Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Siyasette akla yer açabilmek

Mayıs ya da Haziran aylarında yapılması beklenen cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimleri yaklaşırken, siyasetin gündelik hayatımızdaki rolü artmış durumda, daha da artacağa benzer. Sorsalar nüfusunun çoğunluğunun siyasetle çok ilgili olduğunu ifade edeceği bir ülkede buna şaşırmamak gerek. Yazar demiş ya, “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor”, bahsettiği şey Türkiye siyaseti olsa gerek. Çünkü biz bu kadar siyasi tartışmalara gark olmuşken, ülkemizin bugünkü ve sahici sorunları ya dikkat çekmiyor ya da gündelik siyasete meze olup kısa sürede unutuluyor.

Örneğin, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyaretinin yerindeliği ülkemizin bilimsel açıdan geri kalmışlığı ve çözüm önerileriyle iç içe tartışıldı; gündemle beraber bilim meselesi üç beş meraklının ilgisine terk edildi. Keza yaygınlaştığından emin olduğumuz yoksulluk ve yoksulluğun doğal sonucu olan ruh ve beden sağlığına dair sorunlar da liderlerin açılış törenlerinde ya da proje lansmanlarında dile getiriliyor ancak sistematik bir kamusal tartışmada yerini bulamıyor. Çok yakın zamanda yaşadığımız Bartın’daki maden kazası da siyasetçilerin kendi taraflarına “sinyal” vermeleri ve birbirlerini suçlamalarıyla gündemdeydi; üç gün içerisinde gündemden düşecek ve bu kazanın diğer iş kazaları gibi yapısal bir dizi sorunun sonucu olduğu hatırlanmayacak bile.

Siyaset tartışmayı bu kadar severken, asli sorunları kulak arkası etmemizin yegâne sebebi sadece balık hafızalı olmamız değil. Karşılaştığımız çoğu sorun bir dizi karmaşık faktörün karşılıklı etkileşimiyle ortaya çıkıyor. Bartın’daki maden kazasında işverenin ihmalkarlığından, denetlemesi gereken kişinin göz yummasına; evin ısınmasını ucuza getirmek isteğimizden, ekonomik kriz nedeniyle iş bulamayan ya da eğitimine ara vermek zorunda kalan gençlerin son umudunun maden ocağına olmasına kadar birbiriyle ilişkili birçok toplumsal gerçekten bahsediyoruz. Ve birinin ucundan tutup çeksek sorun çözülecek gibi değil çünkü toplumsal sorunlarımız bir yumak yün gibi karma karışık olmuş durumda. 

Çok karmaşık sorunlarla karşılaştığımızda ortalama bir insan olarak vereceğimiz reaksiyon belli. Ya olabilecek en basit ve muhtemelen yanlış bir şekilde anlamaya çalışacağız ya da çok uğraşmak zor geldiğinden başka bir vesileyle karşımıza çıkana kadar unutacağız. Bu arada, insani zaafımızdan yararlanacak politikacıların da ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacak. Seçimde gündeme geleceğinden emin olduğumuz ülkemizdeki Suriyeliler sorununa bakalım mesela. Ülkemizde 4 milyona yakın Suriye vatandaşının yaşamasının siyasetçilerin basiretsizliğinden iklim değişikliğine kadar çok sayıda ve birbiriyle ilişkili sebebi var. Çoğunluğun ve kendilerinin de istediği üzere ülkelerine geri dönmeleri için bu sebeplerin ortadan kalkması, örneğin iç savaşın sona ermesi, yaşamlarını sürdürebilecekleri yerleşimlerin inşa edilmesi, ekonominin canlanması ve çocuklarının eğitime erişebilmeleri gerek. Kısa vadede bu sorunları çözecek kaynak ve irade olmadığından Suriyeliler ülkemizde kalmaya devam edecekler. Böyle bir durumda fırsatçı bir siyasetçi ne yapacak? “Onları otobüse doldurur, gönderirim” gibi gerçekçi olmayan ancak basitliği nedeniyle akla yatacak bir öneriyle ortaya çıkıp, popülarite kazanacak. Bu taktikle yarın Meclis’te bile görebiliriz o siyasetçiyi.

Diğer konular da farklı değil. Daha önceki grizu felaketleri söz konusu olduğunda bir işadamı somon yetiştirmeyi çözüm olarak önermişti. Çocuklar okula gitmeyip fabrikalarda, tarlalarda çalışıyorlarsa çözüm basit: Çocukların çalışmasını yasadışı ilan et, gitsin. Ülkede konut fiyatları ve kiralar yükseldiyse daha fazla bina inşa etmek bir çözüm olarak görülebilir. Hastanelerde yoğunluk varsa doktorların muayene sürelerini kısaltmak bu sorunu halledebilir, olsun bir kişiye üç dakikada baksınlar. Ya da insanlar otomobil alamadıklarından şikayetçiyse ÖTV’yi düşür, alsınlar. Bütün bu çözümler akla yatkın gibi gözükseler de herhangi bir şeye çözüm olmaları mümkün değil, hatta hasta ölümlerini arttırmak ya da çevre kirliliğini arttırmak gibi tam tersi bir etkileri de olabilir. Sonuçta yapılan sadece bir gözbağcılık, ama ikna edici.

Sonuçta ufukta bir seçim varsa ve seçimi kazanmak bir numaralı öncelikse, siyasetçiler bu tür gözbağcılığa başvurduklarında şikayetçi olmamak gerek. Hem, bu siyasetçileri alkışlayanların arasında önerilen çözümlerin saçmalığının farkında olan ancak sorunu çözmüşçesine gece rahat uyku uyumak isteyenler olabilir. İnsanın gönlünü ferah tutma arzusu küçümsenecek bir güç değil, bu da bile isteye kandırılmaya müsait kişiler olmamıza yol açıyor. Güzel gözüken önerileri sorgulamak, daha iyi yanıtlar aramak ve bu uğurda mahallesiyle ters düşmek, huzursuzlukla sonuçlanabilecek işler; kimseyi bu zor işe soyunmadı diye kınamayalım.

Ancak seçim kazandırsa bile bu palyatif çözüm önerileriyle ülkemizin daha mutlu ve müreffeh bir ülke haline dönüşmeyeceği kesin. Sorunlar var olmaya, akutlaşmaya ve daha önemlisi başka sorunlara yol açmaya devam edecek. 1940’larda yapılmamış bir toprak reformunun sonucunun bugün ülkenin üçte birinin tek bir coğrafi bölgeye, Marmara Bölgesi’ne sıkışıp ülke gelirinin yarısını üretmesi olduğu ve gelecekte çevresel felaketler yaşanacağını öngörmek çok kolay olmasa da mümkün. Orta üst sınıfların yazlık sevdasının tarım alanlarının yok olmasına ve ülkenin gıda yetersizliğiyle karşılaşmasına yol açması da öngörülebilir bir şeydi. Çocukların sürekli bir yarış atı gibi sınavdan sınava koşturdukları bir eğitim sistemini değiştirememenin maliyeti, yoksul çocukların eğitimden ve ilerideki haysiyetli işlerden dışlanmaları, yoksulluğun nesilden nesle aktarılması; bunu da biliyoruz şimdiden. Bütün bu konuları ellerinden geldiğince çalışan, yazan-çizen ve seslerini duyurmak için çırpınan çok sayıda kişi var. Buna rağmen siyasetçiler muhtemelen kendilerinin de anlamakta zorlandıkları bu çözümlere sahip çıkmak yerine “yok kanun, yap kanun!” hayaliyle yaşamayı tercih ediyorlar çünkü seçim kazanmak için önemli olmadığını biliyorlar.

Yeri geldiğinde ve işine geldiğinde seçmeni akılcı olmamakla, cehaletle ve duygusallıkla suçlayanların siyasetin yapılma biçimini tartışmamaları ilginç. Seçimi kazanmak için her yola başvurmak mübah ise siyasi elitimizin Makyavelist anlamda bir akılcılığı olduğunu söyleyebiliriz; akılcılık kendi çıkarını maksimize etmek değil mi? Ancak siyasetçinin kendi çıkarı yerine demeyeceğim, yanında seçmenlerinin ve daha iyisi vatandaşların çıkarını düşünmesi de başka bir tür akılcılık olmaz mı? Evrim kuramı, yaşayabilmek için sadece kendi bireysel çıkarımızı değil; başkalarının da çıkarlarını göz etmemiz gerektiğini gösterdi bize, diğerkam olmayan bir çıkarcılık soyun tükenmesinden başka bir şeye hizmet etmiyor. O zaman vatandaşın duygusal olup olmadığını bir kenara bırakıp, siyasetin akılcılığını tartışalım ancak bu akılcılık post-paye getirmeyi değil, hep beraber daha iyi olabilmeyi hedefleyen bir akılcılık olsun.

Söz konusu olan günümüzde bazı siyasetçilerin ve akılverenlerinin çok sevdiği, “Direksiyonu cahil halktan ve bencil siyasetçiden alalım, bu işin erbabına verelim” tarzı bir teknokratlık değil. Bilim insanlarının ya teknokratların herhangi bir konu hakkında sıradan insanlardan daha fazla bilgili oldukları kesin. Bununla birlikte, iş muktedir olmaya geldiğinde kararlarının kendi iktidarları lehine mi yoksa ortak iyiliğimize mi olacağını bilemeyiz. Geçmişte anahtar ne zaman teknokratik yönetimlere devredilse, eskisinden daha beter bir enkazın sonraki yönetimlere miras kaldığını biliyoruz. Ki genellikle de bu yeni yönetimler, yükselişlerini müesses nizamdan nefret halkın desteğine borçlular. Gerçek hayatta, evdeki iyi fikirlerin geri tepmek gibi bir özellikleri var.

Aklın mutlak bir biliş olmadığını kabul etmek iyi bir başlangıç olabilir. Akıl dediğimiz şey, birbiriyle çelişen, farklı önceliklere sahip olan, o andaki ruh halimizden ve duygusal durumumuzdan doğrudan etkilenen, karmakarışık bir şey, tıpkı toplum gibi. Ancak, varoluşumuzu sürdürebiliyorsak aklın bu farklıkları aynı anda bünyesinde bulundururken, kararlarını iyi-kötü bir uzlaşmayla alabilmesine borçluyuz. Uzlaşamayan bir akıl felaketten başka bir yere götüremez. Siyasetçilerin de “ben bilirim” ya da “danışmanın bilir” iddialarından vazgeçmeleri bir başlangıç mesela. Doğru, tek kişinin uhdesinde olmasa bile farklılıklar arasındaki diyalog sonucunda ortaya çıkabilir, yeter ki herkese söz verilebilsin. Bizi iyi bir geleceğe götürebilecek bir siyaset de sadece farklılıkları kucaklayan değil, farklılıkları dinleyen bir anlayışla mümkün olabilir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.