların sessiz çığlığını hücremden duyuyorum. Halkın duygularının tercümânı olmaya çalışıyorum — yani diyor ki: “Ben halktan kopmuş filan değilim”. Elbette bunun bedelleri oluyor. “Mahallenin delisi, popülisti, tek adamı, sinmişi” –“sinmiş” lâfı doğrudan Kandil’in açıklamasına gönderme– ya da karşı mahallenin ‘teröristi, katili’ olarak yaftalanmayı göze alıyorum” diye devam eden bir açıklama yaptı ve susmayacağını söyledi. Fakat bu tartışmaların ardından bir gerginlik oldu; HDP’nin içerisinden, Selahattin Demirtaş’ın yaptığının, söylediklerinin biraz aşırıya kaçmak olduğu anlamına gelebilecek birtakım sözler de geldi – ki genellikle örtülü bir şekilde oldu. Demirtaş bu sefer 3 Ekim’de bir başka açıklama yaptı: “Biz demokratik siyâsette ısrarcıyız söyleminden, HDP’den ve Kürt siyâsetinden ayrışma polemiği çıkarmak çok zorlama bir çabadır. Tamâmen anlamsızdır”. Yani bu Mersin saldırısı eleştirisinin bir ayrışma anlamına gelmediğini belirtiyor. “Halkımız da tüm çevreler de şundan emin olsunlar ki biz hep birlikte demokrasi ve özgürlük mücâdelesini büyüteceğiz” dedi ve devâmı da var: “Buradan kimseye ekmek çıkmaz. Boşuna uğraşmasınlar” deyip, HDP’ye sâhip çıkan bir açıklama yaptı ve bu açıklama da kimilerince Selahattin Demirtaş’ın geri adım atması olarak yorumlandı, değerlendirildi ve o günden bu yana Demirtaş çok sayıda farklı kurumlardan gazetecilerin sorularını yanıtladı, cevapladı. Orada da hiç öyle geri adım atmış bir hâli yoktu. Fakat bu tartışmanın geldiği ya da gelemediği yerden çok memnun olmadığı sonucunu ben çıkartıyorum — en son yaptığı 3 Ekim târihli açıklamadan. “Açıklama” diyoruz; ama bunlar avukatları aracılığıyla, danışmanları aracılığıyla sosyal medya üzerinden yayınlanan sözler.

Şu anda 14 Ekim’deyiz. 11 gündür çok fazla da bir şey olmadı. Bir sessizlik hâkim. Arada birtakım, kim olduğu bilinmeyen birilerinin yazdıklarından hareketle, “Kandil, Selahattin Demirtaş’a ‘münâfık’ dedi” filan gibi şeyler çıktı, ama onların çok belirleyici olduğunu sanmıyorum. Fakat şunu düşünüyorum: Selahattin Demirtaş burada, bu süreçte yalnız bırakıldı. Ama bu yalnız bırakılmadaki esas kastım, Kürt hareketi içerisindeki aktörler değil — hele taban hiç değil. Yani HDP tabanının, büyük ölçüde Selahattin Demirtaş’a sâhip çıktığını, yanında olduğunu düşünmemiz için çok sebep var. Kimileri bunu “Güneydoğu’daki HDP tabanı” ve “büyükşehirlerdeki HDP tabanı” diye ayırıyorlar. Büyükşehirlerin Demirtaş’a daha yakın olduğunu; ama bölgedeki tabanın biraz daha mesâfeli olduğunu söylüyorlar. Ben açıkçası bu görüşte değilim. Büyük ölçüde hemen hemen her yerde, sâdece Türkiye’de değil Türkiye dışında yaşayan Kürt hareketine yakın olan çevrelerde de, Selahattin Demirtaş’ın çok öne çıkan bir figür olduğunu ve büyük ölçüde de insanları heyecanlandırdığını, hareketlendirebildiğini düşünüyorum. Burada tabiî taban yeterince sesini nasıl çıkartırdı? Onu açıkçası kestirmek mümkün değil. Çünkü doğrudan çok açık bir şekilde Demirtaş’ın aforoz edilmesi, dışlanması gibi bir olaya tanık olmadık. Böyle bir olay olsaydı, eminim taban da birtakım tepkilerle Demirtaş’a destek olurdu. Ama bu süreçte, “eli kalem tutan” diyelim ya da sözü olan daha kadro düzeyindeki yasal siyâsetin isimlerinin çok da fazla Demirtaş’ın yanında pozisyon almadıkları muhakkak. Bu arada bir haber çıktı biliyorsunuz, “aksakallılar” diye. Sırrı Süreyya Önder, Sırrı Sakık ve Ahmet Türk’ün, Demirtaş’la görüşmek için Adalet Bakanlığı’na başvurdukları ve HDP ile aralarını yumuşatmak istedikleri söylendi. Benim öğrendiğim kadarıyla böyle bir buluşma isteği yerine getirilmedi. Bakanlık’tan izin çıkmadı. Artık bu haber olduktan sonra, çıkması iyice mümkün gözükmüyor. Böyle bir başvuru olmuş; ama bu anladığım kadarıyla HDP ile Selahattin Demirtaş’ın arasını yumuşatmaktan ziyâde –ki iki taraf da aralarında sorun olduğunu kabul etmiyor, o ayrı bir husus–, anladığım kadarıyla daha çok Demirtaş’a destek vermek anlamında bir ziyâret olacakmış, olamayan bir ziyâret. Yani bu “aksakallılar” diye târif edilen kişilerin, Demirtaş’ın dile getirdiği görüşlerin daha fazla yanında durduklarını varsayabiliriz — ama o bir ayrıntı.  

Esas yalnız bırakılmaktan kastım: Muhâlefet — yani HDP dışındaki muhâlefet, özellikle Altılı Masa. Şimdi, Türkiye ne zamandır neyi tartışıyor? Muhâlefet kaç partiden oluşacak? Birlikte hareket edecek mi? Kimi aday çıkartacak? HDP burada nerede? İktidâra göre HDP masanın altında, yani masa aslında 7 partili; ama böyle bir şey yok, biliyoruz. “HDP aday çıkaracak mı? Çıkarmaması için ne gerekir? Aday çıkartır ve ikinci tura kalırsa muhâlefetin adayını, Altılı Masa’nın adayını destekler mi?” gibi süren bir tartışma var. Ne zamandan beri bunu yaşıyoruz. Tabiî bunun devâmında, daha ilerideki döneme yönelik, “Seçimlerden sonra Meclis’te, anayasa değişikliği başta olmak üzere birtakım değişiklikler söz konusu olduğunda, muhâlefet iktidâra gelirse HDP’nin desteğini alabilecek mi?” gibi bir tartışma var ve bu tartışmada da kilit parti: İYİ Parti. Onun dışındaki partiler açık bir şekilde, “HDP’nin olduğu yerde biz olmayız” demiyorlar. HDP olsun da demiyorlar; ama HDP’nin meşrûiyetini tartışan bir konumda değiller. Bu partiyle belirli anlamlarda ilişkileri var. Genel başkanlar bir araya geliyor. HDP’de eş başkanlar var; ama diyelim ki DEVA Partisi, Gelecek Partisi, Saadet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi HDP ile pekâlâ görüşebiliyor. 

Demirtaş konusunda, her ne kadar onun içeriye girmesine sebep olan süreçte katkıları olsa da Kemal Kılıçdaroğlu çok net bir şekilde Selahattin Demirtaş’ın dışarıda olması gerektiğini söylüyor ve Demirtaş da Kılıçdaroğlu hakkında genellikle olumlu şeyler söylüyor. Böyle bir ortamda muhâlefetin bir kilitlenme ânı var ve bu kilitlenme ânının en önemli nedeni, açıkçası, bir yanda bir “Başkan adayı kim olacak?” meselesi. Tabiî “Başkan adayı kim olacak?” derken de, eninde sonunda tartışma bir yerde HDP’ye, Kürt oylarına geliyor. Ama esas olarak, “Başkan kim olacak?”, bir de “HDP ile ilişki ne olacak?” meselesinde düğümleniyor ve İYİ Parti’nin buradaki tavrını da biliyoruz. İYİ Parti, meşrûiyetini kabul etmiyor. “Terörle arasına mesâfe koymak” gibi, artık klişeleşmiş bir lâf var. “Mersin’deki silâhlı saldırıyı kınıyorum. Siyâsetin sorumluluğu şiddet dışı çözümlerde ısrarcı olmaktır. Ölümleri durdurmaktır” diyen bir siyâsetçi, bir hareketin önde gelen ismi, işte bu sizin talep ettiğiniz “mesâfe koyma”nın ta kendisini yapmıyor mu? Bu konuda herhangi bir tepki geldi mi? Yani kazâra bir şekilde şiddetle arasındaki mesâfeyi kısaltan bir açıklama gelmiş olsaydı, yani Selahattin Demirtaş bu olayı görmezden gelip ya da olayı, saldırıyı meşrûlaştırır gibi ya da önemsizleştirir gibi bir açıklama yapmış olsaydı, eminim İYİ Parti’de bir kuyruk oluşurdu ve “İşte, görüyorsunuz, biz haklıydık” kuyruğu oluşurdu. Ama bu çıkışın ardından Demirtaş’ın, “Çat kapı sabah kahvaltıya giderdik Başak’la berâber” dediği Meral Akşener’den herhangi bir şey duymadık. Duymadık, duymayı bekliyor muydum? Açıkçası beklemiyordum. Ama siyâset –hep söylüyoruz, kendileri de söylüyor– aynı zamanda risk alma becerisidir. Burada Demirtaş bu riski pekâlâ alıyor. Kürt hareketi içerisinde daha sıcağı sıcağına, saldırıyı daha PKK üstlenmeden açık bir şekilde kınıyor. Üstlenmenin ardından, yine duruşunu muhâfaza ediyor ve risk alıyor, risk aldığını da görüyoruz. Ama buna karşılık muhâlefet de, İYİ Parti ve diğer partiler de, meselâ CHP de bu konuda bir şey yapmadı. Genellikle şöyle bir yaklaşım hâkim: “Kendi aralarında tartışıyorlar”. Yani “Bu mesele, Selahattin Demirtaş’la İmralı-Kandil ve HDP arasındaki bir tartışma” deyip, “Bizi ilgilendirmiyor” gibi bir tavır takındılar. Halbuki bu mesaj hem Kürt hareketinin diğer odaklarına hem tabanına; ama esas olarak tüm Türkiye’ye verilmiş bir mesajdı. Bu mesaja eğer bu muhâlefet, hattâ bir anlamıyla da iktidâr değer verseydi… — İktidar nasıl yapardı? Bu mesajdan çok ciddî bir şekilde rahatsız oldu. Onlardan çok fazla bir tepki gelmedi, görmez gibi yaptılar ve yine Süleyman Soylu, Demirtaş’a “terörist” filan dedi, onu biliyoruz. Ama esas olarak muhâlefetin bu olayı, bu mesajı aldığını göstermesi gerekirdi — ki o zaman bu mesajın bir anlamı olsun. O anlamda muhâlefet Selahattin Demirtaş’ı yalnız bıraktı. Özellikle CHP’de şunu düşünen birileri olmuş olabilir: “Ya, biz şimdi Demirtaş’ı bu nedenle takdir edersek, kendisinin hareketi içerisinde gücü azalır. Derler ki işte; ‘sen başkalarıyla birlikte olup bizi eleştiriyorsun’ derler” — böyle bir düşünce olabilir. Ama bence tam tersi oluyor. Şöyle bir şey oluyor — tamâmen akıl yürütüyorum tabii: “Sen o kadar uğraşıyorsun, ediyorsun. Bizi, bir hareketi birileriyle yakınlaştırmaya çalışıyorsun bu tür çıkışlarla. HDP’nin Türkiye partisi olması, Türkiye’nin demokratikleşmesinin herkesin ortak projesi olması gerektiği ve bu anlamda da şiddete karşı durulması gerektiğini söylüyorsun. Ama senin bizi yaklaştırmak istediğin yerdekilerin hiçbirisi seni ciddîye almıyor, kaale almıyor, önemsemiyor.” Gerçekten olayın bu yönünü akılda tutmakta ciddî bir şekilde yarar var. Sonuçta şöyle bir senaryo işlemiş olsaydı, Demirtaş’ın bu açıklamasından sonra muhâlefetin farklı kesimlerinden, en azından açıklamanın önemli olduğunu, bu çıkışın önemli olduğunu, bunun Türkiye’de demokratik siyâsete katkıda bulunacak bir çıkış olduğunu söylemiş olsalardı, muhakkak birileri Demirtaş’ı bu nedenle îtibârsızlaştırmaya çalışabilirdi. “İşte, sana şunlar, bunlar sâhip çıktı” filan diyebilirlerdi. Ama büyük bir çoğunlukla, özellikle Kürt hareketinin tabanı, nihâyet bekledikleri ânın gelmekte olduğunu düşünebilirlerdi. 

Şimdi Türkiye’nin önündeki en büyük sancı şu: Kürtler’in, Türkiye’deki siyâsetin, ülkenin merkezine taşınması. Cumhuriyet’in öyküsünde dindarların, muhâfazakârların merkezin kenarlarında tutulması vardı ve bunun bir süredir artık iptal olduğunu görüyoruz. Geldiler, merkeze yerleştiler. Daha önceki süreçlerde başlamıştı; ama AKP iktidârıyla bu büyük ölçüde tamamlandı, hattâ fazlasıyla tamamlandı. Merkeze öyle bir geldiler ki kendileri gibi olmayanları ya da kendilerine bîat etmeyenleri dışlar bir pozisyona geldiler. Ama Türkiye hâlâ Kürtler’i merkeze taşıma konusunda çok büyük bir sorun yaşıyor. Genellikle Kürtler’in merkeze taşınması talepleri, “Ya, benim işte üç tâne Kürt bakanım var, iki tâne Kürt vâli var, bir tâne Kürt emniyet müdürü var. Daha ne işte?” gibi açıklamalarla geçiştirilmek isteniyor. Halbuki buradaki mesele 2-3 tâne Kürt ismin bakan, şu bu olması değil; Kürtler’in tamâmının bir şekilde kendilerini bu ülkede birinci sınıf vatandaş hissetmeleri. Bunu yapabilecek bir adımın atılması — ve bu, Kürtler’in tek başına yapabileceği bir şey değil. Hep birlikte yapılabilecek bir şey ve bu anlamda Selahattin Demirtaş’ın ve Kürt hareketi içerisinde onun gibi düşünen insanların, başkalarıyla birlikte Kürtler’i hak ettikleri yere taşıyabilme çabalarına, o başkalarının içinden olumlu cevaplar verilmesi gerekirdi. Bu olayda olmadı. Hâlâ çok büyük bir tereddüt var. Kürtler’in taleplerinin benimsenmesi, bir şekilde içselleştirilmesi meselesini ertelemeye çalışanlar, genellikle olayı Kürtler’in Türkiye’de sistemli olan bir meselesi olarak değil; Kürtler’in kendi içlerindeki değişik odaklar arasındaki mücâdele olarak bize sunmaya çalışıyorlar. Halbuki Demirtaş’ın bu çağrısı; Kandil’e, İmralı’ya yönelik eleştiriler ve HDP’ye de yönelik bence, mesajlar içermekle birlikte, esas olarak Türkiye’nin Kürt sorununun çözümüne yönelik bir çağrıydı. Muhâlefet buna cevap vermedi ve Selahattin Demirtaş’ı yalnız bıraktı.

Bundan sonra ne olacak? Demirtaş, öyle kolay kolay pes edeceğe benzemiyor. Ama içeride bulunduğunu düşünürsek, imkânlarını düşünürsek ve hâlâ gerek kendi tabanında ya da kendi içinde yer aldığı hareketin içerisinde gerek diğer kesimlerde insanların hep ezbere ve birtakım bagajlarla, birtakım kırmızı çizgilerle hareket ettiğini düşünürsek, işinin çok da kolay olacağını söylemek mümkün değil. Bir yalnızlık var. Bu yalnızlık aslında Türkiye’de Kürtler’in yalnızlığı. Onu özellikle vurgulamak istiyorum ve bunu deyince, insanlar, “Ne istiyormuş Kürtler? Neleri eksik?” diye soranlar olacaktır, oluyor, hep oluyor. “Neymiş bu Kürt sorunu?” diyenler oluyor. Bu sorun çok ciddî bir sorun. Bu sorun, Türkiye’nin önünü kilitleyen bir sorun ve bu sorunun ne olduğunu merak edenlerin, öncelikle Kürtler’e sorması gerekiyor. Kürtler’in taleplerini, örgütlü, güçlü ve özgür bir şekilde dile getirebilmelerinin ve şiddeti bertaraf edebilmelerinin önünü açmak gerekiyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.