Ekosistemi içinde farklı türleri besleyen, canlı bir organizmadır dünya. Türler arasında çatışmalar olsa da tekil bir yaşama izin vermeyecek kadar zengin bir beslenme ve korunma alanıdır orası.
Bir ara “Türkiye’de bir edebiyat dünyası yoktur” demiştim. Birkaç yerde bununla ne kast ettiğim soruldu bana. Sanırım hiç hak etmeyen birilerini gücendirmiş oldum. Bunu söylerken öyle bir maksadım yoktu. Kendini edebiyata adamış yazarlar, editörler, yayıncılar, kitabevleri başımın tacıdır; onlara yönelik söylediğim bir şey değildi bu söz. Yanlış anlama varsa özür dilerim. Ancak bir edebiyat dünyamızın olmadığı konusundaki fikrim baki. Hatta bu durumun yalnızca Türkiye ile sınırlı olmadığı gibi, yalnızca edebiyatla da sınırlı olmadığını düşünüyorum. Çünkü farklı türlerin var oluşuna izin veren bir yapı yok ortada. Bu da bir edebiyat “dünyası”nın varlığını sorgulamayı gerektirir doğal olarak. Bir yapının “dünya” olarak tanımlanabilmesi için orada farklı türlerin varlığını sürdürebilmesi beklenir.
Müzik, resim, heykel, dans, tiyatro için de geçerli bu söylediğim. Sanatsal üretim, tarih boyunca hiç bu kadar piyasa yönelimli olmamıştır herhalde. Şu anki egemen “piyasa” ilişkileri, gündelik tüketime yönelik olandan başka bir sanat ürününe yaşama şansı vermiyor ve sonuçta binlerce yıllık insanlık birikimi, eğlence sektörünün insafına terk edilmiş durumda. Neoliberal sistem, içinde bulunduğumuz ilişkileri değiştirmeye yönelik her üretimi yok sayarak görünmez hâle getirme konusunda kendisinden önceki üretim formasyonlarından çok daha acımasız görünüyor. Sanatsal yaratımı ve üretimi salt bir eğlence aracı haline indirgemekten öte, bunun yegâne yol olduğu konusunda herkesi ikna etmişe benziyor. Sanat üretici ve icracıları dahil…
İdeolojinin temel işlevi de budur zaten. “Doğal” olanı ve bunun aksinin ne olduğunu tanımlar ideoloji. Mevcut ilişkileri, mümkün olan tek durum olarak çıkarır karşımıza. Bunun dışındaki bütün türevler aykırı, sapkın, sapma, saçma ve yıkıcı olarak yaftalanır.
Statükonun kendisini doğallaştırma aracıdır ideoloji. Onun sayesinde gidip vergini ödersin, askerliğini yaparsın, evlenirsin, çocuğunu okula gönderirsin vs. Bütün bunlar “doğal”dır, olması gerekendir. Bu doğallaştırma yordamı, sanata da el atmıştır ve bu yeni bir durum değil. Tarih boyunca egemenlerin en büyük baş belası sanatçılar, aydınlar olagelmiştir. Hep tekrarlarım, sanatçının sorun çözmek gibi bir işlevi yoktur. Belki tersi daha doğrudur, sanatçı, aydın sorun yaratır. Mevcut ideolojik kurguyu sorgular, onun doğal olmadığını, bir tasarım olduğunu gösterir ve haliyle onu sorgulanır hale getirir. Yaşanan her şeyin olması gerektiği konusunda bir kuşku sahanlığı yaratır. Bu nedenle de iktidar odakları sanatçıları sevmez. Onların dişini, tırnağını sökmeden de sarayına sokmaz.
Tarih boyunca iktidar-sanat geriliminde şu an vardığımız noktanın bir benzeri yaşandığını sanmıyorum ve itiraf etmek gerek ki neoliberaller bu işi iyi kıvırdı. Kendi seyri içinde bütün sanatsal üretim alanlarını piyasa ilişkilerinin ideolojik egemenliği altına almayı başardılar. Yüzlerce yıllık müzik birikimi solup gidiyor elimizin altından. Tanburi Cemil Bey’i dinleyen kaç kişi kaldı? Minyatürleri inceleyen, orada hikâyeler görmeye gayret eden kimse var mı? Yaşayan son meddahlardan Sururi’nin taş plak kayıtları olduğunu öğrenmiştim bir zamanlar. Yıllarca aradım ama yoklar. Ortaoyunları, gölge tiyatroları ilkel bir versiyon olarak bir ara önümüze gelir gibi oldu ve sonra kaybolup gitti. Say say bitmez!
Sanat bir keşif alanıdır. Yazar da okur da keşif peşinde olursa gelenek dönüşerek zenginleşir. Binlerce yıllık hikâye anlatma geleneği bir yerlerde tıkanmadıysa bunun nedeni geleneğin keşiflerle beslenmesiydi ve şu anda bu durum büyük bir yol kazasına kurban gitmiş gibi görünüyor. Yol kazası değil de belki yola açılan derin bir çukur tarafından yutulmuş, demek daha doğru olur.
Sanatın bir keşif alanı oluşu, sanatçının iradesinden, hevesinden bağımsız, sanatın işleviyle ilgili bir durumdur. Sanatın işlevlerinden en önemlisi duygu eğitimi olsa gerek. İnsanın hissettiği şeyleri adlandırması, tanımlaması, dönüştürmesi, beslemesi için ona malzeme sunar ve bunu başka hiçbir disiplin sanat kadar ustalıkla yapamaz. Bu bakımdan okura, dinleyiciye, izleyiciye yeni bir şey söyler. Öyle olmasa, söz gelimi, roman sanatı nasıl bu kadar uzun ömürlü olabilirdi ki? Yüzlerce yıl boyunca üretim formasyonuyla dönüşen ilişkileri sorgulayıp onları yeniden biçimlendirerek okurlarına yeni hissediş kanalları açan klasikleri düşün. Şu ünlü Rus klasiklerinin altın çağı, Ölü Canlar ile Karamazov Kardeşler arasında yaşanmıştır. Bu kadarcık kısa bir sürede art arda gelen o muazzam eserler bir keşif yolculuğuydu ve o süreci yönlendiren, besleyen en büyük güç okurların beklentisiydi. Hayatı keşfetmek, daha derin duyguları tanımak, tanımlamak, deneyimlemek isteyen yazar ve okurların yaptığı şahane bir yolculuğun kayıtlarıdır klasikler.
Klasik gelenekten bugüne kadar gelen tüm eserlerin asli işlevi, yaşadığımız hayatın, bize çok doğal görünen veçhelerini sorgulamaktı. Bu da dünyayı dönüştürmenin en zahmetli ama en etkili yoluydu. Sanat zor yoldan ilerler. Mevcut ilişkilerin tek seçenek olmadığını sergileyerek, yeni hissediş alanları yaratır. Hiç yaşamadığımız, yaşama ihtimalimizin olmayacağı durumların duygularını sunar bize. Başka bir kaynaktan öğrenemeyeceğimiz, belki kendi ruhumuzun derinliklerinde sakladığımız sırlarla yüzleşiriz sanat sayesinde. Yalnızca ilişkiler değil, kendi varlığımızın, algılarımızın, hissediş tarzımızın “doğal” olmayabileceğini fısıldar bize. Bu fısıltı bizim kendimizi dönüştürebilmemiz için gerekli donanımı sağlar, sorgulatır, zorlar, sıkıntıya sokar, canımızı yakar sanat. Bunu hoşlukla yaptığı zaman daha çok severiz. Ama bazen o karakterin acılarını hissetmeyi bile sevdirir bize iyi romancı. Acının bile bir lezzeti olduğunu anlatır bize.
Tabii ki sanat bize hoşça vakit geçirtmeli ama tek işlevi bu olan bir adrenalin sporu değildir o. Çok daha fazlasıdır ve biz bir yerde “üstü kalsın” demişiz. Biz demesek de neoliberal dünya ilişkileri bunu böyle şekillendirdi ve daha fazlası için çırpınıp duranların sesi, işitme eşiğinin altında kalıyor giderek. Her şeye “piyasa” ve o kahrolası görünmeyen el şekil veriyor. Haliyle o piyasaya uyarlı ürün vermeyenler, fıkrasına gülünmeyenler durumuna düşüyor. Hayatının ciddi bir bölümünü uda, tanbura, kemana adamış müzisyenler, Beethoven’ın Ayışığı Sonatı’nı gitara uyarlamak için yıllarca çaba harcayanlar, şimdi “dımmm” ve “cısss” seslerinden oluşan seviyesiz bir ritmin karşısında yenik durumda. Enstrümanlarını kutularına koyup geri çekiliyorlar. Tıpkı gezegendeki türlerin sonsuzca çoğalmakta olan bir türün karşısında geri çekilişi gibi, fıkrasına gülünmeyenler de solup gidiyor. Aslında solup giden, insanlığın binlerce yıllık birikiminin bu çağa ulaşmış halinden başka bir şey değil. Tarih boyunca oluşan o zincir burada kopacak ve derin bir suskunluk kaplayacak ortalığı. İçinde yalnızca “dımmm” ve “cısss”ın duyulabildiği bir sükût hali… 375 kelimeyle yazılan romanlar, 50 kelimeyle konuşan insanlar tarafından okunacak ve “Abi koptum, elimden bırakamadım!” diye övülecek bu türevin türevinin türevi romanlar. Vasatlığın mutlak zaferi böyle böyle gelecek. Vardı ya o yerli filmde; Bizanslı komutan kızı kolundan tutup sahneye savurur, “Oy-naaa!” diye böğürür hani. Bu film de öyle bitiyor. Sanatı ciddiye alan, ona hayatını adayan birilerinin kolundan çekip sahnenin ortasına savuran bir piyasa var ve böğürüyor; “Oy-naaa!”
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Sonra…
Sonrası yok. Mevcut ilişkiler tek gerçektir, diyen egemenler kazanıyor oyunu. Buna direnen yayınevleri, tiyatro sahneleri, yazarlar, müzisyenler birer birer oyundan çıkacaklar. Ya gönüllü olarak ya da kıvrana kıvrana, bir eser daha, bir eser daha… “Oy-naaaa!” diye böğüren egemenin arzusuna teslim olacak ya da kimse anlattığı fıkrayı duymadığı için, kimse gülmediği için o son fıkra hüzünlü bir sessizlikle mühürlenecek.
Türkiye’de bir edebiyat dünyası yoktur. Bir piyasa var ve emtia piyasasının kuralları orada da geçerli. En basit, en yavan, en ilkel olan para eder, gerisi çöpe gider. Yayınevlerinin “iyi edebiyat” kontenjanına dahil olabilen birkaç yazarın da fıkrasının bir bölümü duyulur gibi olur arada. Zaten yayınevi de onu duyulsun diye basmıyordur ki. Tek sıkıntısı; sürekli, yakışıklı, pop şarkıcının zırva hikâyelerini bastığı için “page turner” yayıncı olarak görülmek istemediğinden senin de arada kalkıp fıkranı anlatmana ses çıkarmaz ama sen fıkranı anlatırken öyle çok gürültü yaparlar ki ezberin bozulur ve kendi fıkrana bile gülemeyecek hale gelirsin. O nedenle buruk ve hüzünlü fıkralar anlatan bir adama/kadına dönüşürsün bir süre sonra. Bir fuarda sorarlar, “Ortalama kaç satıyorsun?” Sen de “Kendimi değil, kitaplarımı satıyorum” dersin. Böyle buruk ve kötü bir fıkradır bu çağda yazmak. Öyle Hollywood filmlerindeki gibi epik bir vaziyet yok yani.
Türkiye’de bir edebiyat dünyası yoktur. Hayatını, yazdıklarına adamış iyi edebiyatçılar, ilkeli yayıncılar, mesleğinin hakkını vermek için çabalayan iyi editörler, şahane redaktörler, muazzam okurlar, yedi-sekiz saat ayakta koşuşturan kitabevi emekçileri var ve bunlar o piyasanın kaosunun içinde duyulamaz hale geliyorlar giderek.
Kendisini sanatına adamış ciddi müzisyenlerin, edebiyatçıların, tiyatrocuların, ressamların, dansçıların kolundan tutup sahneye savuran bir neoliberalin sesi yankılanıyor şimdi: “Oy-naaaa!”
Başka da ses çıkmıyor artık. Fondaki “dımmmm” ve “cıssss”lar haricinde…