Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (141): Akşener’in açıklamaları, tarikatta çocuğa cinsel istismar davası, başörtüsü teklifi

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Ruşen Çakır’ın konuğu oldu. Akşener, adaylık tartışmasından Altılı Masa’nın geleceğine, Kürt sorunundan cinsel istismar davasına kadar pek çok konuda önemli açıklamalar yaptı.

İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızını altı yaşındayken bir tarikat üyesiyle “imam nikâhıyla evlendirdiği” haberleri Türkiye’nin gündeminde.

Anayasanın “Din ve Vicdan Hürriyeti” başlıklı 24. maddesinde başörtüsü serbestisi, “Ailenin korunması ve çocuk hakları” başlıklı 41. maddesinde ise evlilik tanımında değişiklik öngören yasa teklifi hakkında AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, yaklaşık 40 kadın milletvekiliyle birlikte basın toplantısı yaptı. Toplantıya az sayıda erkek milletvekili de eşlik etti. 

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: “Haftaya Bakış”a hoş geldiniz. Yayını bu hafta cumartesi yapıyoruz. Kemal Can’la birlikte yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. İzleyicilerimize merhaba diyelim. 

Kemal Can: Merhaba. 

Ruşen Çakır: Yayını dün yapamadık, ama bundan sonra yine eskisi gibi cuma günleri yapmaya çalışacağız. Kemal, çok olay var; ama en önemli olay, mâlûm, 6 yaşındaki çocuğa cinsel istismar olayı. İsmailağa Cemaati’ne bağlı bir vakfın yöneticisinin, eşinin bilgisi dâhilinde, kendi kız çocuğunu bir başka müritle 6 yaşındayken evlendirmesi olayı. İddianâme var, iddianâme kabul edildi. Epeyce cezâlar isteniyor ve dâvâ Mayıs 2023’de başlayacak. İki gazeteci, Timur Soykan ve Murat Ağırel bu olayı ortaya çıkardılar. Dün ben Timur’la da bir yayın yaptım, kendilerini tebrik ettim. Gerçekten iyi bir iş çıkardılar. Ama olayın kendisi zâten iddianâme. Hani bir haber vardır, birisi bir şey anlatır; öyle bir olay değil, zâten kadına ulaşamamışlar. Ama iddianâmenin içerisinde çok sayıda bilgi, fotoğraf var, ses kaydı dökümü var ve kadının kendisinin doğrudan ifâdesi var. Savcı da bunları ciddîye alıp dâvâyı açmış. Mahkeme de ciddîye alıp iddianâmeyi kabul etmiş. Sonuçta aslında yürüyen bir yargı sürecinin haberleştirilmesi var. Yani haberin yapılmasıyla başlayan bir yargı süreci yok, tersi bir durum var. Ama tabiî klasik biçimde, olayın kendisini konuşmak yerine, gazetecileri, gazetecilerin çalıştıkları kurumları işâret edip burada bir gizli gündem, İslâm’a saldırı, hattâ “Yeni bir 28 Şubat süreci”, “Yeni Fadime Şahin’ler yaratılıyor” gibi acayip bir durum var.

Burada farklı farklı pozisyonlar da oldu Kemal, biliyorsun. Meselâ Saadet Partisi, “Olayı fazla karıştırmayalım” yaklaşımında. Âilenin yanında tavır alanlar, âilenin diğer fertleri, âilenin avukatı da daha çok Saadet Partisi’ne yakın medya kuruluşlarında çıkıyorlar. İşin öyle bir boyutu var. Diğer taraftan, AKP’nin içerisinde, “Mahkemeye karışmayalım” diyenler de var. Ama bunun sonuna kadar gidilmesi gerektiğini söyleyen önemli pozisyonlardaki isimler de oldu. 

Bir de çok ilginç bir şey oldu, farkında mısın bilmiyorum. Oğlum Ali Deniz çok meraklı olduğu için sosyal medyada, o gösterdi. İlk çıktığında, “Yok canım, bu çarpıtma” diyen birtakım iktidar yanlısı sosyal medya figürleri, “Ya, bu olay hakîkaten çok acı. Keşke kıyâmet kopsa, bu bir kıyâmet alâmeti. Yalan dedik, ama galiba değil” gibi şeyler de yazmaya başladılar. Bir kere, her şey bir yana, bir kadın, yıllar sonra büyük bir cesâret gösterip bir şeyleri ifşâ ediyor. Niye böyle bir yalanı annesini-babasını içine katarak uydursun? Hadi diyelim ki bir kadın bunu uydurdu. Savcının, mahkeme heyetinin elinde herhalde bütün bunları az buçuk ayırt edebilecek unsurlar vardır. Sonuçta bu, çok popüler bir cemaatin gündeme gelmesine yol açtı, ama aynı zamanda cemaatler olgusunun gündeme gelmesini de sağladı. Aslında bu tür kırılgan konuların iktidar ve muhâlefet gibi bir ayrımla yürür –hep genellikle öyle oluyor ya? İktidar bir tarafta oluyor, muhâlefet bir tarafta oluyor–; burada safların karıştığı bir olayla da karşı karşıyayız. Ne dersin?

Kemal Can: Evet, doğru söylüyorsun. Aslında artık Türkiye’de her türlü olay böyle konuşulmak zorunda; böyle oluyor. “Yanlış politikleşme” diye târif edebileceğimiz, bu kutuplaştırmanın, ötekileştirmenin, blok siyâsetinin, linç kültürünün ikincil etkilerini de yaşıyoruz. Çünkü hiçbir şey kendi hakîkatiyle konuşulamaz hâle geliyor. Bir olayın, bir durumun kendisi, ona ilişkin reaksiyonlar, tepkiler, protestolar, o olaydan bağımsız olarak genel siyâsî tablonun içerisinde bir yere oturuyor. Dolayısıyla senin söylediğin gibi, bâzen karmaşıklıklar, önyargılı bloklaşmalar hemen vakanın önüne geçiyor ve belirleyici hâle geliyor. Bu olayda da senin dediğin gibi bir süreç yaşandı. Ama işin bir iddia olmaktan öte, bir yargı sürecinin parçası hâline gelmesi dolayısıyla da, önceki vakalardan daha farklı sonuçlar ortaya çıktı. Senin, özür dileyip geri adım atmaya başlayanlarla ilgili söylediğin, işin bu tarafıyla ilgili.

Burada işin birkaç boyutu var: Senin söylediğin gibi, olay aslında yargıya aksetmiş, yargının konusu olmuş, hatta bir iddianâmenin kabulü ile artık dâvâsı açılmış bir mesele. Orada bir sürü delil, belge söz konusu. Zâten inkâr edilemez birtakım hakîkatler olduğu için, bunlar birtakım kanıtlara dayalı olduğu için de dâvâ açılmış. Ama her zaman ortaya atılan, “Bakalım, dâvâ sürecini bekleyelim. Dâvâ nasıl sonuçlanacak? Bunu çok kurcalamayalım” tarafı işin başka bir yönü. Çünkü şöyle bir yanlış algı var: Dâvâ süreci devam eden meselelerle ilgili tartışma yapılması, dâvâ sürecini etkileme açısından, evet, sakıncalı bulunabilir. Ama dâvâ süreci olan pek çok meselenin –bu bâzen bir yolsuzluk hikâyesi olabilir, bâzen bu olayda olduğu gibi bir istismar hikâyesi olabilir, bazı durumlarda kadına şiddet olaylarında yaşadığımız gibi, çeşitli şiddet olayları ve adlî vakalar söz konusu olabilir– dâvâ sürecini tartışmakla, bunun bir sosyolojik ve politik olgu olarak tartışılması arasında bir fark var. Yani bir şeyin dâvâ meselesi olması, onun sâdece yargı süreciyle sınırlı olarak konuşulmasını ya da konuşulmamasını ortaya çıkartmaz. Bir meselenin yargı sürecinde nasıl sonuçlanacağı da onun siyâsî ve toplumsal tartışmasını doğrudan belirleyecek bir şey değil. Çünkü biliyoruz ki, pek çok olayda, yolsuzluklarda ya da başka konularda, cezâsızlık, kadına şiddet meselelerinde hafifletici nedenler gibi dâvâ sürecinde hiç de mâkul olmayan sonuçlar üretilebiliyor. Bu, tartışmayı ortadan kaldırmaz. Bu tâciz meselesinde de olayın kendisi çok çarpıcı. 6 yaşında bir kız çocuğunun, hattâ bebek denebilecek yaştaki birinin, evlilikle ilgili bir meselenin parçası hâline getirilmesi, yine erken ve çocuk yaşında bir ilişkiye zorlanması gibi çok çarpıcı, çok rahatsız edici tarafları var. Ama senin de söylediğin ve bu olay ortaya çıktıktan sonraki reaksiyonlardan da okuduğumuz gibi, bunun politik, toplumsal ve ahlâkî bir alt zemini, bir arka planı var. Yani bu işin üstüne gidilmesi isteklerinin ya da tepkilerinin arkasında da, “Bu işin fazla üstüne gidilmesin” diyenlerin iddialarının arkasında da, aslında vakanın kendisi değil, bu vakanın oturduğu zemine ilişkin kanaatler belirleyici. Bence zâten asıl politik çerçevenin ve toplumsal tartışmanın burada kurulması gerekiyor. Çünkü bu ne ilk, ne tek vaka. Yani hem tâciz, tecâvüz, istismar meseleleri ve “dinî cemaatler” başlığı altında bunun onlarca örneğini gördük. Her seferinde bu tartışmalar gündeme geldi ve her seferinde bu tartışmalar, genel bloklaşmanın, kutuplaşmanın parçası olarak, “dine saldırı” ya da “dinî cemaatleri düşmanlaştırarak bir algı yaratmak” gibi iddialarla kapatılmaya çalışıldı.

Son olayda gördüğümüz gibi, özellikle Timur’a (Soykan) dönük, çok yoğun bir medya kampanyası ile saldırı örgütlenmeye çalışıldı. Şimdi bu son çıkan dezenformasyon yasasını işaret ederek, bunun dezenformasyon olduğunu iddia edip, “Tutuklansın” diye hashtag’leraçıldı. Ama buradan anlıyoruz ki, aslında bunu da çok fazla sürdüremediler. Çünkü senin söylediğin gibi vaka adlî bir vakaydı. Ama olmayabilirdi… Daha önceki bâzı olaylarda üstü kapatıldı. Hattâ toplu tâciz, tecâvüz olaylarının çok üstüne gidilmedi. Bunların münferit olaylar olduğu söylendi. Ama bu işin, hem bunu yaratan toplumsal vasat hem de bunu koruyan, bunu perdelemeye çalışan siyâsal vasat açısından da tartışılması gerekiyor. Aslında verilen reaksiyonlar içerisinde bile bu ayrışmayı gördük. “Kim daha yüksek reaksiyon verdi, kim daha hızlı reaksiyon verdi?” üzerinden yapılan tartışmalarda da vakanın kendisinden çok, çeşitli politik pozisyonların ortaya çıktığını gördük. 

Halbuki ister ekonomik kriz olsun, ister orman yangını olsun, ister bu tür cemaatlerin içerisindeki tâciz ve istismar vakaları olsun, ister kadına şiddet gibi bir başlık olsun; arkasında toplumsal ve ahlâkî bir zemin ve bunu koruyan, kollayan, en azından açıkça tartışılmasını engelleyen politik vasat olsun, bunların adlî sürecin nasıl ilerlediğinden bağımsız olarak tartışılması, konuşulması, hakîkaten daha da büyük bir gündem meselesi hâline getirilmesi gerekiyor. Şöyle bir yanlış algı var: Olay yargıya intikal etti, duralım sonucunu bekleyelim. Yargıya intikal eden ve bunun cezâî karşılığına ilişkin oluşacak süreç ayrı bir şey, bu meselenin kendisinin politik yansımaları ve bunu var eden toplumsal zemin ayrı bir şey. Bu ikisinin, birbirini bekleyerek tartışılma kronolojisi içerisinde değerlendirilmesi çok saçma bir şey. 

Ayrıca bu hâdise bize gösterdi ki, bu tür kutuplaştırma baskısı, sâdece bunu yaratan kemik unsurların dışındaki kesimleri de etkiliyor. Yani sen örneğini verdin: Meselâ bunu örtmeye çalışan, bunun dine saldırı ya da hattâ dolaylı olarak iktidâra saldırı vesîlesi olarak kullanıldığı iddiasını ortaya atanlar kadar, bu iddialar nedeniyle bu ilişkiye fazla girmemenin ve bu işi fazla köpürtmemenin daha hayırlı olacağına inananlar da ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, her vakayı bu kutuplaştırmanın kuralları ve onun çerçevesi içerisinde konuşma alışkanlığı, daha mâkul, ortalama insanları da başka tür uçlara doğru zorluyor ya da işin kendisini konuşmayı veya bunu yaratan sorunu önüne koymayı, bununla yüzleşmeyi erteliyor. Böyle bir sonuç doğuyor. Yani bu olayın dolaylı olarak yaratacağı politik etki varsayımları, problemleri konuşmayı zorlaştırıyor. Bu olayda da bunu gördük. Ve senin de söylediğin gibi, çok sert biçimde, özellikle ilk günlerde tartışmanın buraya doğru savrulma tehlikesi çok netti. Ama şimdi görünen o ki, işin yargı boyutu da çok çarpıcı biçimde belgelenmiş olduğu için, yavaş yavaş o tarafı biraz daha zayıfladı. En azından, bunu ortaya atanların hedefe konması o kadar kolay değil.

Ama hâlâ bu işin hakkıyla tartışılması, bu sorunun onu var eden bütün koşullarıyla konuşulmasında ve bunun çok önemli bir problem olarak, öncelikle muhâlefet eliyle mesele edilmesi, istendiği ölçüde gerçekleşmiş gibi görünmüyor. Bu da ayrı tartışmalar yaratıyor. 

Ruşen Çakır: Dün akşam Meral Akşener’le yaptığım yayında Akşener çok net bir şekilde tavrını gösterdi, biliyorsun. O sözlerini başlığa da çıkarttım.

Kemal Can: Evet, izledim.

Ruşen Çakır: Akşener, “6 yaşında istismâra uğramış çocuğun dâvâsını tâkip etmezsem şerefsizim, nâmerdim, ahlâksızım” dedi. Meral Akşener kısmını sonra konuşalım. Şu başörtüsü anayasa değişikliği meselesi, nihâyet Meclis’e verildi biliyorsun. Ama o ilk baştaki heyecan yok. “Dengeler değişiyor, oyun bozuluyor, oyun kuruluyor, Erdoğan pası aldı ve gol atıyor” gibi bir olayın bayağı uzağında. Sanki yapmış olmak için yapılmış ya da dostlar alışverişte görsün diye yapılmış gibi bir izlenim edindim. Katılır mısın? Sonuçta bunun çıkacağı yok. Ne olduğu da tam belli değil. Olayın gerekçesinde LGBTİ göndermeleri olduğu söyleniyor. Ama bir zamanlar gündemde olduğu kadar hayâtî bir meseleymiş gibi durmuyor. Erdoğan sonradan onu bir şekilde tekrar kullanmak isteyecek mi bilmiyorum, ama şu hâliyle pek kullanılabilecek bir şeymiş gibi görünmüyor. 

Kemal Can: Önce Kılıçdaroğlu’nun tek maddelik yasa teklifi hikâyesinin peşine hemen gelmiş gibi görünen bu anayasa değişikliği meselesinde de tartışmalar var. “Zâten bu hazırlanıyordu, Kılıçdaroğlu onun için öne geçti ve bunu yaptı” diyen kulis bilgileri de var. Şimdi işin bu tarafına girmeyeceğim; ama ilk etapta, Erdoğan bu öneriyle ortaya çıktığında ve muhâlefet partilerinin bir kısmı, “Önce bir metni görelim” gibi reaksiyonlar verdiğinde, “Acaba bu süreç, Erdoğan’ın ya da Cumhur İttifakı’nın gündem tutma açısından bir avantaj yaratmasına neden olur mu? Bu gündemi oluşturarak, hem muhâlefette birtakım pürüzler çıkartmak hem de kamuoyunda bir iddiayı, politik bir avantaj olarak gündem yapma işine yarar mı?” şeklinde düşünüldü. Ama açıkçası, dediğin gibi fazla bir etki oluşmadı. 

Fakat diğer partilerin de reaksiyonundan, muhâlefet partilerinin içerisinde bu konuda bir fire olmayacağı ve bu anayasa değişikliğinin referanduma götürülebilir bir çoğunluğu Meclis’te sağlamasının, çok olağanüstü bir şey olmazsa mümkün olmadığı görünüyor. Ama iktidar, muhâlefet aktörlerinin âile düşmanı olduğu, CHP’nin dayattığı laiklik anlayışının âileyi ne kadar sıkıntıya soktuğu, Süleyman Soylu gibi isimlerin LGBT savunuculuğuyla muhâlefeti etiketlemesi gibi sonuçları olacaktır. Böyle bir kullanım için işine yarar mı yaramaz mı bilmiyorum, ama böyle kullanabilir. “Biz getirdik, bizim anayasa teklifimizi kabul etmediler. Bunlar âileye düşman” demeye devam edebilirler. Bu ne kadar işe yarar bilmiyorum. Ama söylendiği gibi bu böyle bir referandum meselesi, hattâ belki seçimle entegre bir referandum sürecini yaratır mı bilmiyorum. Kılıçdaroğlu da değinmiş, Orban’ın yaptığı gibi böyle kültürel bir kırılma hattını seçimin ana meselelerinden birine dönüştürme işine yaramayacağını düşünüyorum. Bu işe yaramadı. Muhâlefeti de çok fazla çatlatmaya, oradan birtakım fireler ortaya çıkmasına neden olacak gibi görünmüyor. Ama bir yandan da çıktıkları yolda devam etme ve onu böyle bir gösteriye dönüştürme ihtiyâcı da var. Neredeyse bütün milletvekillerinin, hatta anayasal olarak sorumlu olmasına rağmen Meclis Başkanı’nın bile imzâsıyla verdiler bu değişiklik teklifini — ki aslında veremezler. Bildiğim kadarıyla İsmail Saymaz bunun haberini yaptı; başkaları da yapmış olabilir, ama ben oradan gördüm. Partilerin verdiği anayasa değişikliği teklifinde anayasal bir sorun da var: Meclis Başkanı Şentop’un bu teklifte imzâsının bulunması. 

Ruşen Çakır: Her şeyi değiştiriyorlar Kemal, bırak arada onu da değiştirsinler…

Kemal Can: Bu ne kadar işlerine yarayacaksa, bunu böyle bir propaganda malzemesine çevirebilirler. Özellikle Süleyman Soylu’nun LGBTİ meselesini daha önce de birkaç kez konuşmuştuk. Akşener’in söylediği, İstanbul Sözleşmesi’ne Saadet Partisi dışında muhâlefetin büyük bir tepkiyle işâret etmesi karşısında, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmış, âileyi korumak için anayasa değişikliği hamlesi yapmış, başörtüsü konusunu anayasaya sokma hamlesi yapmış, ama muhâlefetin bu konuda destek vermediği bir resmi kullanmaya çalışabilirler; bunun çok bir işe yarayacağını düşünmüyorum. Muhâlefetin de şu aşamada bu tartışmadan iyi sıyrıldığını düşünüyorum. Çünkü bir ara, “Erdoğan gol attı. Kılıçdaroğlu eline bir koz verdi” denmişti. Senin söylediğin gibi, çok öyle bir etki de yaratmadı.

Ruşen Çakır: Buradan dünkü Akşener yayınına gelebiliriz. Açıkçası ilginç bir yayın oldu. Ben Meral Akşener’i tahminimden daha hazırlıklı, daha hâkim buldum. Kendisiyle üçüncü yayını yapıyorum; her zaman rahattır, kendinden emindir, özgüveni yüksektir. Her şeyi sorabildiğimiz ve her şeye de açık açık cevap veren az sayıdaki siyâsetçiden birisi. Ben dünkü performansını beklediğimden daha başarılı bulduğumu söyleyeyim. 

Çok husus var da, en çok dikkatimi çeken şu: Bu, muhâlefetin çatlama meselesi var. Erdoğan’ın, kendi gücüyle, sunabildiğiyle, seçim ekonomisiyle gidebileceği yer sınırlı. Kendi yapabileceğinden çok, rakiplerine yaptırmamaya çalışıyor; ona yatırım yapıyor. Burada da Altılı Masa’nın zayıf karnı olarak tabiî ki HDP’yi ve HDP ile ilişkisi konusunu görüyor. Bir de, Altılı Masa’nın en zayıf yerinin İYİ Parti olduğunu düşünüyor ve o çağrılar da zâten büyük ölçüde bunu gösteriyor. 

Beni dün en çok, Akşener’in Altılı Masa’ya ve oradaki birlikteliğe sâhip çıkmasındaki vurgu şaşırttı. Şaşırttı dediğim, bunu zâten yaparlar da, Akşener çok vurgulu bir şekilde sâhip çıktı; açık kapı bırakmadı. Ama Kılıçdaroğlu ile ilgili, meselâ “İkinci Yüzyıla Çağrı” vizyon toplantısı hakkında sorduğum zaman “Değerli buluyorum” dedi, ama üzerine 2-3 cümle daha konuşmadı. Yani ona bir anlamda formalite îcâbı cevaplar verdi. Kadri’nin (Gürsel) sorusunu aktardım: “İmamoğlu veya Mansur Yavaş’tan birini önerirlerse ‘Evet deriz’ demiştiniz. Bu, Kemal Bey’e ‘Kesinlikle hayır deriz’ anlamına mı geliyor?” diye sordum. İmamoğlu ve Mansur Yavaş kısmını alıp, onunla ilgili geçmiş referanslarla uzun uzun cevap verdi, ama ağzından, “Tabiî ki Kemal Bey de olabilir. Neden olmasın?” çıkmadı. Onu söylemek çok kolay bir şeydi, söylemedi. 

Burak Bilgehan’ın seninle olduğumuz yayında söylediği, sonra tekrarladığı, “Masadaki herkes eşit olamaz” meselesini Burak’ın da adını zikrederek sordum. Orada da katılmadı. Yani “Şu anda anketler şunu gösteriyor olabilir, bunu gösteriyor olabilir, ama bu önemli değil” dedi. Akşener, o birlikteliğe hem sâhip çıkıyor hem de bu birlikteliğin pratik bir birliktelik olduğunu söylüyor. Cumhur İttifâkı’nın “Mezara kadar birlikteyiz” lâfıyla da dalga geçiyor. Açıkçası Altılı Masa’ya bu kadar sâhip çıkacağını beklemiyordum. Bir tarafta Millet İttifakı var, bir de Altılı Masa var. Daha önce de birlikte iş yapılmış, özellikle yerel seçimde başarı elde edilmiş Millet İttifâkı’nı öne çıkarıp, “Altılı Masa olmasa da olur” gibi bir tavır takınır mı diye beklerken, sanki Millet İttifakı’nın doğal dönüşümünün Altılı Masa olduğunu düşünmemize neden olacak sözler etti.

Kemal Can: Evet, ben de Akşener’in söylediklerinden öyle bir ton aldım. En azından kendi partisi içinden, kendi partisi çeperlerinden, hattâ senin söylediğin gibi İYİ Parti’ye yakın duran ya da onunla daha yakın görünen birtakım değerlendirmelerin, işâret ettiği kadar reaksiyon ya da rahatsızlık ifâde eden bir tutumdan kaçınmak istediğini hissettim. Ama zâten bu konuda Meral Akşener’in, daha önce de bu tür rahatsızlıkları çok dile getiren değil; bu tür rahatsızlıklar dile getirildiğinde sessiz kalan bir tutumu vardı. Şimdi, seninle yaptığı röportajda biraz daha kendi pozisyonunu sanki işâret eden bir şey yaptı. 

Ama ben bunun çağrı ile bir bağı olduğunu düşünüyorum. Sen de söylüyorsun, Cumhur İttifâkı da, aslında muhâlefet ittifâkı da, sanki İYİ Parti’yi başlangıçtan îtibâren zayıf halka gibi ya da risk içeren bir unsur pozisyonuna koyuyor. Cumhur İttifâkı’ndan bir Bahçeli’nin bir Erdoğan’ın çağrılar dile getirmesi, bâzen saldırıları odaklayarak orayı sıkıştırmaya çalışması, bâzen çağrıda bulunarak tersini yapmasıyla, oraya bir zayıf halka îmâsı hep var. Bu, senin sorunu sorarken Akşener’e söylediğin gibi, sâhiden oradan bir şey kopartmak ya da orayı yakınına çekmek arzusundan da olabilir, orayı sıkıntılı bir yer olarak devam ettirmek arzusundan da olabilir. 

Bunun tabiî ki muhâlefet tarafında da karşılığı var. Yani hep bu tür bir şey tartışmaya açıldığında, muhâlefet tarafında da, “Acaba?” soruları kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Akşener de her sefer, bu tür bir şey çok belirleyici hâle geldiğinde, oldukça net cevaplar vererek bunu durduruyor. Bunu daha önce de yaptı. Çünkü hem İYİ Parti’nin oy potansiyelindeki hareketlilikte, hem Akşener’in popülaritesinde, muhâlefet ittifâkı içerisindeki kararlılığı çok belirleyici faktörlerden biri. Yani İYİ Parti, Akşener’in referans verdiği 2018 seçimlerinde %10 sınırına yaklaştığı noktadan îtibâren, sonraki ivmesinde, muhâlefet blokunda kalma kararlılığı açısından Akşener’in çizdiği resim çok belirleyici oldu. Özellikle yerel seçimdeki performans, peşinden de bu tür ataklar karşısında, Akşener’in dediği gibi İYİ Parti seçmeni Akşener’e daha yakın. Ama ben teşkilâtın aynı yakınlıkta olduğu kanaatinde değilim. Ama seçmeniyle birlikte, Akşener bu konuda ne kadar net tavır gösterirse, hem partisinin ivmesi büyüyor hem kendisinin popülaritesi artıyor. Çünkü baştan îtibâren, Akşener’in kendi seçmeniyle ilgili yaptığı analizlerde de işâret ettiği rakamlar şunu gösteriyor: İktidar blokundan kopan, kopmayı düşünen ya da kopacağı varsayılan kesimlerin, İYİ Parti’yi önemli bir imkân olarak gördükleri, İYİ Parti’nin sâdece kendisine topladığı oylarla değil… Meselâ yerel seçim için, “Biz bir sürü noktada bağlayıcı olduk” diyor. “Hattâ bu yeni partilerin kurulmasına da vesîle olduk” diye ifâde ettiği şey aslında bu. İYİ Parti, sağ blok seçmenin, oradan koparak başka bir ortak zemine geçebilme kapısını açık tutuyor ve bu da, muhâlefet blokunda duruşundaki kararlılıkla oluyor. Bence Akşener bunu çok iyi süzmüş durumda ve bu problem, bu tereddütler ortaya çıktığında, hemen oldukça net cevaplarla bunu durduruyor. Bence burada da yaptığı şey buydu.

Ruşen Çakır: Evet, o çok anlamlı. Birtakım şeylerle ilgili olaylar anlattı. Ama o arada Abdullah Gül’ün adaylığına taş koyduğunu da atladı. Neyse… Parti kuruluyor, sonra 15 milletvekili olayı oluyor, sonra yerel seçim… Hattâ daha İYİ Parti kurulmadan önce referandumda “Hayır” için çalışmıştı, biliyorsun. Aslında bütün bunların hepsi son 5 yıla sığan şeyler Kemal. Bu ekibin MHP’den dışlanması 5 buçuk yıl… 5 buçuk yılda o kadar çok şey oldu ki… Bir referandum oldu, bir cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi oldu, bir de yerel seçim oldu. Akşener, “Biz olmasaydık, CHP diğer partilerle ittifak kursaydı, bunun ne anlamı olurdu?” diye çok önemli bir soru soruyor ve haklı da. Kendisine ve partisine yönelik eleştirilerden ve suçlamalardan duyduğu rahatsızlığı çok belli ediyor. “Bize böyle diyorsunuz ama, muhâlefetteki birçok şeyi aslında biz var ettik. Altılı Masa’yı da biz var ettik” diyor. Bugün îtibâriyle yine aynı şekilde, İYİ Parti’nin Altılı Masa’dan çıkması durumunda –çıkacağını sanmıyorum– Altılı Masa’nın esprisi bayağı azalır. Çünkü o zaman o Altılı Masa, CHP ve İslâmî hareket geçmişli birtakım partilerden ibâret olur. Halbuki orada İYİ Parti’nin olması, hem MHP kökeni hem de merkez sağ iddiasını taşıması anlamıyla değerli. Ne derece yapacağı ayrı bir tartışma konusu. Akşener, çok kırılmış bir şekilde, “Bize öyle diyorsunuz, sürekli lâf söylüyorsunuz, ama biz olmasak zâten bunları konuşacak bir şeyiniz yoktu” diyor — ki orada çok haksız sayılmaz.

Kemal Can: Aslında bir şeyi daha söylüyor. Bu da bir açık yüreklilik sayılabilir. İktidardan gelen çağrılara cevap verirken söylediği, “Bizim seçmenimiz de bizi terlikle kovalar” cümlesi var ya? Aslında bunun tersi de doğru. Yani “Bu ittifakın içerisinde olmasaydı, acaba İYİ Parti olur muydu?” meselesi de ayrı bir başlık. Ama burada çok fazla etkilendiğini düşünüyorum. Bize bir şey söylenmesi meselesine çok geliyor. Sık sık bundan rahatsızlık duyduğunu ifâde eden şeyler söylüyor. Burada da anladığım kadarıyla partinin içerisinden gelen tazyik onu daha çok etkiliyor. Buna fazla takıldığını düşünüyorum. “Bize parmak sallanamaz” meselesine fazla takıldığını düşünüyorum. Çünkü onun da doğal bir durum olduğunu, birtakım pozisyonlar açısından, kendisinin ve partisinin durduğu yerlerin eleştiri konusu edilmesinin, “Bize bunu yapamazsınız” ya da “Biz haksızlığa uğruyoruz” biçiminde yorumlanmaması gerekiyor. Tıpkı, kendisinin diğer partilere yönelttiği eleştirilerin, seçmende demoralizasyon ya da rencîde edici sonuçlar doğurmasına şaşırması gibi. Bir yandan “Biz herkesi eleştirebiliriz” diyor. Ama kendisine eleştiri yöneltildiğinde böyle bir kırılganlık gösteriyor. Bu, kendi durumundan çok, partisinden gelen tazyikle ilgili diye düşünüyorum,

Ruşen Çakır: Kürt meselesi konusunda, bir izleyicinin “Bir Kürt olarak ben size niye oy vereyim?” sorusunu aktardım… Orada, aslında bayağı uzun bir cevap verdi. Akşener’in “Kürtler bu ülkenin eşit ve şerefli yurttaşlarıdır” gibi klişe lâfları var biliyorsun. O lâflara başvurmadan, terör lâfının hiç geçmediği –şimdi deşifresine de baktım– bir şeyler söyledi. Çözüm Süreci’yle ilgili söylediklerini bir kenara bırakalım, çünkü o ayrı bir tartışma. Ama şöyle söylüyor: “Türkler’le Kürtler’in dertleri temelde aynı. Elbette başka talepler de var. Biz iktidâra geldikten sonra, ben gidip ‘Ne istiyorsun?’ diye soracağım. Sonra o bana ‘Sen ne istiyorsun?’ diye soracak. Sonra ikimiz, ‘Nasıl yani?’ kısmını konuşacağız.” Yani aslında müzâkere edeceğini söylüyor. O klasik, “Herkes yoksulluktan şikâyetçi, herkes demokrasi eksikliğinden şikâyetçi. Bunun Kürd’ü, Türk’ü yok. Türkiye’nin sorunları aynıdır” girizgâhını yapıp, “Sorunlar üç aşağı beş yukarı aynı, ama elbette başka talepler de var. Bunları oturup konuşacağız” dedi. Sonuçta. “Ben ona ne istediğini soracağım, o da bana soracak”. Bunu karşılıklı hassâsiyetler, beklentiler çerçevesinde yapacak. Ama aslında adını söylemeden bir müzâkereden bahsediyor. Bu da şu âna kadar pek söylediği bir şey değildi. 

Kemal Can: Evet. Bu konuda daha önceki çıkışlarına göre daha net ve sertliği azalmış. Yani o HDP polemiği meselesi dozunu düşürme ihtiyâcı ile ilişkili olabilir. Aslında daha milliyetçi sağ cenahta, “Kürt meselesinde” sanki biraz daha yumuşak davranacakmış intibâı veren çevrelerde yaygın bir argüman var: Bu Kürt meselesi denilen şeyi, Cumhur İttifâkı’nın bileşenleri ya da Bahçeli gibi, “Yok öyle bir şey” diye inkâr etmek değil, ama belirsiz bir alana itmek gibi bir eğilim var. “Kimse bunu tam târif edemiyor, bu Kürt sorunu tam ne onu da kimse söyleyemiyor” gibi bir argüman çok sık kullanılıyor. Tamam, şimdi gidip, “Ne istiyorsunuz?” diye Kürtler’e soracağız. Ama senelerdir yürüyen, bunun da çeşitli siyâsî aktörleri olan ve târif edilmiş, adı konmuş, sorunu ve istediğinin ne olduğu söylenmiş birtakım şeyler de var. Onlar üzerine bir şey söylemeyip, esnaf ziyâreti yapar gibi “Kürtler’e gidip ‘ne istiyorsun?’ diye soracağım” demesi, sanki hiç adı konmamış, hiçbir şey söylenmemiş, bu konudaki soruna dâir bir şey sanki hiç ortada yokmuş, bunu târif edebilen kimse bulunmuyormuş gibi davranmak da çok kullanılan bir argüman hâline geldi. Evet, inkâr bir uçta. Öbür uçta da, bütün talepleri sâdece politik aktörlerle ve onların formüle ettiği biçimde konuşma uçlaşması var. Ama aradaki alanda siyâset yapmaya çalışanların da, sanki sorun çok belirsizmiş, çok muğlakmış, neyin ne olduğu çok anlaşılmazmış gibi bir tutum takınmalarını da zorlaştırıyor. Aslında bâzı şeyler o kadar da muğlak değil. Ve o konulardaki politik tutum alışlar, belki şu anda sıkıntı çıkmasın diye seçim sonrasına ertelenebilir, ama bu iktidârın kolayca buraları istismar etmesi için de zemin olmaya devam ediyor. Bunu daha önceki aylarda tartıştık. Birtakım hamleler yapıldığında birdenbire bu belirsiz alanda durmak daha zor hâle gelebiliyor.

Ruşen Çakır: Kemal son olarak, sen Çarşamba günü Adını Koyalım’a katılamadın. Gerçi CHP’nin “İkinci Yüzyıla Çağrı” toplantısını 5 Soru 10 Cevap’ta Pazartesi günü değerlendirmiştin, ama biz CHP’nin bu yeni vizyonunu epeyce konuştuk. Biliyorsun önümüzdeki Çarşamba günü Kılıçdaroğlu Almanya’ya gidiyor. Bu sefer, yanında Jeremy Rifkin de başdanışmanı olarak eşlik edecekmiş. Bu seyahat aslında daha önce olacaktı, ama anayasa değişikliği açıklamasının sonrasına atıldı. Kılıçdaroğlu orada üniversitelerle, düşünce kuruluşlarıyla konuşacakmış, ama yanında Jeremy Rifkin de var. Dolayısıyla o vizyonu taşımaya devam ediyor. CHP’nin vizyon belgesiyle ilgili sen ne düşünüyorsun?  

Kemal Can: Ben o konuda şöyle düşündüm: “5 Soru 10 Cevap”ta da anlatmaya çalıştığım oydu. Aslında orada “Halk ne anladı bundan? Halk bundan heyecan duyar mı?” meselelerinin çok anlamlı tartışmalar olmadığını düşünüyorum. Bilge Yılmaz’ın açıkladığı program da birdenbire kitlelerde bilmem ne olmaz, DEVA programının bilmem nesi de olmaz, Tayyip Erdoğan’ın vizyon açıklaması da olmaz. Yani bu tür açıklamalar, bu tür programlar, hattâ seçim beyannâmeleri bile onun içerisinden birtakım parçaların verdiği dolaylı mesajlarla etki yaratır ve bunu birileri taşır. Bunu bâzen yorumcular ve medya taşır, bâzen alanda çalışan siyâsetçiler taşır… Ben CHP’nin vizyon açıklamasında ve Rifkin olayında, iki temel şeye gönderme olduğunu düşündüm; hâlâ da öyle düşünüyorum: Birincisi, dışa açıklık. Yani Erdoğan “dünya lideri” havasını sürdürürken; CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun dışa çok açık olmayan, biraz geçmişte kalmış bir siyâsî çizgi gibi etiketlenmesine cevap olacak bir tarafı var. Yani: Dışa açık ve geleceğe açık; çünkü Rifkin, yeni çağın kalkınma stratejileri üzerine yazmış, çizmiş bir isim. Böyle iki göndermesi var. Bu dış geziler meselesinin de, “Ben kaynak bulurum ve çözme kabiliyetine sâhibim. Oralarda da kabul gören bir alternatifim” görüntüsüyle ilişkisi olduğunu düşünüyorum. O vizyon açıklamasının bütünündeki temada, adaylık meselesiyle de ilişki kurulması bu yüzdendi. Böyle bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Bu gezinin de, onun bir uzantısı, bir parçası olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Teşekkürler Kemal. “Haftaya Bakış”a noktayı koyalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.