Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (82): Altılı Masa’nın anayasa çıkışının anlamı

Altılı Masa, Anayasal ve Yasal Reform Paketi’ni 28 Kasım’da açıkladı.

84 maddelik teklifte seçim barajının yüzde 3’e düşürülmesi, parti kapatma ve dokunulmazlıkların kaldırılmasının zorlaştırılması gibi öneriler yer aldı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise 3 Aralık Cumartesi günü “Vizyon Belgesi“ni açıklayacak

Altılı Masa seçime nasıl hazırlanıyor?

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın seçim ekonomisi hamleleri toplumda karşılık buluyor mu?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım’da değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la yine bir konuyu değerlendireceğiz. Konumuz, Pazartesi günü Altılı Masa’nın açıkladığı anayasa değişikliği paketi. Ayrıca Altılı Masa aynı gün dokuzuncu toplantısını da yaptı. İlk defâ bu kadar kısa ve içinde az şey olan bir açıklama yaptılar. Altılı Masa, anayasa değişikliği dışında ne yapıyor? Tabiî bu arada Erdoğan ne yapıyor? Benim gördüğüm kadarıyla, Erdoğan seçim kampanyasını epey bir zamandır başlatmış durumda. Ama Altılı Masa sanki başlatmamış gibi.

İlk turda anayasayı konuşalım, ikinci turda daha genel olarak iktidârı ve muhâlefeti konuşalım. Burak, seninle başlayalım. Çünkü senin erken ayrılman söz konusu. İkinci turdaki konuşmandan sonra herhalde gideceksin. Onun için seninle başlayalım. Bu “heyecan” lâfını Altılı Masa ile birlikte kullanmaktan bıktım, onun için kullanmayacağım. Anayasa değişikliği metnini de herhalde görmüşsünüzdür, göz atmışsınızdır. Burak, bu anayasa değişikliği paketi sana ne söylüyor? Nasıl bir anlamı var? Eksiği, fazlası nedir?

Burak Bilgehan Özpek: Siyâseten benim için çok anlamı yok. Çünkü anayasa değişikliği önerisi üzerinde hizâlanan ve bir işbirliği mekanizması geliştirmeye çalışan altı parti var. Fakat bu işbirliği mekanizmasının siyâsî çıktıları konusunda hepimizin kafasında bâzı soru işâretleri var. Çünkü daha önce seçim ittifaklarını aslında biraz daha farklı görmüştük. Meselâ Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti, aslında belirli oy potansiyellerini temsil ederek yerel seçimlere girmişlerdi ve bu iki parti, ısrarla müstakil partiler olduklarını ve duygusal bir birliktelikten ziyâde, seçimleri kazanma amacını güttüklerini söylüyorlardı. Çünkü yerel seçimleri kazanmak, AK Parti otoriterliğine vurulacak en büyük darbeydi. Cumhur İttifakı’nın sıkça vurguladığı, “Pazara kadar değil mezara kadar müttefikiz” lâfı, aslında siyâseten oldukça anlamsız. Yani mezarda bitecek bir birliktelik, aslında hiçbir şekilde aktörlerin ayrıştığı, müstakil kimliğe ve kişiliğe sâhip olduğu bir birliktelik olamaz. Yani MHP ve AK Parti arasında böyle duygusallaştırılmaya çalışılan, romantik bir şekilde tanımlanan ve mistik bir hal alan bir ilişki var. Biz bu ilişkiyi Millet İttifâkı’nda görmedik. Millet İttifâkı’nın amacı, yerel seçimlerde seçimi kazanmak oldu ve seçimi kazanmak için de iki partinin, öncesinde aylar süren müzâkerelerde bulunduğunu, seçimler kazanıldıktan sonra da büyük bir değişim muştusunu halka verdiğine şâhit olmadık. Seçimi kazanmak, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni mağlup etmek ve belediye kaynaklarını AK Parti’nin elinden almak öncelikli amaçtı. Bu başarılı oldu. Yani son derece pragmatik davrandılar ve başarılı oldu.

Fakat yaklaşan genel seçimler öncesi biz Altılı Masa olgusuyla tanıştık ve bu, işin rengini biraz değiştirdi. Hatırlayalım, Altılı Masa bir değişim önerisiyle geldi. Yani altı partiyi bir araya getiren zemin, aslında anayasa değişikliğiydi. Onun için ben çoğu zaman “normatif” diyorum. Fakat zaman içerisinde ilginç bir olguyu gözlemledik: Altılı Masa, kendisini muhâlefetin geleceğine dâir her konuya karar veren bir üst komisyon, hatta çok cüretkâr bir yorum yaparak, kendisini bir “vesâyet unsuru” olarak konumlandırmayı seçti. Bunu niçin yaptığı, hangi hakla yaptığı ya da bunun meşrûluk zemininin ne olduğu soruları, zâten tamâmıyla cevapsız. Yani masaya oturan partilerin, hangi özelliklerinden ötürü ya da hangi seçimlerin kazanılmasına yönelik katkılarından ötürü masaya oturtulduğu soruları hiçbir şekilde îzah edilmedi. Dolayısıyla masanın işlevine, kimliğine ve kişiliğine dâir çok ciddî sorunlar ortaya çıktı. Bugün Demokrat Parti’nin, DEVA Partisi’nin, Gelecek Partisi’nin, Saadet Partisi’nin masada olması ve hepimizin geleceği adına karar verecek bir üst organ olarak, veto hakkına sahip aktörler olarak o masanın etrafında oturmasının bir îzâhı yok. Eğer sadece anayasayla sınırlı kalsaydı, bunun mütevâzı bir işbirliği mekanizması olduğunu iddia edebilirdik. Fakat Altılı Masa’nın, anayasanın ötesinde daha büyük bir iddiası olduğu için, açıkçası bu, siyâseten çok anlamlı gelmiyor. 

Anayasa yapım sürecinde, dışarıda bırakılan aktörlere de dikkat çekmiştik. Eğer mesele yeni bir anayasa yapımıysa, Türkiye’nin yeni bir anayasayla idâre edileceği meselesiyse ve bu seçimlerin dışında başka bir olguya işâret ediyorsa; Halkların Demokratik Partisi’nin, Meclis’teki üçüncü büyük partinin buraya dâvet edilmesi gerekirdi. Ya da, daha geniş konuşalım, sol ittifâkın buraya dâvet edilmesi gerekirdi. Meselâ geçen hafta, 2017 referandumunda canhıraş bir şekilde başkanlık sistemini savunan bir siyâsetçinin Sözcü gazetesindeki manşetini okudum. Yine aynı şekilde, 2017 referandumunda ses çıkartmamış, îtiraz etmemiş iki tâne parti genel başkanı da masada. 

Fakat bütün bunlar olurken, Türkiye’de muhâlefeti, muhâlif rûhu ayakta tutmuş partiler –meselâ Türkiye İşçi Partisi, meselâ HDP tabanı ya da HDP’li çok bilindik siyasetçiler, Selahattin Demirtaş diyelim– bir şekilde bu sürecin dışında. Dolayısıyla mesele sâdece anayasaysa, ortada dışlanmış aktörler var ve bu dışlanmış aktörlerin niye dışlandığının da îzâhı yok. Yani sâdece o masada oturanların niçin orada oturduğunun îzâhının olmadığı gibi, dışlananların da niçin dışlandığının îzâhı yok. Bu da bizi, asıl amacın, siyâseten seçimi kazanmaya yönelik bir ittifak olduğu düşüncesine getiriyor. Baktığımız zaman, bunu da göremiyoruz. Yani partilerin şu âna kadar, siyâseten seçimi kazanmaya yönelik stratejilerini halkla paylaştıklarını görmedik. Bu çok garip bir şey.

Ruşen Çakır: Burak, kusura bakma sözünü kesiyorum. Bu, benim ikinci turda yoğunlaşmayı düşündüğüm kısımdı.

Burak Bilgehan Özpek: Biliyorum Ruşen Abi, ama masanın karakteri açısından söylüyorum. Yani hiçbir şekilde siyâsîleştirmeden, pragmatikleştirmeden, seçimi kazanmaya yönelik bir adım atmadan, sanki başkanlık seçimi kazanılmış, sanki Meclis kazanılmış, bununla birlikte anayasa değişikliğini sağlayacak rakama da ulaşılmış gibi, bu projenin sunulması ve bunun üzerinden toplumla bir diyalog mekanizmasını geliştirme arayışı, o yüzden çok zayıf kalıyor. Bunu söylemek lâzım. 

Burada amacım Altılı Masa’nın siyâsî geleceğini ya da seçimlerdeki şansını tartışmak değil. Ben sâdece, anayasa metnini ortaya çıkartmanın neyi murad ettiğini ve murad ettiği şeyi niye başaramayacağını anlatmaya çalışıyorum. Çünkü önemli bir kişilik sorunu var. Anayasa metni, siyâsî bir program olamaz. Yani farklı siyâsî partilerin seçimi kazanmak için benimsedikleri stratejinin bir parçası olamaz. Bunun için daha fazlasına ihtiyâcımız var. O daha fazlası için de, partilerin siyâseten seçimi kazanmaya ne kadar katkı vereceği, onların temsil ettiği toplum kesimlerinin ağırlığı ve bu ağırlık nispetinde girecekleri bir koalisyona, bir seçim ittifâkına ihtiyâcımız var. Maalesef bu da eşyânın tabiatıyla, yani siyâsetin doğasıyla pek uygun değil. Çünkü partilerin hepsi eşit söz hakkıyla masaya oturmuş durumda. 

Eşit söz hakkı dediğiniz zaman, %25-30’luk oy alan ve oy alabileceği tahmin edilen Cumhuriyet Halk Partisi ile yüzde %0,4-0,5 oy almış Demokrat Parti’nin aynı söz hakkına sâhip olmasından bahsediyoruz. Burada bir saçmalık var. Hepimizin buna değinmesi gerekiyor. Çünkü siyâsetten bahsediyorsak, siyâsetin doğası bunu gerektiriyor. Şimdi anayasa metnini oluşturduğunuz zaman, her partinin eşit oy hakkına sâhip olması çok doğal gelebilir. Çünkü orada bir norm var. Fakat siyâsî bir işbirliğinden bahsediyorsak, burada partilerin temsil ettikleri insanları bir şekilde politika yapım sürecine yansıtmaları gerekiyor. İrâde bunu gerektiriyor. Millî irâde bunu gerektiriyor. Demokrasi de budur zâten.  

Fakat ısrarla, siyâsî bir ittifaka dönüşmeyen, dönüşmeyi reddeden, bunu ayıp sayan, bunu son derece vulgar terimlerle ifâde eden, seçimi kazanma meselesini bile aşağılıkça yapılmış bir iş olarak kabul eden bir dil hâkim oluyor. Şimdi bu da benim kafamda çok ciddî anlamda bir soru işâreti oluşturuyor. Sürekli olarak değerlerden, yeni Türkiye’nin inşâsından, dönüşümden; seçimleri, yepyeni bir ülküyü inşâ etmek için, yepyeni bir ütopyayı inşâ etmek için fırsat olarak gören dilden, toplum çok fazla tatmin olmuyor maalesef. Anayasa önerisi de aslında bunun bir çıktısı. O yüzden masanın siyâsîleşmesini bekliyoruz, fakat bir türlü siyâsîleşmiyor. Biraz önce söylediğim gibi, ortada Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti, İYİ Parti ve Saadet Partisi… Büyük partilerle küçük partiler arasında istediğiniz gibi ikili kıyaslama yapabilirsiniz. Toplum, bunların ağırlıkları farklı olmasına rağmen, eşit söz hakkına sâhip olmaları yönünde bir siyâsî proje geliştirmelerini bekliyor. Fakat geliştiremezler. Bu, siyâsetin doğasına aykırı, demokratik meselelere de aykırı.

Ama bu sorunun bir cevâbı var. Eğer Cumhuriyet Halk Partisi buna râzı oluyorsa, bu dört partinin masada olmasının Cumhuriyet Halk Partisi’ne siyâseten sağlayacağı bir kazanç olması lâzım. Bana sorarsanız, bu kazancı da Bülent Kuşoğlu Eylül ayında gayet net bir şekilde ifâde etti: “Altılı Masa’dan Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı çıkmazsa, anlamını yitirir” dedi. Çünkü Altılı Masa’nın siyâseten anlamı bu aslında: Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı. Fakat siyâsî anlamı tartışılmadığı için, biz sürekli olarak, seçimlerden sonra yaşayacağımız Türkiye hayâlini konuşup duruyoruz. Masadaki çeşitliliğin ne kadar hârika olduğunu, aslında DEVA ve Gelecek partilerinin bir türlü oya yansımayan, ama sürekli olarak çok büyük bir toplum kesimini temsil ettiklerine yönelik iddiaları konuşuyoruz. Anayasa meselesinin ilgi uyandırmamasının, fakat ısrarla konuşulmasının, ısrarla öne çıkartılmasının sebebi, bana sorarsanız bu.

Masanın aslında görünmeyen bir siyâsî amacı var. Fakat bu siyâsî amaç konuşulmuyor. Siyâset konuşmaya çalıştığımız zaman çok aşağılıkça bir şeymiş gibi gözüküyor; çok ayıp ve müstehcen bir şeymiş gibi karşılanıyor. Öte taraftan, her partiye eşit söz hakkı verebilmek adına ve bir anlamda mevcut o siyâsî yörüngeyi gizlemek adına, biz sürekli olarak soyut meselelerden konuşuyoruz: Seçim kazanılmış, Parlamento kazanılmış, Parlamento’da anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşılmış gibi konuşuyoruz. Çünkü bu meselelerden konuşmak, bizi siyâsetten konuşmaktan daha ahlâklı ya da daha idealist bir konuma sokuyor.

Ruşen Çakır: Evet. Ayşe şunu sormak istiyorum: Biliyorum, sen bu konularda çok titizsin. Allah bilir bütün anayasa değişikliği önerisini de okumuşsundur.

Ayşe Çavdar: 156 sayfanın tamamını değil ama başlıkları okudum. 

Ruşen Çakır: Ben olay yerinde, Bilkent Otel’deydim biliyorsunuz. Başlıklara epeyce hâkim oldum, ama şunu biliyorum: Serap Yazıcı’ya toplantıdan hemen önce, “Nasıl oldu?” diye sordum. Bana şunu söyledi: “Biz her 10 yılda bir böyle güzel güzel anayasalar hazırlarız, ama inşallah bu seferki nasip olur.” Fakat güvendiğim ve önem verdiğim birtakım insanlardan, paket hakkında çok ciddî kaygı ve eleştiri belirtenler de gördüm. Dört dörtlük bir paket var ama, “Acaba seçim alınabilecek mi?” olayının ötesinde, aslında paketin içerisinde de birtakım hususların, muhâlif kanatta da birtakım rahatsızlıklar yarattığını gördüm. Bunu da bir not olarak düşeyim. Ne dersin? 

Ayşe Çavdar: Çok haklılar. Aslında bir anayasa değişikliği paketi olarak önermek zorunda değillerdi bunu. “Biz seçim esnâsını planlama aşamasına geçebilmek için seçim sonrasına dâir bir ittifak protokolü hazırlıyoruz” deseler bence daha kolay olurdu. 

Ruşen Çakır: Onu ayrıca çalışıyorlar galiba Ayşe.

Ayşe Çavdar: Bunun içeriği îtibâriyle söylüyorum. Beklediğim kadar kötü bir metin değil, ama Burak’ın îmâ ettiği şekilde bir ütopya da sunmuyor. İki türlü vaadi var: Birincisi, Parlamento’yu güçlendireceğim derken, esâsında Parlamento’da muhâlefet partilerinin etkinlik alanını güçlendiriyor. Bu aslında şu anda masa etrafında oturanların birbirlerine verdikleri söz. Çünkü aslında “Uncharted Territory” dedikleri, haritalandırılmamış bir alana doğru giden bir siyâsî ekipten bahsediyoruz. Hem birbirleriyle nasıl çalışacaklarını bilmiyorlar, hem ne kadar oy alabileceklerini; dolayısıyla birbirleri arasındaki güç dengesinin, seçimlerde nereye doğru değişeceğini bilmiyorlar. Hem de mevcut sistemi değiştirme girişimlerinin nasıl sonuçlanacağını bilmiyorlar. Dolayısıyla ben burada bir anayasa değişikliği metni görmedim. Anayasada birtakım değişiklikler yapmayı önerme üzerinden bir tür iç protokol gördüm. Azıcık anayasaya benzediği yerler, en kısa geçilmiş yerler. Meselâ ifade özgürlüğünü oraya koyarak iyi bir şey yapıyor. Ekonomik hakları Anayasa Mahkemesi’ne başvuru meselelerine dâhil ediyor. Bunlar güzel. Ama onun dışında, 1980 Anayasası’ndan beri çözülmemiş olan kimi sorunlara hiçbir şekilde cevap vermiyor. Grev hakları, çalışanların emek haklarına dâir bir şey söylemiyor. Kürtler’e söylediği de ciddî ve üstünde durulması gereken bir şey: Yerel yönetimlerin yetkileri artırılacak. Yani onların etkinlik alanlarını artıracak ve kayyum atama hikâyesi de zorlaştırılacak. Bu, HDP’ye, HDP seçmenine ve Kürtler’e verebildiği söz. Bence pazarlığa bir başlangıç olarak fenâ değil, ama yeterli değil. Dolayısıyla benim anlamadığım şey, bunu niye anayasa değişikliği önerisi olarak yaptıkları. Bunu hakîkaten bir ittifak protokolü ve seçim beyannâmesi olarak da yapabilirlerdi. Anayasa değişikliği olarak sununca biraz fazla iddialı bir şey. 

Meselâ şunu da anlamadım; size de sormuş olayım: Niye Cumhurbaşkanı hâlâ halk tarafından seçiliyor? Yani iyice tırnaklarını sökmüşler, partisiyle de arasını kesiyorlar — o da fiktif bir kesme tabiî. Biz bunu daha önce gördük.  Bir partinin içerisinden bir cumhurbaşkanı çıktığında, o partiyle o cumhurbaşkanı arasındaki ilişki bir şekilde devam eder. Erdoğan da partisiyle arasındaki ilişkinin kesilmeyeceğini söylediği zaman, geçmişteki bu deneyime referans vermişti. Dolayısıyla, cumhurbaşkanını hem halka seçtirip –tabiî mutlaka birtakım partilerin desteğiyle seçilecek–, sanki o partilerden ilişkisi kesilebilirmiş gibi davranmak tuhaf. Bizim eleştirdiğimiz, “Bizi batırdı, mahvetti, hayatımızı kararttı” dediğimiz Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nden, Kabine’yi ve Parlamento’yu güçlendirerek bir yarım çıkış önermek… Mâdem Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem var, tam çıkış da önerebilirlerdi. Sonuçta anlamadığım birtakım çelişkileri var. Dediğim gibi beklediğimden kötü değil, ama muhteşem bir metinden de bahsetmiyoruz. Yine tekrar edeceğim: Bunu bir tür ittifak protokolü olarak yazsalardı daha anlaşılabilir olurdu. Bu kadar uğraşmaya da gerek yoktu. 

Tabiî ellerini bağlayan şöyle bir şey var: 1982 Anayasası gibi berbat bir anayasayı değiştirmek üzere bir kurul yan yana getiriyorlar. O anayasa zâten darmadağın olmuş vaziyette. Aslında Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçildiğinden beri Türkiye’nin bir anayasası yok; rafa kaldırılmış durumda. Şu detayda bir şey hazırlamak yerine, “Bu bizim seçim protokolümüz. Seçimleri kazandıktan sonra hep berâber, ne kadar uzun sürerse sürsün her bir aşamasını tartışarak, birlikte bir anayasa yapmayı vaat ediyoruz size” diyebilirlerdi; bunu dememişler. Bunun sebebinin, o masa etrâfında oturan partilerin birbirlerine güvenmemeleri olduğunu zannediyorum. Bu çok normal. Zâten birbirleriyle her konuda hemfikir olmamaları ve birbirlerine güvenmemeleri gerekiyor. Eğer güvenirlerse yanmışız. Yani tek adam rejimine, bu defa da bir Altılı Masa üzerinden, bir sürü partinin içinde bulunduğu bir düzenek üzerinden gideceğiz. Ne gerek var? Anlaşamıyorsunuz, tamam. Bu kadar soyut olmanız, çok büyük isimler koymanız gerekmiyor. Anlaşılabilecek, halkın kabul edebileceği, içinde bulunduğumuz siyâsî açmazı halka şeffaflaştıracak, dolayısıyla onların da desteğini alacak bir protokol açıklayabilirdiniz; böyle bir şeye gerek yoktu. 

Biz ileride bu metne o kadar büyük referanslar vermeyeceğiz meselâ. Çünkü eğer seçimi kazanırlarsa, önümüzdeki genel seçimlerde, yine Altılı Masa’yı oluşturanlar arasındaki denklemin sandıkta nasıl kurulduğu üzerinden, bunlar yeniden müzâkere edilecek. Yani iş çıkarmışlar başlarına, buna hiç gerek yoktu. Birkaç aydır üzerinde uğraştıkları, çok fenâ olmayan, ama tabii ki 82 Anayasası gibi aslında çalışmayan, çoktan rafa kaldırılmış, kötü yazılmış bir anayasa üzerinde çalıştıkları için ellerini bağlayan –çünkü orada değişiklik yaparak bir bağıt altına girmeye çalışıyorlar– bir işe girmeye gerek yoktu.

Bir de, halka verdikleri söz; o da çok enteresan. Herkesin nereden yaralandığını bildikleri için… Meselâ, yargıdaki düzenlemeleri, aslında yargıya değil, ahâliye verilmiş bir söz olarak okudum ben. Çünkü şu anda yargının, hukukun, ahâli karşısında, toplumsal muhâlefet, toplum kesimleri karşısında bir silâha dönüştürülmesi meselesi var. Hem parti kapatmalar konusunda hem yargının nasıl düzenleneceği, nasıl bağımsızlaştırılacağı konusunda bayağı detay çalışmışlar. Muhâlefetin, Parlamento’nun denetim safhalarında nasıl rol üstleneceği konusunda yine bir hayli detay çalışmışlar. Geriye kalanlar, böyle hani gönlümüz hoş olsun şeklinde. Hattâ bâzıları var ki, siyâsî partiler yasası ve seçim yasası elden geçirilmeden çok anlamsız olacak. O detaylı maddelere girmiyorum. Dolayısıyla bunun işi çok. Aslında bir anayasa değişikliği olarak önerilmek zorunda değildi. Birbirlerine güvenmediklerini beyan ederek, bir güven, bir ortak zemin, birlikte bir çalışma zemini oluşturmak üzere –bir mutâbakattan bahsetmiyorum– bize emânet edilmiş “Bunun yaptırımı sizdedir” denilmiş bir protokol, bir sözleşme ile çıksalardı, bence daha iyi bir şey yapmış olurlardı. Söylediğin gibi, eğer böyle bir protokol çalışıyorlarsa, “Bunu boşuna yapmışlar” diye kabul edeceğim. Teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: Kemal, dün izleyicilerle ortak bir yayın yaptım. İzleyicilerin bâzıları benim yeni kılık kıyâfetime takmış durumda. Orada seninle ilgili de bir bölüm var. Sen izlememişsindir, sana söyleyeyim. “Artık Kemal Can düşünsün” diyorlar. 

Kemal Can: Benim düşüneceğim pek bir şey yok. Değişiklik sende. Ben senelerdir aynı yolda, aynı biçimde, aynı tarzda devam ediyorum. 

Ruşen Çakır: Peki, öyle olsun.

Kemal Can: Dolayısıyla düşüneceğim yeni bir durum yok. Hem Ayşe’nin hem Burak’ın söyledikleri üzerine söyleyeceğim birkaç şey var, ama öncelikle şunu söyleyeyim: Altılı Masa’nın kurulması, inşâ edilmesi sürecindeki en önemli tezlerden biri, Türkiye’nin yaşadığı bir sistem bozulması ve bu sistem bozulmasını tekrar yerine oturtacak ve bunun oturtulmasının zeminini kuracak bir ortaklık. Burada da, başlangıçtan îtibâren, aslında bence en zararsız, en belâ çıkartmayacak başlık olarak gördükleri bir şey olduğu için, anayasayı onun merkezine yerleştirdiler. Çünkü sistem bozulmasındaki temel meselelerden biri, anayasadaki değişiklikler. Ama Ayşe’nin söylediği gibi, anayasada 1982’den îtibâren gelen bir yapısal sorun var. Ama sistem sorunu anayasadan ibâret değil. Hattâ aslında anayasanın çeşitli siyâsî aktörlerin kolay buluşabildikleri bir alan olmasının örneğini, daha önce uzlaşma çalışmalarında da gördük. Bugünkü iktidar da, muhâlefetteki çeşitli partiler de bir sürü maddede kolayca anlaşabildi. Çünkü anayasa metinlerinin lafzında uzlaşmak, o kadar zor değil. 

Bu Altılı Masa’nın da anayasa metnini ortaklığın ana omurgası hâline getirmesi, aslında bir kolaya kaçmaydı. Çünkü o kolay iş. Ama sistem sorunu, yaşadığımız sorundaki sistem etkisi, anayasadan ibâret değil. O yüzden de Ayşe’nin söylediğine katılıyorum. Bu anayasa değişikliği paketinin, şimdi hazırlamakta oldukları ve hep geriye itilen, “ortak seçim stratejisi” ya da “yol haritası”dedikleri –çünkü bir tânesi 60 maddelik, bir tânesi 32 maddelik iki ayrı hazırlık yapıyorlarmı – hazırlığın bir parçası olabilecek bir şeyi ayırıp öne koydular. Hem “Bir şey yapıyoruz” demiş olmak için, hem de en az belâ çıkartacak, çünkü lafzî olarak uzlaşılması kolay bir alan olması îtibâriyle, bu anayasayı önemli bir şey gibi başa koydular. Çıkarta çıkarta, “Bunu çıkarttık” dediler. Burada Burak’ın daha önce de defâlarca söylediği gibi, ama pek çok kişinin de işâret ettiği gibi, bunun zâten seçmende bir seçim heyecânının parçası olması, bir anayasa taslağı değil, anayasada bir revizyon önerisinin birdenbire herkesi hareketlendirecek bir şey olmasını, ne onlar bekliyordu ne de bu zâten gerçekçi bir şey. Ama buna rağmen, birtakım problemler var. Ayşe küçük bir şey olarak temas etti: Yine “halkın seçtiği başkan” meselesi. 

Ayşe Çavdar: Küçük değil. Küçük olduğunu düşünmüyorum.

Kemal Can: Hayır, kısa temas ettin anlamında söyledim. Olay küçük olduğu için değil, sen kısaca değindin anlamında… 

Ayşe Çavdar: Eyvallah, tamam.

Kemal Can: Burada yaklaşımı belirleyen şeyin, sâhiden bir sistem değişikliği ve sistemdeki ana sorunu tespit etmek gibi bir dertten değil; “Biz bunu ortaya koyduğumuzda, her konuda olduğu gibi, iktidar bunu nasıl kullanır, ne der, ne yapar?” beklentilerinin belirleyici olduğunu gösteriyor. Yani: “Cumhurbaşkanını seçme hakkı halka verildi. Şimdi biz bunu geri alırsak iktidar tam da bunu savunup, ‘Bakın, biz size cumhurbaşkanı seçme hakkı getirdik. Bunlar eskiye döndürmek istiyorlar ve elitlerin seçtiği cumhurbaşkanına geri götürmek istiyorlar’ diyebilirler.” Bu, aslında sistemin tam göbeğine yerleştirilen popülist dilin, yeni paketi de esir aldığını gösteriyor. “Biz böyle dersek, bize bunu derler” fikri var. “İktidârın dayattığı sınırların dışına çıkamama” meselesini, Altılı Masa ve muhâlefeti eleştirirken çok kullandık. Anayasa gibi sistemi radikal olarak değiştireceği iddiasındaki bir öneri metninin bile, iktidârın siyâsî kullanım sınırlarına ne kadar tâbi kaldığını gösteren çok önemli bir örnek. O yüzden önemli. Sâdece, “Ya, bu unutulmuş. Niye bunu böyle yapmışlar? Başkanın halk tarafından seçilmesi çok ciddî bir sistem sorunu zâten.” Çünkü Ayşe’nin de birkaç noktasına değindiği gibi, bunun siyâsî sonuçları îtibâriyle de yetkisini ne kadar sınırlarsanız sınırlayın… Zâten sembolik bir cumhurbaşkanını niye halka seçtiriyorsun? 

Burada iki türlü saçmalık var. Birincisi çok sembolik bir şeyse, bunu halkın seçmesinin halka ne faydası var? Yok, sembolik değilse; o halktan güç alarak bir pozisyon üretiyorsanız ya da bu pozisyonun birazcık sınırlandırılmış bir biçimde devâmına râzı oluyorsanız, o zaman bu politik gücün her zaman sorun üretecek bir kaynak olarak devâmına da râzı oluyorsunuz demektir. Çünkü bunun örneği yok. Yani parlamenter sistem olup, cumhurbaşkanının ya da devlet başkanının halk tarafından seçildiği çok az örnek var. Bu rastlantısal bir şey değil; bu böyle olması gerektiği için böyle. Çünkü halkın desteğini almış ve politik bir pozisyonla oraya gelmiş kişinin yetkilerini ne kadar sınırlarsanız sınırlayın… Bunun örneğini görüyoruz: Trump örneğinde gördük, Bolsonaro örneğinde de gördük. “Beni halk seçti”popülizminin, mevcut sistemin meşrû seçimini bile Kongre’yi basarak değiştirmeyi deneyebilecek mâcerâlara kapı açabildiğini gördük. Bu kaçınılmaz bir şey. Çünkü halkın seçtiği bir aktörü istediğiniz yasal sınırlarla kısıtlayın, ona bu pozisyonundan dolayı bir hareket alanı sağlarsınız. Bu önemli bir şey. Dolayısıyla, ben çok da lüzumlu olmayan başlangıç çıkışının bile kendi içinde sorunlu ve eksik olduğunu düşünüyorum.

Burak’ın söylediği bu “Altılı Masa’nın rolü” konusunda da şöyle bir mesele olduğunu düşünüyorum: Evet, Altılı Masa bir tür vesâyet kurumu gibi işlemeye başladı. Herkes oraya topu atıyor. Sanki orası muhâlefetin karar organı gibi bir işlem görmeye başladı. Ama aslında böyle bir fonksiyonu da yok. Çünkü karar organı olabilmesi için, karar üretiyor olması lâzım. Altılı Masa, herhangi bir karar üretmeden, hattâ karar üretilmemesinin adresi olarak sürekli gündeme geliyor. “Şunu nasıl yapacaksınız?” sorusu sorulduğunda, “Buna Altılı Masa’da karar vereceğiz” cevâbını vermek için kullanılan, vesâyet değil, bir tür bahâne masası. Öyle bir fonksiyonu var. Burasının bir vesâyet kurumu olması için birtakım kararlar üretmesi ve o kararları dayatıyor olması lâzım. Altılı Masa, anayasa paketi dışında herhangi bir siyâsî karar üretmiş değil. Ama bu bahâneyi kullanan herkes var. Üstelik Burak’ın söylediği gibi, Altılı Masa, sâdece Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyen küçüklerin onayı meselesi değil, buraya îtirâzı ve tereddüdü olanların da bir bahâne masası. Yani, birbirlerine açıktan söyleyemedikleri her şeyi dolaylı olarak söyledikleri bir adres olarak kullanılıyor. Doğrudan siyâsî rekabetin ya da siyâsî zeminin gerektirdiği açık mücâdeleyi yürütmeyenler, Altılı Masa’da kapalı olarak bunu yürütebilmenin imkânını da kullanıyorlar. Yani Altılı Masa, bir sürü açıdan sonuç üretmeyen, karar üretmeyen ve bu üretimsizliğin perdelendiği bir organ olarak işlev görüyor. Böyle bir sorunu var. Burak’ın söylediği gibi bir vesâyet organına dönüşüp, sonunda öyle bir fonksiyon edinecek olabilir; ama şu andaki rolü o bile değil. O olsa başka bir şey tartışıyor olurduk. Bunu siyâseten tartışıyor olurduk. Ama oraya bile varmış değil. Tâbir yerindeyse muhâlefet, Altılı Masa’yı kendi takozu olarak kullanıyor. 

Bu anayasa paketinin de, hem yol haritasından hem de ortak strateji belgesinden bağımsız olarak öne konulması, hâlâ bu fonksiyonun devâmında, Altılı Masa’nın mevcut hâlinden memnun olanlar da, memnûniyetsiz olanlar da, Altılı Masa’nın bulunmasından faydalanıyorlar. Ben o konuda bir denklik olduğunu düşünüyorum açıkçası. Daha fazla, daha az olabilir; ama herkes bundan memnun. Çünkü açık siyâsî mücâdeleyi ve daha netleşmeyi ertelemenin vesîlesi oluyor. Yani “Biz birlikte davranıyoruz, birlikte davranmanın zorlukları var” bahânesini, herkes her zeminde kullanıyor. Birbiriyle de kullanıyor, kamuoyuna karşı da kullanıyor. Şimdi işin böyle bir tarafı var. 

Dolayısıyla bu anayasa metni de çıkan çerçeve îtibâriyle, “Bunun öne konmasının, ilk çıktı olarak bunun sunulmasının, ayrı bir şey olarak sunulmasının ne anlamı var?” tartışmasından bağımsız olarak, bunu kuran aklın da hâlâ sorunları olduğunu bana düşündürüyor. Söylediğim, “halkın seçtiği cumhurbaşkanı” meselesi bir örneği. Ama başka örnekler de var. Çünkü aslında mevcut sistem sorunlarını revize edilebilir gibi görmek şeklinde çok ciddî bir problemi var. Yani birtakım düzeltmelerle durumun halledilebileceği inancını yerleştiriyor. Altılı Masa liderlerinin zaman zaman kamuoyu önünde de söylediği gibi, “Biz kolayca hallederiz. Altı ayda hallederiz. Altı ayda ekonomiyi hallederiz. Altı ayda anayasayı değiştiririz. Sistem de rayına oturur, liyâkati getiririz. O da olur” kolaycılığının buraya da yansıdığını görüyoruz. Yani Türkiye’nin sistem sorunu, hiç de öyle revize edilerek düzelecek alanlardan oluşmuyor. Hele bu anayasal çerçeve ile halledilebilecek bir şey olarak hiç görünmüyor. Bir kere bu derinlikte bir şeyi algılamak ve bu iddiayı dillendirmek konusunda son derece tereddütlü ve biraz ürkek davrandıklarını düşünüyorum. Bence bu metin, tek tek, madde madde sorunlu olmasa bile, genel yaklaşımı îtibâriyle böyle bir zaafla mâlûl. 

Ruşen Çakır: Kemal, Burak’ın çıkması gerekecek. İkinci tura geçelim, oradan devam edelim. 

Kemal Can: Bir tek şunu söyleyeceğim: Altılı Masa’nın yeni toplantısının, bu anayasa değişiminin gölgesiyle asıl beklenecek soruları ertelemenin de bir aracına dönüştüğü fikrindeyim. Üstelik şimdi erken seçim konuşulurken, ciddî başka bir sorun teşkil ettiğini düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Zâten Ankara’daki toplantıda, Altılı Masa’daki partilerden bâzıları, sohbetlerde, anayasa değişikliği duyurusuyla toplantının aynı günde yapılmasının yanlış olduğunu söylüyorlardı. İkinci toplantıdaki açıklamanın büyük bir kısmı anayasa değişikliği meselesine ayrılmıştı zâten. Bir de, muhtemel kara harekâtına, örtülü de olsa bir destek vardı. Onun dışında çok fazla bir şey yoktu.

Burak, sen ilk turda bahsettin, o konuyu ikinci turda biraz daha açalım. Ben pazar akşamı İstanbul’da, Galatasaray NEF Stadyumu’nda Erdoğan’ın “Büyük İstanbul Buluşması” toplantısını izledim. Çoktan başlatılmış bir seçim kampanyasının ana karargâhının İstanbul olacağı anlaşılıyor. Erdoğan bir tür rövanş alma derdinde ve çok ciddî bir şekilde teşkilâtını mobilize etmeye çalışıyor. Ne derece yapar o ayrı bir tartışma konusu. Ama önünde böyle bir gündem var. Ertesi gün de, Cumhurbaşkanlığı Kabinesi toplantısının ardından, Erdoğan kamudaki sözleşmeli personele kadroya geçme sözü, kara harekâtları, EYT meselesini çözme gibi açıklamalarda bulundu. Söylemlerinin her biri aslında birer seçim hamlesi. 

Pazartesi günü Altılı Masa’yı izlediğimde ise, açıkçası seçimle ilişkili hiçbir şey görmedim. Açıklanan metinde zâten görmedik de, insanlarla konuştuğumuzda da yoktu. Bilkent Otel’de bütün partilerin kurmaylarıyla toplantı öncesinde ve sonrasında sohbet etme imkânımız oldu. Tabiî ki birtakım sorulardan rahatsız oluyorlar. Genellikle şöyle bir hava var: “Merak etmeyin, her şey kontrol altında. Her şeyin bir sırası var.” Fakat bu sıra bir türlü gelmek bilmiyor. Ne dersin Burak? Meselâ “Bu toplantıda artık başkan adayı konuşulur mu?” diye düşünenler vardı. Konuşulduysa bile, dışarıya yansıtmadılar. Seçime ilişkin, kamuoyuna herhangi bir mesaj hiç yok. Yani güncel konularla ilgili bir-iki şey, anayasa değişikliği, o kadar… Ama biliyoruz ki 6 saat toplantı yaptılar.

Burak Bilgehan Özpek: Bu, benim bahsettiğim vesâyet tanımına uyuyor. Vesâyet, sâdece belirli politikaları dikte eden ve bütün aktörlerin o şekilde konuşmasını isteyen bir üst mekanizma değil. Vesâyet aynı zamanda aktörlerin konuşmaması gereken konuları da tespit eden bir mekanizma. Yani sâdece bütün aktörlerin davranışlarını aktif yönde şekillendiren bir vesâyet olmak zorunda değil. Vesâyet, aynı zamanda aktörleri pasifize eden ve konuşulmaması gereken konuları da belirleyen bir mekanizma olabilir. Dolayısıyla Altılı Masa’nın bir vesâyet unsuru olarak üzerimizde yükseldiğini bu yüzden iddia ediyorum. Başkan adayı tartışması yapmak çok büyük bir günah — öyle söyleyeyim. Biz muhâlifler olarak aslında sürekli olarak konuştuk ve tartıştık; doğru da söylemiş olabiliriz, yanlış da konuşmuş olabiliriz, hatâlı da olabiliriz; ama bu, muhâliflik kültüründe var olan bir şey. Çünkü bu ülkede Adalet ve Kalkınma Partisi’ne teslim olmamış insanlar oldu. Referandumu, yerel seçimleri berâber yaşadık. Doğru yanlış herkes bir şeyler söyledi, ama netîcede konuştuk. Herkesin bir fikri var.  Bu çok doğal bir şey. Konuşabilmek için muhâlefet yapıyoruz zâten. Dolayısıyla bunu böyle çok gizemli bir hâle getirip, kapalı kapılar arkasında hepimizin geleceğine karar veren, hepimizden daha akıllı insanların olduğu, onların da bizden daha doğruya ulaşmak için daha fazla bilgiye sâhip olduğu varsayımı ve bundan mütevellit, bizlerin çok fazla konuşarak, çok fazla tartışarak somut meseleler konusunda bu mekanizmayı çok fazla sıkıştırarak yanlış yaptığımız düşüncesi hâkim. Bu, tam olarak vesâyete tekabül ediyor bence. 

İçerik konusunda Ayşe metni ütopyacı bulduğumu söyledi. Metnin içeriğinden bahsetmiyorum Ayşe. Ütopya standart bir tanıma sâhip değil. Yani tek bir ütopya var ve hepimiz onun üzerinde mutâbık olmak zorunda değiliz. İnsanların farklı ütopya tanımları olabilir. Meselâ kimisine göre, mevcut koşullar göz önünde bulundurulduğu zaman bir önceki anayasaya dönmek bir ütopya olabilir. Siyâsî gerçekliğin merhalelerini, atılması gereken adımları hesap etmeden bize yeni bir çerçeve sunmak ve bunun daha iyi bir hayâtı bize müjdeleyeceğini söylemek de aslında biraz ütopyacı bir yaklaşım. Yoksa içeriği beni tatmin etmez. Herhangi bir metnin içeriği de herkes tatmin etmek zorunda değil, yani ütopya olarak görmeyebilir. O bakımdan öyle söyledim. Çünkü anayasa değişikliğini geçirebilmek için, Meclis’te bir çoğunluğa sâhip olmanız lâzım. Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmanız gerekiyor, Meclis çoğunluğunu kazanmanız gerekiyor, yetmiyor bir de Meclis’te anayasa değiştirecek kadar çoğunluğa sâhip olmanız lâzım. Bu, berâberinde atılması gereken birçok adımı getiriyor. Meselâ, ben bir muhâlif seçmen olarak ortak seçmen listesi meselesini her şeyden daha önemli buluyorum. Bence, eğer bir ittifak yapacaklarsa, muhâliflerin, gece gündüz ortak seçmen listesi meselesini konuşması ve tek bir oyun bile hebâ olmayacak şekilde listelerin hazırlanmasına odaklanması gerekiyor. Bu konuşulmuyor. Ben, DEVA, Gelecek, Saadet ve Demokrat Parti üyelerinin hangi listelerden seçime gireceğini, kaç kontenjan alacaklarını, İYİ Parti ile CHP’nin ortak bir liste komisyonu kurup kurmadıklarını bilmiyorum. Bu konu bence hepsinden daha önemli. Eğer yeni bir anayasa yapma niyetindeyseniz, bu gerçekten sizin için çok önemli ise, bu ütopyayı gerçek yapmak istiyorsanız, sizin ütopya kadar, ütopyaya ulaşabilecek yöntemleri tartışmanız gerekiyor. Siyâset zâten bunun aracı.

Siyâsetbilim hocası olarak benim derslerde okuttuğum, makalelerimde ele aldığım kavramların hiçbirisi tartışılmadan, ahlâkî bir tartışmaya sürüklendiğimizi esefle müşâhede ediyorum hakîkaten. Biz çocuklara siyâsetin güç ve çıkar meselesi olduğunu, bu kavramların etrafında şekillendiğini öğretiyoruz. Ve tabiî ki oy oranı küçük partilerin, kendi güçlerinin üzerinde bir temsil oranına sâhip olması ve onlara bu temsil hakkını veren kişiye minnet duymaları, onun etrafında kümelenmeleri çok normal. Yani küçük parti-büyük parti ayrımını, daha çok oy alan-daha az oy alan parti ayrımını ortadan kaldırarak konuşamayız. Siyâset böyle bir alan değil. Bir noktada konuşulacak bu. Yüksek Seçim Kurulu’na listeler verildiği dakika konuşulabilir, öncesinde konuşulabilir, ama bir noktada konuşulacak. İnsanlar peygamber değil, derviş değil. Nefsini, egosunu terbiye etmiş kişiler değil. O zaman siyâset kurumunda ne işleri var? Akşama kadar takım elbise giyip sıkıcı toplantılara niçin katılıyor bu insanlar? Niçin enerjilerini ve zamanlarını âileleri yerine pek hazzetmedikleri insanları idâre etmek için harcıyorlar? Siyâset kurumu böyle bir şey değil. Dolayısıyla herkesin bir güç hesaplaması ve çıkar beklentisi var. Bunu göz önünde bulundurmak zorundayız.

Bununla birlikte, parti oligarşilerinin de var olduğunu konuşmak zorundayız. Evet, parti oligarşileri de var ve parti oligarşileri birçok yerde işe yarayabilir. Çok aşırılıkçı, çok vulgar, çok hoyrat kişileri siyâsetten temizlemek için bir filtre görevi de görebilir. 1924’te Henry Ford’u Amerikan siyâsetinden sildiler meselâ parti oligarşileri. Ama Cumhuriyetçi Parti oligarşisi Trump’ı silemedi ve Amerikan demokrasisi zarar gördü. Parti oligarşilerinin oynadığı bir rol var, bunu kabul ediyorum. Fakat bu, parti oligarşilerinin olmadığı anlamına gelmez. Partilerdeki profesyonel siyâsetçilerin kendi kişisel ikballerini önemsemedikleri anlamına gelmez. Bu durumun da halkın temsili açısından çok büyük zararlar üretmediği anlamına gelmez. Meselâ adaylık tartışması yaptığımız zaman, parti oligarşilerini hiç tartışmıyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi’nin kendi içindeki dengeleri hiç tartışmıyoruz. Sanki yekvücut, monolitik, kendi içinde bir oligarşik yapısı olmayan ve bu oligarşik yapıya tehdit oluşturan başka kimse yokmuş gibi konuşuyoruz, ama aslında var ve hepimiz bunu biliyoruz. Bugün Ekrem İmamoğlu’nun adaylığı aslında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı meselesi olduğu kadar CHP içi oligarşinin de meselesi.  Bunları konuşmuyoruz meselâ.

Siyâsî hayatta kalma meselesi, political survival dediğimiz mesele çok önemli. Bugün aktörlerin siyâseten devam edip devam etmeyeceği meselesi aslında. Muhâlefettekilerin de böyle. Meselâ Ekrem İmamoğlu, Tayyip Bey’in seçimi kazanması durumunda acaba İstanbul Belediye Başkanlığı’na devam edecek mi? Veyahut Kemal Bey’in seçimi kazanması durumunda yeniden aday gösterilecek mi? Bu konuları konuşmadan, hep berâber bir ateş yakıp, etrafında el ele tutuşup dans edebiliriz. Hepimizin farklı anayasa önerileri olabilir, fakat ortada siyâsetbilimin kavramları, olguları ve terminolojisi var. Bu kavramlara başvurmadan hiçbir şey konuşamayız. Konuşturmuyorlar. Çok ilginç bir dönemden geçiyoruz. 

Sözlerimi bir kavramdan daha bahsederek tamamlamak istiyorum. Eğer bu seçimi muhâlifler kaybederse, kendi içlerindeki siyâsî meseleler hesaplaşmalar ne olursa olsun aslında topyekûn hepsinin kaybedeceği de bir dönem başlayacak. Asıl mesele bence biraz da bu. Kendi aralarındaki mücâdelede hayatta kalmalarını garanti altına almaya çalışıyorlar, ama o garanti altına almaya çalışma süreci, Tayyip Bey’in başarısıyla, seçimi kazanmasıyla sonuçlanırsa, bu hiçbirimiz için iyi bir Türkiye anlamına gelmiyor. Bunu akıllarından çıkartıyorlar. Seçimi kazanma meselesini konuşmuyoruz, aktörlerin siyâsî ikballerini konuşmuyoruz, parti içi oligarşileri konuşmuyoruz, partiler arasındaki güç farkını konuşmuyoruz. Biz ne konuşuyoruz Allah aşkına?

Ruşen Çakır: Senin gibi konuşanlara “beşli çetenin tetikçileri” diyorlar biliyorsun. Onu gördün mü?

Burak Bilgehan Özpek:  Evet. Bir “beşli çeteci” olmadığımız kalmıştı. PKK’lı olduk, FETÖ’cü olduk, her şeyi olduk, bir “beşli çeteci” olmamıştık; onu da olduk çok şükür.

Ruşen Çakır: Sonunda “beşli çete” muhabbeti de girdi işin içine. Ayşe, sen kaçlı çetenin elemanısın?

Ayşe Çavdar: Bilemiyorum ki. Ben de çeşitli dönemlerde çeşitli çetelere çeşitli taraflarca dâhil edildim. Söyleyeceğim şey îtiraz değil Burak, ama şöyle bir şey söyleyeceğim. Siyâsetin, egoları yüksek olan insanlar arasında bir güç yarışı, bir tür kavga, daha fazla güç elde etmek ve çıkarlarını gerçekleştirmek için bir tür rekabet, bir oyun olduğu fikrine ben de katılıyorum. Kesinlikle siyâset bundan başka bir şey değil. 16 yaşından beri bilfiil politika muhâbirliği yapıyorum, o yüzden bunun böyle olduğunu söyleyebilirim. Ama siyâseti bunun kadar topluma, insanlara yabancılaştıran başka bir argüman da yok. Dolayısıyla senin o “Ahlâkî tartışma yapmaya zorlanıyoruz” dediğin şey, esâsında şu an ahlâkî değil, yani o tarz ahlâkî değil, ahlâk öyle bir şey değil. Yani yüce değerlerin etrafında örgütlenen bir siyâsî tartışmadan bahsediyorsun. Bence o ahlâkî demek değil. Esâsında şunu yapmaya çalışıyorlar. Îtiraz ettiğin de bu, bunu anlıyorum: “Kendi çıkarlarını yüce değerlermiş gibi sunmaya çalışan birileri var, bunu yemeyelim” diyorsun. Bunu anlıyorum. Daha doğrusu söylediğini böyle anlıyorum. Çünkü ahlâkın siyâsetin içerisinde olmaması Antik Yunan’dan beri mümkün değil. Çünkü o orada olacak; bir tür kriter, bir ölçüt. Ne kadar benim işime, benim yarârıma çalışıyor diye, siyâsîlerin sürekli enselerinde boza pişirdiğimiz bir şey olarak ahlâk, bizim seçmen olarak argümanlarımızdan biri olmaya hep devam edecek. Ahlâk, tutarlılık… 

Geçen hafta söylediklerimle çelişen bir şey söylüyorum, ama esasında olması gereken, yani “Erdoğan tutarlı birisi olduğu için değil, bilâkis tutarsız birisi olduğu için bu kadar güçlü” dediğim zamanla çelişiyormuş gibi görünüyor; ama bunlar bizim aklımızda olacak. Çünkü biz bu adamları, egoları bu kadar yüksek, birbirlerini kendi çıkarları için öldürecek ve bunu da gayet normal karşılayan insanlar olarak görürsek, bizim siyâsetle, bizi yöneten mekanizmalarla, kurumlarla hiçbir ilişkimiz olamaz. İşte o zaman Erdoğan’ı avatarlaştıran sürece geliriz. Bu, bizim siyâsete katılabileceğimiz bir şey değil. O yüzden târifine îtiraz etmiyorum. Sâdece, siyâsetin o türlü târifinin hayâtımıza kattığı bir şey yok. Şu açıklık, içinde bulunduğumuz, Kemal’in “Sistemin değişmesi lâzım” dediği hikâye, bu türden tartışmaları siyâsete köşesinden sokuşturabileceğimiz alanlar. Zâten bu anayasa metninde de, birbirlerine güvenmedikleri için yaptıkları protokolde de, daha önce yazdıkları mutâbakat metninde de, sürekli olarak çeşitli mekanizmalar aracılığıyla bunu tesis etmeye çalışıyorlar: “Biz birbirimize güvenmiyoruz. Siz de bize güvenmeyin. Ama biz öyle düzenlemeler yapalım ki bizi diri tutsun.” Ben bu şekilde anlıyorum. 

Ama aday tartışmasının yaptırılmamasında ya da aday tartışması yaptırılmasına bir îtiraz gelmesine haklısın. “Yani bize bir şey söylemeniz lâzım kardeşim. Adayı açıklamıyor musun? Önemsiz mi olacak aday? O zaman seçtireceğin cumhurbaşkanının yetkilerini açıkla. Ne kadarını kullanacak ne kadarını kullanmayacak? Ya da hangi süreçlerle aday seçeceğini belirleyeceğini açıkla.” Niye altı kişi belirliyor benim adayımı? Bu kadar sene sonra, bu kadar ölüm kalım meselesi hâline gelmiş bir seçimde oy vereceğim, bir tercih yapacağım. Üstelik içime de sinmeyecek; gene kerhen oy vereceğim. Hiç değilse bir mekanizma olsun, ben onu göreyim. Altılı Masa’nın asıl tutarsızlığı, bir taraftan bize bâzı tartışmaları yaptırmazken, kendi içlerinde yaptırdıkları tartışmaların da yöntemsiz olması. Geçtim İYİP’in merkeze oynamasını, Altılı Masa bu türlü mekanizmalar, yöntemler tasarlamayarak ve bunları şeffaflaştırmayarak, katılıma, toplumsal müzâkereye açmadığı için merkez olamaz vaziyette. Bu türlü prosedürlere, bu türlü yol yordam tartışmasına bir türlü gelemedikleri için, farklı yerlerden gelen altı parti yan yana geldiği zaman bile merkez olamıyor. 

Kaç gündür şunu düşünüyorum: İnanılmaz bir kasvet kaplamış vaziyette muhâlif seçmeni. Tabiî böyle bir seçmen kitlesinin heyecanlandırılması da o kadar kolay değil. Çünkü çeşitli sebeplerle kaç kez yükseldi bu kitle. Altılı Masa kuruldu, yükseldi. Bilmem ne oldu yükseldi. 2019’da, daha öncesinde yükseldi, sonra hop tekrar, “O kadar da heyecanlanma” dendi. Güldür Güldür’ün son programındaki parodiyi 3 kez seyrettim. Yüreğim soğudu gerçekten. O kadar güzel anlatıyor ki mevzûyu. Altılı Masa’nın elindeki güç şuradan kaynaklanıyor: Altılı Masa’yı yan yana getirenler tek bir hareketleriyle bu kasveti dağıtabilirler. Bu, iktidar olmak demek. Bizim de muhâlefeti eleştirir gibi göründüğümüz şey, biz aslında muhâlefeti eleştiriyoruz. Çünkü gerçekten tek bir hareketleriyle, yani ortak verecekleri bir karar, bir açıklık, toplumla bir paslaşma, bir kendilerini açma hareketiyle bunu yapabilirler; bu kasveti kaldırabilirler. Çünkü kasvet o kadar büyümüş vaziyette ve iktidar çok başarısız. O yüzden tek bir harekete bakar. Çıkacaksınız yan yana ve diyeceksiniz ki: “Biz seçimi şöyle alacağız. Başkan adayı da bu. Biz aramızdaki ideolojik farklılıkları, çıkarları bir süreliğine erteledik. Ey seçmen! Sizinle aynı taraftayız, düşman değiliz”. Çünkü bâzen öyle davranıyor ki Altılı Masa’nın aktörleri, seçmen seçmen değil de düşmanmış gibi. Çünkü AKP’de kalmış olan muhâfazakâr seçmene âşıklar. O aşk söylemi bazen gerçekten zâten muhâlefette senelerdir direnmekte olan insanlara yönelik bir düşmanlık söylemine dönüşebiliyor istemeseler de. 

Ruşen Çakır: Bu arada, başta söylediğimiz gibi Burak Bilgehan Özpek işi nedeniyle yayından ayrıldı. Ayşe, sözünü kestim, ama benim söylediklerime benzer bir şeyi söylediğini tahmin ediyorum. Altılı Masa hem bir taraftan, “Baskın seçim olabilir” diyor, hem de bir taraftan seçime pek de hazır değil ve hazır olmaya fazla niyeti yokmuş gibi görüyorsun diye anlıyorum.

Ayşe Çavdar: Seçime kendilerinin hazırlanması o kadar önemli değil. Bizi seçime hazırlamaları gerekiyor. Bu yolda hiçbir girişim yok. Beni ilgilendiren şey bu; çünkü 6 oy yetmiyor onların kazanmalarına. Bütün teşkilâtlarını topladığınız zaman da yetmiyor. Bizi seçim atmosferine sokmaları, seçime hazırlamaları lâzım. Sen geçen gün bir programında “Oldu inşallah” sloganından bahsettin. Yanılmıyorsam Refah Partisi dönemiydi.

Ruşen Çakır: “Tamam inşallah.” Evet, 94 seçimlerinde Refah Partisi’nin sloganıydı.

Ayşe Çavdar: Eğer önümüzdeki seçim meselâ Haziran’da olacaksa –ki olmayacak–, diyelim ki Nisan’da veya Mayıs’ta olacak, Altılı Masa’nın, bu “Tamam inşallah” havasına Ocak ayında girmesi lâzım. Yoksa şu iktidar güçleriyle, devlet erkinin ona sağladığı kolaylıkla hakîkaten atı alıp Üsküdar’ı geçecek. O yüzden de kendilerinin seçime ne kadar hazır oldukları ile gerçekten ilgilenmiyorum. Çünkü muhâlif seçmen zâten çoğunlukta. Muhâlif seçmenin neşesinin yerine getirilmesi lâzım. Cumhur İttifakı’ndan oy devşirecek olan Altılı Masa’nın herhangi bir vaadi değil; geçtik oraları. Geçen sene konuşmalıydık onları. Muhâlefetin Cumhur İttifakı’ndan oy alacak olan gücü, muhâlif seçmenin kazanacağına olan inancı ve bunun bir neşeli gösteriye dönüştürülmesi. Şu anda muhâlif seçmeni hiçbir şekilde seçim süreçlerine dâhil etmeyerek, hem iktidar eziyor hem Altılı Masa eziyor. Hiçbir şekilde muhâtap almıyor. Böyle bir şey olamaz. AKP’nin %30-35 civârında, dağılmayan, bir kemik bile değil, dağılmayan bir seçmen kitlesi var. Herkes, bütün ülke oraya çalışıyor. Neredeyse %65’e varmış bir muhâlif seçmen var, çoğunluk olduğu halde kimse bu muhâlif seçmeni muhâtap dahi almıyor. Akıl alır bir şey değil. 

Dolayısıyla Altılı Masa’nın seçime hazır olmamasını bir tarafa bıraktım… Altılı Masa kendisini seçime nasıl hazırlar bilmiyorum. Listelerini filan kotarsınlar, yaparlar bir şeyler, o kısmı kolay. Asıl mevzû, muhâlif seçmenin seçime hazırlanması meselesi. Bu konuda akıllarına bir şey bile gelmiyor. Kim kazandıracak size seçimi? Muhâlif seçmenle hiçbir diyalogları yok. Şu anayasa metninde bile, hiçbir ihtiyâcına, örselenmişliğine, bu kadar senedir inatla direnmesine bir lâf, bir söz, bir şey yok. AKP’li seçmenle konuşabilmek için harekât güzelleyecek orada. Kılıçdaroğlu nihâyet güzel güzel konuşma yaparken araya Kur’an kursu hocalarını sokuşturacak. Yahu bunun dışında da bir seçmen kitlesi var. İnanamıyorum.

Biz dışarıda sürekli şunu söylüyoruz: “Bu AKP seçmeni, AKP dediğiniz şey, bunların dindarlıkları Türkiye’yi temsil etmiyor. Başka bir Türkiye var. Çünkü bu adamlar bu kadar güçlü olsalardı, bu kadar şiddete başvurmak zorunda kalmazlardı” diye buralarda anlatıyoruz. Bunu “Türkiye AKP seçmeninden ibâret değil” diye galiba Altılı Masa’ya da anlatmamız gerekiyor. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Kemal, sen ne diyorsun? Altılı Masa seçime hazır mı, yoksa seçim hiç olmayacakmış gibi mi çalışıyorlar?

Kemal Can: Ben epeyce önceden, Altılı Masa’nın, değil hazırlık, ciddî biçimde bir geç kalmışlık durumuyla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum Ama bunun, bir basîret ya da popüler târifle bir liyâkat meselesi olmadığını, bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. Biz bu oturumlarda uzunca bir süre şunu tartıştık: “Sonrayı sonra konuşalım. Biz Altılı Masa’yı çatılı tutmak için, orayı sağlam tutmak için farklılıklarımızı konuşmuyoruz. Geleceğe dâir fazla konuşmaya başlarsak farklılığımız açığa çıkar, bir arada duramayız. O yüzden biz sonrayı sonra yapacağız. Hattâ biz bunu kolay yaparız. Altılı Masa’da da aslında hiçbir sorunumuz yok.” Altılı Masa böyle bir çerçeve çizdi. Aslında muhâlefetin bir kısmını da, agresif taraftarlarını da ya da iktidar için kullandığımız tâbiri kullanırsak, “çelik çekirdeği”,  kemik muhâlefet tabanını da buna iknâ ettiler: “Çok akıllı bir strateji. Adayı açıklamamak da öyle, konuşmamak da öyle. Çünkü bu Altılı Masa’nın sağlam ve bir arada durması lâzım. Asıl anahtar bu.“

Bir kere bu, siyâsetin gerekleriyle uyuşmuyordu. Aslında siyâsetin gerekleriyle ya da akademik veya siyasetbiliminin kavramları açısından problemleri bir yana, gerçekle de uyuşmuyordu. Gerçekte de bunu yapmıyorlardı, bunu söylüyorlardı. Bu, sahnenin önündeki resimdi. Demin anlatmaya çalıştığım, Altılı Masa’nın fonksiyonu buydu zâten. Arkada yapacakları kapalı mücâdelenin, siyâsetin gereği olan hamlelerin önündeki gölge perdesiydi. Dolayısıyla herkesin işine geliyordu bu Altılı Masa’nın meselesi. Ama aslında biz de küresel bir başka sorunla tekrar yüz yüzeyiz. Bunu birkaç kere konuşmaya çalıştım, yazdığım da oldu. Aslında siyâsetin tıkandığı yerlerden biri, bu ittifaklı sistem denilen şey. Yani iktidarda olanların da tuhaf ittifaklarla iktidarda kalmayı devam ettirdikleri, ona karşı olan muhâlefetin de, ancak anlamsız birlikteliklerle karşısında durabildiği çok ucûbe bir sistem sorunu ile karşı karşıyayız. 

Mesela şu anda Türkiye’de her şey bir anda değişse, bir sihirli değnek mantığıyla bir şey olsa, ittifaklı sistem olmasa, bütün partilerin, bütün siyâsî aktörlerin, iktidarda ve muhâlefette kendi başına politika yaptıkları bir düzleme geçilse, herkesin bu karnından konuşması ortadan kalkacak; herkes kendini netleştirmek zorunda kalacak. İkincisi, daha önemli başka bir şey olacak: Bu artıya çıkmak ya da bu ittifaklar mecbûriyetinin saklayabildiği bütün zaafları da açığa çıkacak. İttifak sistemi, herkesin kendi zaafını saklayabildiği bir araca dönüşmüş durumda. İktidarda da böyle, muhâlefette de böyle. Muhâlefet bunu değiştirecek bir hamle yapmak yerine, bu imkânı kendisi için kullanışlı hâle getirebilecek bir zemin olarak kullanıyor birlikteliğini. Diyor ki: “Öbür tarafta tek adam var. Biz ondan farklıyız. Çünkü biz tek değiliz, kalabalığız. Biz altı adamız.” Buna iknâ olarak bir değişimi iddia edebileceğini düşünüyor. 

Bence burada temel mesele, Burak’ın söylediği bu siyâset algısının, açıklık, çıkar, menfaatler tartışmasının alenîleşmesi ya da siyâsetin bu yüzünün, ahlâkî olmayan ama ahlâkî olarak sunulan perdelerin arkasında cereyan etmesinin imkânı var burada. Ayşe’ye de bu konuda katılıyorum. Ama daha önemli bir şey, bir yandan da o sorunlu çıkar ilişkilerinin aslında olmadığı, yürürlükte olmadığı, hiç işlemediği bir zemin de yok. Senin demin esprisini yaptığın gibi, birilerini “beşli çetenin ajanı” olarak suçlamanın çok kullanışlı olması, beşli çetenin olmadığı anlamına gelmiyor. Yani parti oligarşileri var da, beşli çeteler ve başka çıkar grupları yok mu? Onlar birtakım politik hesaplar yapmıyorlar mı? Sâdece siyâsî partilerin içindeki birtakım kanatlar ve yerleşikleşmiş oligarşiler mi siyâseti tıkıyor? Birtakım sermâye gruplarının, birtakım çıkar çevrelerinin, birtakım angajmanları, oynadıkları kartlar yok mu? Bunlar da var.

Senin sorunda sorduğun “Hazırlar mı?” meselesine gelince: Dediğim gibi, hazırlığın ötesinde, büyük bir gecikmişlikle mâlûller. Çünkü bu anayasa metni hikâyesinde de, ya da Altılı Masa’nın kurulmasında da, her şeyde olan bu “Muhâlefeti konsolide etme” meselesi, işte asıl büyük gecikme burada. Hâlâ, câmide sol tarafta saf tutmadığı için günaha gireceğini düşünen birilerini iknâ etmek üzerinden bir strateji kurmaya çalışırlarsa ya da seçilecek aday tartışmasını bunun üzerine inşâ etmeye çalışırlarsa, bu gecikme, ağır bir yenilginin de zemini olabilir. 

Bu haftaki “5 Soru 10 Cevap” yayınımı, annemin umutla ilgili söylediklerinden yola çıkarak yapmıştım. Şu anda annemin öğüdünü tutmayıp, umutlu davranmış olmayabilirim. Ama bu riski görmek, umuda dâir bir şey; umudu imhâ etmemek için. “Hazırlar mı?” meselesi, hazırlıkları, kendi alacakları sonuç açısından değil, kendilerine getireceği sonucun umudunu canlı tutabilmeleri için lâzım bir şey. Bu konuda ağır bir gecikmeyle karşı karşıyalar. Meselâ Erdoğan grup konuşmasında, bu anayasa metnine de değinmiş ve muhâlefetle alay ediyor. Daha önce Numan Kurtulmuş da alay etti. Meselâ ilk turda konuştuğum, cumhurbaşkanını halkın seçmesi meselesini iktidar bile alay konusu yapmış durumda. “Ne olacak o zaman? Cumhurbaşkanı ne işe yarayacak?” diye soruyor ve çok basit bir söylemle, “Sizin seçtiğiniz cumhurbaşkanını işlevsiz hâle getiriyorlar” gibi bir çarpıtma cümlesini çok kolay kullanabileceğini görüyoruz. Çünkü bu temel şeyi değiştirme cesâretini göstermezseniz ve asıl olarak da, bunu kazanmanızın lüzûmuyla ilişkilendiremezsiniz… Yani insanların sorunu ile ilişkilendiriyorlar sistemi. Ama kendilerinin alternatif olmasını kazanmanın lokomotif hâline getirmek konusunda bir şey yapmıyorlar.

Bu anayasa metni de, tıpkı sağda solda seçmenle dolaşıp dertlerini dinleyip, “Bakın sizin ne dertleriniz var” demekle aynı şey. Sistem sorunlarını, yargı sorunlarını ya da anayasal sorunları ortaya koymak, “Siz pahalılıktan eziliyorsunuz” demekten başka bir sonuç vermiyor. Bu, realite. Siyâset bundan sonra başlıyor. Buna ürettiğiniz cevapla başlıyor. Problem de burada. Esnaf dinleyip sorun aktaran ve onları tâkip eden televizyonlar aracılığıyla bunları söylemeye devam eden siyâsetçiler, halkın sesini taşıyan ve aktif siyâset yapan, halka dokunan oluyorlar. Halbuki halka dokunmak, onun bu problemi üzerinden yeni bir cevap üretebilmekle mümkün.  

Bunun bir benzeri, bu anayasa perspektifi. Buraya geçmekte, değil “Hazırlar mı?” meselesi, ben ağır bir gecikmeyle mâlûl olduklarını düşünüyorum. Bugün Erdoğan grup toplantısında “Seçim yaklaşıyor” demiş. Sen de kampanyasına başladığını söyledin. Bizler muhâlefete bu gecikmeyi hatırlatamadık, iknâ edemedik; ama belki Erdoğan gecikmiş olduklarını gösterir.

Ayşe Çavdar: Onu daha çok dinliyorlar, daha çok inanıyorlar. Dolayısıyla olabilir. 

Ruşen Çakır: Kemal, o sözleri grup toplantısında değil de genişletilmiş il başkanları toplantısında söyledi. Normalde bugün grup toplantısı yapması lâzımdı. Yapmadı, genişletilmiş il başkanları toplantısını yaptı. 

Bir de, demin Ayşe’nin bahsettiği husus var: Şimdi, “Sizin seçtiğiniz cumhurbaşkanına yetki vermiyorlar” diyen Erdoğan, eğer Altılı Masa cumhurbaşkanını Parlamento’ya seçtirseydi, “Cumhurbaşkanını seçme hakkınızı elinizden alıyorlar” diyecekti. Sonuçta “Erdoğan ne der?” diye hareket ettikleri andan îtibâren, Erdoğan’ın her hamleye söyleyebileceği bir şey olabiliyor. Muhâlefetin Erdoğan’a değil de doğrudan topluma bakarak konuşabilmesi gerekiyor. Ama hâlâ bütün adımlarını, “Erdoğan ne der? Nasıl tepki verir?” üzerinden kurguluyorlar. Garip bir şekilde, o dar alanı kabul etmiş durumdalar.

Ayşe Çavdar: Hayranlar, hayran. Onlar en büyük hayranları. O Altılı Masa etrafındaki herkes Erdoğan’a hayranlıkla bakıyor. Adam memleketi mahvetti, gene de en çok oyu alan o.  Hangisi onun yerinde olmak istemez acaba? Hakîkaten, bence öyle bir hayranlık ve rehinlik durumu, asıl Altılı Masa etrâfında var. Onu aşmadan da hiçbir şeye hazırlanamayacaklar. Bunu bu kadar açık söylemek lâzım ki belki dışarıdan görüldüğünü fark ederlerse azıcık toparlanırlar.

Ruşen Çakır: Peki. “Adını Koyalım”ı burada noktalayalım. Burak Bilgehan Özpek işi nedeniyle yayından erken ayrıldı. Kendisine teşekkür ediyoruz. Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a da teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.