Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’a konuşan Bekir Ağırdır: “Kazananlar İmamoğlu, Akşener, Kaftancıoğlu ve Babacan”

Ruşen Çakır’a konuk olan Bekir Ağırdır, yeni kitabı “Bize Yeni Bir Söz Lazım”ı anlattı. Çakır ve Ağırdır, İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Yüksek Seçim Kurulu (YSK) üyelerinde hakaret suçlamasıyla iki yıl yedi ay 15 gün hapis cezası almasını, Altılı Masa’nın İstanbul-Saraçhane’deki ortak mitingini ve muhalefetin bundan sonra ne yapacağını tartıştı.

“Kazananlar, İmamoğlu, Akşener, Kaftancıoğlu ve Babacan”

Ağırdır, Altılı Masa’nın İstanbul-Saraçhane’de İmamoğlu’na destek olmak için yaptığı ortak mitinge değindi. İmamoğlu’na verilen hapis ve siyasi ceza ile başlayan süreçte kazananların İmamoğlu, İYİ Parti lideri Meral Akşener, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu ve Demokrasi ve Atılım (DEVA) Partisi Genel Başkanı Ali Babacan olduğunu söyledi ve “Dün yaptığı konuşmayla Babacan, Gelecek Partisi’nden ayrıştığını, farklı bir partiyi neden kurduğunu ve ekonomi dışında bir siyasi tahayyülü, vizyonu olduğunu gösterdi. Şimdiye kadarki anketlerde çok kayda değer başarılar gözlenmediyse de bundan sonra gözlenebilir” dedi.

“Genç seçmenin böyle bir iktidara oy verme ihtimali yok”

Türkiye’de 21 milyon genç seçmen olduğunu ve bunların 6 milyonunun ilk defa oy kullanacağını dile getiren Ağırdır “6 milyon seçmenin 5 milyonunun ya da 21 milyon seçmenin 17-18 milyonunun böyle bir iktidara oy verme ihtimali yok. İdeolojiden baktıkları için değil, tam tersine çok somut, çok duygusal bir yerden baktıkları için. Onların nasıl ataerkil kurallara, geleneklere itirazları varsa devletin, hükümetin, iktidarın hayatın her alanına müdahale etmesine itirazları var. O yüzden burada adayın kim olduğunun önemi yok. Adayın kim olduğunun önemi onların sandığa gitme arzusunu tetikleyecek veya tetiklemeyecek” diye konuştu.

“Kılıçdaroğlu aday olmak istiyorsa partisi içinde bu işi halletmesi lazım”

Kılıçdaroğlu’nun İmamoğlu’nun ceza aldığı süreçte siyasi ve yönetimsel hatalar yaptığını belirten Ağırdır, şöyle devam etti: “İmamoğlu ve Yavaş’ın adaylığını gündemde tutan mesele ne? Her ikisi de Tayyip Erdoğan’ın karşısında aday olup yenmiş iki insan olduğu için kamuoyunda Erdoğan’ı yenen insanlar olarak aday adayı listesindeler ama Kemal Bey’in handikabı ‘bu kadar seçimi kaybetmiş kişi’ olmak. Eğer, Kemal Bey gerçekten aday olmak istiyorsa önce partisi içinde bu işi halletmesi ve bu iki aday adayı ile konuşması lazım fakat yönetim mantığı olarak bu yapılmadı. Dolayısıyla da özellikle Ekrem Bey, bu adaylık meselesini birinci haftadan gündemde tuttu ve bundan da hoşlandı.”

Okuyun: Ekrem İmamoğlu’na 2 yıl 7 ay hapis cezası verildi, siyaset yasağı süreci başladı

Okuyun: Ekrem İmamoğlu’na 2 yıl 7 ay hapis | Hukuki süreç nasıl işleyecek?

Okuyun: İmamoğlu ve Akşener, Saraçhane’de konuştu | İmamoğlu: “Benim hâlâ gençliğim var, 2023’te her şey çok güzel olacak”

Okuyun: İmamoğlu, Erdoğan’ın sözlerini hatırlattı: “Bu kararı aldıran zat, bu sözler senin değil mi?”

Okuyun: İmamoğlu’na hapis cezası dünya basınında: “Erdoğan rakibini saf dışı bırakmaya çalışıyor”

Okuyun: Kılıçdaroğlu Saraçhane’de: “Yargı, 16 milyonun hakkını gasp ediyorsa o yargı, yargı değildir”

Okuyun: İmamoğlu: “Hiç kimsenin hakkını yemedim, hakkımı da yedirmeyeceğim”

İzleyin: Saraçhane’de İBB Başkanı İmamoğlu’na ceza kararının duyurulduğu an… “Yuh” sesleri…

İzleyin: İmamoğlu’na hapis | Kılıçdaroğlu apar topar Türkiye’ye döndü

İzleyin: Akşener İmamoğlu’yla birlikte Saraçhane’de: “Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet”

İzleyin: Kılıçdaroğlu, Akşener, Babacan, Davutoğlu… Hepsi İmamoğlu’na destek için Saraçhane’deydi

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bekir Ağırdır stüdyoda konuğumuz. Kendisiyle, yeni çıkan Bize Yeni Bir Söz Lâzım: Türkiye İçin Yeni Bir Siyâset Arayışı kitabını konuşacağız. Tabiî siyâsetin gündemi çok kızıştı. Kitapta da bütün bunlar var olduğu için, hem gündemi hem kitabı konuşacağız. Hoş geldin Bekir. 

Bekir Ağırdır: Merhaba. Ama sen sormadan hemen söyleyeyim: Bu kitap aynı zamanda bu gündeme îtirazdı zâten. Yani meselenin yalnızca adaylık meselesi, adayın kim olacağı meselesi olmadığına dayanan bir tezim var. 

Ruşen Çakır: Öyle diyorsun da, aday kim olacak?

Bekir Ağırdır: Hayat kaçınılmaz olarak bizi sâdece aday konusunu konuşmamaya itiyor. 

Ruşen Çakır: Kitabın gerçekten çok önemli. Burada senin yıllardır yazdığın, yaptığınız araştırmaların hepsine göndermeler var. Ama şunu söylememe izin ver: Ama sanki Finlandiya’da yaşıyoruz. Burada otoriter bir rejim altında… Meselâ münakaşa kültürü, uzlaşma kültüründen bahsediyorsun. Yani bir kamusal alan var ve insanlar fikirlerini bu alana çıkartıyorlar. Vatandaş ya da seçmen onu ona tartıştırıp, bunu buna tartıştırıp özgür irâdesiyle buna karar veriyor filan. Böyle bir ortamda değiliz. 

Bekir Ağırdır: Kitabın girişinde “Okura Not” diye bir başlangıç sayfası var. Orada söylediğim şeylerden birisi tam da bu senin söylediğin. Tedirgin bir iyimserlikle yazdım kitabı. Çünkü herkes, “Ülkede ne oluyor da sen şimdi ‘Aday değil de başka şeyleri konuşalım’ diyorsun?” Ama iyimserlik de bir yandan, ülkenin geleceğine inanıyor ya da güveniyor olmak. Tabiî ki günün sonunda, belli bir saat gelecek ve aday konuşacağız. Ama karşı karşıya olduğumuz hikâye tam da o senin söz ettiğin otoriter bir iktidar. Hattâ ben buna yıkım diyorum. Bir yıkım var. Eksiklikleri ayrı konu, ama var olan bütün kurumların, kuralların yok sayıldığı tuhaf bir zaman aralığı ve yönetim biçimi var. Sâdece otoriterlikle açıklamaya yetmiyor. Disiplinli bir ekonomi var örneğin. Bugün sen bir bankaya gitsen, 200 bin dolar almaya kalksan, Ankara’dan birisi, “Durun satmayın” diye müdâhale ediyor. Dolayısıyla serbest pazar filan da yok. Ekonominin kuralları, kurumları kalmamış. Hayâtın her alanı öyle. Yargı bile öyle. Ekrem İmamoğlu hakkındaki tartışmayı da yaşıyoruz, görüyoruz. 

Ama bir yandan da bu hikâye… Kitapta da böyle bir bölüm var. Yani bir cumhurbaşkanı seçeceğiz ve iş bitecek, bütün bu problemler çözülecek değil. Tam tersine, problemler asıl o gün başlayacak ve kimse henüz bu konuyla meşgul değil. Herkes, “Cumhurbaşkanı adayı kim olacak?” meselesinde. 

Ruşen Çakır: Evet, tam onu soracaktım. Türkiye’nin geleceği denilince genel yaklaşım, “Seçim sonuçları ne olacak?” olarak gözüküyor. Burada seninle daha önce yaptığımız yayınlarda da konuştuk, ama kitapta çok daha derli toplu bir şekilde meselenin bir seçimlik bir mesele olmadığını anlatıyorsun. Mesele: kurumlar, şahıslar, siyâsî partiler, sivil toplum, bütün bunların birbiriyle ilişkisi. Tabiî burada bir de iyi niyet gerekiyor herhalde.

Bekir Ağırdır: Tabii iyi niyet gerekiyor ve ayrıca bir iddia da gerekiyor. Evet, biz kendimize çok döndük, kendimizle çok meşgulüz; ama benim tezlerimden biri şu: Bu seçim sâdece Türkiye’nin seçimi değil. Bu seçimin sonucunda, böylesine bir otoriter, keyfî, adâletsiz ya da kuralsız yönetim biçimini, karmaşa ve kaos olmadan, seçmenin irâdesiyle değiştirirsek, dünyaya da örnek ve ilham verici bir şey olacak. Yani nasıl Cumhuriyet yüz sene önce Kurtuluş Savaşı ve ardından gelen süreçle, cumhuriyetin kuruluşuyla, Tunus’tan Hindistan’a ilham verici olduysa dünyaya, bizim de şimdi önümüzde böyle bir fırsat var. Yani şunu demeye çalışıyorum: Hikâye, Bir İngiliz gazetesinde, “Türkiye’de seçimleri muhâlefetin adayı kazandı” haberinden ibâret olmayacak. Bir kere bütün dünya tartışacak; çünkü Macaristan’da, Polonya’da, İtalya’da, yani dünyada hemen her ülkede bir problem var. Her şeyden önce, “Aday meselesini aşalım” — dediğim şeylerden biri o. Bir küresel problemi; popülist, otoriter, keyfî ve şoven liderlerin yükselişini konuşuyoruz aslında. İnsanlığın yeni bir hikâye yazmasının başlangıcı, o ilk tetiklemesi Türkiye olabilir. Benim iddiam bu. 

Ruşen Çakır: İktidar bunu vaat etmiyor, edeceğe de benzemiyor. Muhâlefet bunu hakîkaten vaat ediyor mu? Şu âna kadar  Altılı Masa, masa dışı çevreler, HDP’nin başını çektiği ittifak, bütün bunlara toplu olarak baktığımız zaman, senin söylediğin bu yeni bir söz, yeni bir siyâset arayışı söz konusu mu? Sanki daha çok, “Hele biz bu iktidârı bir halledelim, nasıl olsa…”

Bekir Ağırdır: İzleyicilere şunu hatırlatmakta fayda var: Bâzen felâket tellâllığı gibi oluyor ama… Şimdi önümüzde 3 aşama var: Birisi, seçim süreci ve seçimi kazanmak. Seçimi kazanmanızın ardından, bir güncel meseleyi yönetmek, yani deneyim meseleniz var. Dişçiye bile gittiğinizde kanal tedavisine başlamadan önce apseyi indirmek için bir antibiyotik veriyor. En azından kurum ve kuralların yenisini inşâ etmeden, diyelim Merkez Bankası’nın başına ya da YÖK’ün veya HSYK’nın ya da RTÜK’ün başına herhalde bir müdâhale edeceksiniz. Onun için bir planınızın olması lâzım. Yani o insanlara görev olarak ne vereceksiniz? Sâdece makamı vermiyorsunuz ya. Meselâ RTÜK’ün başına atadığınız insana, “Artık iktidar biziz ve yine iktidar borazanı olmaya devam edin” mi diyeceksiniz? Yoksa “Demokrat olması gereken bir yayıncılık yap” mı diyeceksiniz? Dolayısıyla günceli yönetmek gibi bir meseleniz var. 

İkincisi, eğer Parlamento’da gerçekten o sayısal güce ulaştıysanız veya Parlamento içinde ittifaklarla ulaşıyorsanız, anayasayı yapacaksanız. Daha doğrusu yapmak zorundayız. Muhâlefet savundu, iktidar destek oldu olmadı ayrı. Türkiye’nin yeni baştan Cumhuriyet’i demokratikleştirerek kurmak diye bir meselesi var. Bütün kurumların yerle yeksan olduğu bir zaman aralığında yaşıyoruz. Denge denetleme mekanizmalarının, Parlamento’nun görevinin yerli yerine oturtulması, güçler ayrılığının sağlaması… Demek ki bir günceli yönetmekle berâber, asıl yapısal reformlar diye bir üçüncü aşamamız var.

Şu anda Türkiye’de siyâset, sâdece seçimi kazanma gecesine, o âna odaklı. Ama bunun sonrası var. Diyelim Türkiye’de X aday kimse, seçimi o kazandı. Salı sabahı Biden tebrik etmek için telefonu açtı. Peşinden de herhalde, “Bu S-400’leri Ege Denizi’ne gömseniz mi? Ne yapıyorsunuz?” diye soracak. Ya da Merkez Bankası’nın başına atanana, Türkiye’nin ekonomik aktörlerine, “Peki bu kur politikası, fâiz politikası ne oluyor?” diyecek. Yani vaatler, sadece böyle projeler ya da “Arabada ÖTV’yi indirdik, bilmem ne yaptık”tan ibâret olmayan bir şeylere kafa yormanız, bunun gerektirdiği kadroları kurmanız lâzım.

Ama asıl benim meşgul olduğum ve kitapta tartıştığım şey, sonraki o yeniden kuruluşu hangi ilkelerle yapacağımız. Orada da bir tezim var benim: Bugün dünyanın ve Türkiye’nin geldiği noktada, yani o kitabın başlığındaki ya da ismindeki “söz” kelimesinin de iki anlamı var aslında. Yani evet, bir siyâsî söz aramak gibi düşünülebilir; ama aradığımız şey, bir reklam metin yazarının bulacağı iki kelimelik slogan değil. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’de de “5 bilen akademisyen ya da 6 partiyi temsil eden birer temsilci otursun, ideal anayasayı yazsın” derseniz, böyle bir şey yok. Bu anayasa tartışma sürecine hep berâber, bütün bu ülkenin yurttaşlarının katılması lâzım. Öbür türlüsünü kaç kere denedik. Yüz yıldır, bu ülkenin bütün anayasalarını bilenler yazdı sözde teorik olarak. Ama hiç çâre olmadı işte. Demek ki hepimizin içinde kendimizi var hissettiğimiz bir tartışma süreci ve hepimizin içinde onurlu hayâtımızın garanti altına alındığını umduğumuz, inandığımız bir anayasa metnine ihtiyâcımız var, Dolayısıyla anayasayı hep beraber yazmaya ihtiyaç var. Daha iki hafta önce yazdığım yazımın başlığı, “Bana anayasa verme, anayasa yapmayı öğret” oldu. Bu kitapta da böyle bir bölüm var. Bu benim lâfım değil. 2011-2013 yılları arasında Anadolu’da bir kentte anayasa ile ilgili bir toplantıda, Anayasa Uzlaşma Komisyonu öneriler istiyor. Toplantıda bir vatandaş ayağa kalkıp bana bunu söyledi. “Hoca, sen kürsüden bana anayasa anlatıyorsun, ama benim ihtiyâcım bu değil. Sen bana yöntemi öğret, gerisini ben yazayım.” 

Şimdi bugün dünyanın geldiği yer de bu. Meselâ elimizde Şili örneği var: Şili’de de aynı bizdeki gibi iktidar değiştirildi, hem de %60 oyla. Yepyeni bir aday bulundu, genç bir aday. Sonra bir kurucu meclis oluşturuldu bilenlerden. Ve o bilenler –siyâsetbilimcilerin sözünü dikkate alırsak– teorik olarak dünyanın en ileri anayasa metni olduğu söylenen bir metin yazdılar. 

Ruşen Çakır: Ama halk reddetti. 

Bekir Ağırdır: Halk reddetti. Demek ki başka bir şey var. Demek ki halk kendini o metnin içinde var hissetmedi. Dolayısıyla bizim meselemiz daha karmaşık. Tamam, güncelin tabiî ki önemi var. Adayın kim olacağı tabiî ki önemli. Ama bunları da tartışmak gerek. Hiçbir şey olmasa bile, en azından kendi açımdan, “Tedirgin iyimserlikle yazdım” derken, şu cümleyi de kurayım: Hiçbir şey başaramazsam ve bu otoriter ya da bu ne olduğu bile belirsiz düzen sürecekse bile, susarak, sağırlaşmaktan, dilsizleşmekten korktum ve umutlarımı düşüncelerimi ifâde ettim. 

Ruşen Çakır: Burada iki taraf var. Bir tarafta siyâsetçi sınıfı, bir tarafta da toplum var. Sonuç olarak iki tarafın da bir şey istemesi ve iki tarafın da iyi kötü buna hazır olması lâzım. Ama şu hâliyle bakıldığı zaman, bence hani senin demin söylediğin, “Bana nasıl yazacağımı öğret” diyecek çok fazla insan da kaldığını sanmıyorum; çünkü insanların çok başka dertleri var.

Bekir Ağırdır: Bu teze îtirâzım var. Burada temel sorunlarımızdan birisi ve muhâlefet partilerini de ilgilendiren tarafı şu bence: Bu iktidârın çizdiği bir siyâset tanımı ve o siyâset tanımı içinde bir tartışma, gündem başlıkları var. O muhâlefet partileri de, aydınlar da, medya da, bu zihnî çerçevenin dışına çıkamıyor. Çıkamadıkça da, bu abuk sabuk, sonuç alınamayacak ve hep kişiler üzerinden yürüyen tartışmalar devam ediyor. 

Benim tezim şu: Çanakkale’nin Yenice köyündeki biber yetiştiricisi Ayşe Teyze, Kazdağları’ndaki altın mâdeninin iklim değişikliğiyle ilişkisini, senin benim gibi kuramayabilir. Ama o mâden öyle yapılırsa, ne olacağını, başına ne geleceğini bilmiyor olabilir mi? Kocaeli’nde sanayide o kirliliğin içinde çalışan o işçi çocuğu şimdi kanserle meşgul, okula gidememiş, bilmiyor olabilir mi? “Emek” demeyi bilmiyor olabilir, “örgütlenme hakkı” kelimesini kullanmıyor olabilir, ama problemi hissetmiyor olabilir mi? Yani 6 yaşında kız çocuğuna tecâvüz edilen ve bunu böyle evlilikle, gelenekle, bilmem neyle gerekçelendiren insanların olduğu bir ülkede, kız çocuğu olan her anne-baba, neye ihtiyâcı olduğunu anlamıyor olabilir mi? Dolayısıyla, “Onlar demokrasi istiyor mu istemiyor mu?” lâfı yanlış. Onlar problemi söylüyor. Evet, siyâsetbilim bunun için var. Onların o derdinin çözüm yönteminin ne olduğunu… İktidâra geleceksiniz, diyelim, ekonomide çok sağlam bir Merkez Bankası başkanı atadınız. Çok iyi bir Para Politikası Kurulu başkanı atadınız.  Dünyanın da bildiği teorik doğrular var. Eh peki, bu yapıldığı zaman, bu yükün sâdece emekçilere yoksullara çiftçilere bindirmek olduğunu insanlar yeterince deneyimlemedi m? Türkiye’de bunu herkes biliyor. Dolayısıyla bugün insanlara, “Bu ekonomik krizden çıkışın bedeli ve meşakkati şudur ve bunu şöyle yöneteceğiz, böyle dağıtacağız” diye anlatmanız gerekmiyor mu? 

İşte benim dediğim gibi siyâset yapılmış olsaydı, bugün “Başkan kim olsun?” meselesini konuşmazdık ve herkes, “Ne zaman yeni düzene geçiyoruz?” diye sabırsızca seçim gününü bekliyor olurdu. Ama bugün hâlâ kaygılı ve tedirgin bir iyimserlikle, “Bu iktidar bu seçimde değişecek” derken bile hâlâ herkes bir tedirginlik hissediyorsa, bunun sebebi, tartışmanın kişi ve isim tartışmasından çıkmamış olması. 

Ruşen Çakır: Erdoğan’ın ve her otoriter yönetimin en önemli becerilerinden birisi, siyâsetin alanını sürekli daraltmaları ve bunun için de her türlü mekanizmayı, özellikle baskı mekanizmalarını kullanmaları: medya üzerinde tahakküm ya da sansür vs.. Ekrem İmamoğlu olayında bir mahkeme karârı var — ki mahkeme karârının siyâsî iktidardan bağımsız olmadığını hepimiz biliyoruz. Siyâsetin alanını daraltması için alınan bu sert karar, aynı zamanda birdenbire siyâsetin alanını açar oldu. 

Bekir Ağırdır: Evet, paradoksal biçimde öyle. 

Ruşen Çakır: Birileri kapatmaya çalışıyor ama…

Bekir Ağırdır: Aynen öyle. İktidârın uzun süreden beri, adım adım, siyâsî alanı daraltma çabası olduğunu biliyoruz. Ama 3 yıl önce, “Bunlar vergi vermiyorlar. İnternet medyasını takip edeceğiz” diye başlayan hikâyeden, şimdi geldik sansür yasasına. HDP’li yerel ilçe yöneticilerinin tutuklanmasından, geldik Selahattin Demirtaş’ın esir alınmasına ya da cezâevine konmasına. Dolayısıyla adım adım geliyor. Ama iktidar, yapabileceği şeyler konusunda o eski mahâretini kaybetti. İktidârı oluşturan zihnî koalisyonun gereği olarak da öyle, kendi kapasitesini, kendi çözüm bulma umutlarını kaybettiği için de öyle. Dünyadaki ekonomik ve siyâsî krizin de tetiklediği bir sürü mesele var elbette. Tek başlarına her şeyi birden de yanlış yapıyor değiller herhalde. Sonuçta ülke yönetiyorlar ve birtakım doğru kararları da var. Dolayısıyla, bugün iktidârın böyle bir siyâsî alanı daraltma çabasına karşı — kitaptaki bölümün adıyla söyleyeyim: İktidar siyâsî alanı karartmaya çalışıyor — hayâtımızda “troller” diye bir kavram var meselâ. Ama muhâlefetin yapabileceği şey, onlar gibi karanlık siyâset yapmak değil. Yeni bir başka alternatif trol ordusu kurmak değil örneğin. Ama karanlıkta siyâsetin yolunu yordamını bulmak zorundalar. Meselâ Türkiye’de 25 milyon hâne var. 6 partinin bu 25 milyon hâneyi ziyâret etmesi gerekiyor. Ama bunun için illâ fizîkî iş olmasına gerek yok. O zaman siyâset mârifetiyle bu ülkede bu meselenin halledilebileceğine dâir, sivil toplumla bir güven ilişkisi kurmanız lâzım. Yani Kazdağları’ndaki enerji ile sizin iktidârı değiştirme arzunuzu birleştirecek başka siyâsî mârifetler geliştirmeniz lâzım. 

Halbuki Türkiye’deki sorun, siyâsî partiler, başta sen ben dâhil aydınlara, okumuş yazmışlara, senin benim gibi konuşanlara ve sivil topluma güvenmiyorlar. Sivil toplumcular siyâsetçilere güvenmiyor ve dolayısıyla bir ortak enerji üreyemiyor. Meselâ kadın hareketine bak. Bunca hikâyeye rağmen kadın hareketi bile hâlâ… Türkiye’de kadınlar, İranlı kadınlara destek diye sokağa çıkıyor, o destek gösterisinde coplanıyorlar. Eh şimdi cumartesi günleri esnafları gezen o altı parti liderimiz, bir gün kadın hareketinin arasına girse, görecek meselenin ne olduğunu. Bunun için Amerika’ya Almanya’ya gitmeye gerek yok. Cumartesi günleri her ilde esnaf ziyâretine de gerek yok. Sâdece bir gün, İstanbul’daki kadın hareketine dâhil olacaklar ve gözleyecekler. Karşılıklı bu güven olmayınca, karanlıkta yeni siyâset yapmanın yolları yordamları üretilemiyor. O zaman da iktidar insanların… Yani biz seçim güvenliği deyince hep sandığa giren oyun güvenliğini anlıyoruz. Halbuki hikâye sandığa giren oyda değil. Tabiî ki bu parçası var, ama asıl hikâye, bugünden seçime kadar geçen sürede seçmenin kanaatlerinin oluşması. Bunun için de doğru bilgiye, doğru haberlere ulaşması lâzım. Bu dâvânın içeriğinin ne olduğunu ya da 6 yaşındaki kız çocuğuna tecâvüz haberini öğreniyor olması lâzım. Ama bakıyorsun, her gün tuhaf tuhaf, her türlü habere erişim yasağı getiriliyor. Karartma dediğim şey bu. Bunları aşmak için başka yolların kurulması, başka enerjilerle işbirliğinin üretilmesi lâzım. 

Dolayısıyla Türkiye’nin önünde bir umuda ihtiyaç var ki insanlar, o umut etrâfında cumhurbaşkanı adayı meselesine kitlenmeden… Bu, elbette önemlidir; önemli değil anlamında söylemiyorum. Ya da bu fikirleri savunacak kadrolar ebette önemli. Ama önce fikri, sözü kurmamız lâzım. O sözü kuramadığımız için adaylık tartışmasından çıkamıyoruz. Ve siyâset tamâmen kişiler üzerinden yürüyor. Ekrem İmamoğlu’nun mahkeme tartışması da hep, “Ekrem Bey aday olacak mı yoksa önü kesilecek mi?” “Kemal Bey ona tepki mi verdi?” gibi, tartışma hep kişiler üzerinden yürüyor. Halbuki hikâye tek başına bu değil ki. 

Ruşen Çakır: Bu son olayda, parti meselesinde de işler karıştı. Ekrem İmamoğlu CHP’li, ama bu kadar kritik bir olay olduğunda, yanında CHP lideri değil İYİ Parti lideri var. Daha sonra CHP lideri de geliyor. Ama ertesi gün, sahnede birlikte en iyi fotoğrafı yine aynı kişiyle veriyor. İşler iyice karıştı. Burada fikirler yok, ama semboller var. 

Bekir Ağırdır: Evet, semboller var. Altılı Masa’nın uzun süreden beri başardığı çok önemli bir şey var. Önce olumludan başlayalım, yoksa kızıyorlar biliyorsun; program biter bitmez, sana bana, telefondan, Whatsapp’tan kıyâmet başlıyor. Bir kere, bu 6 partinin bir araya gelmesi bile çok değerli. Şu anlamıyla değerli: Çünkü onların birisi siyâsal İslâm geleneğinden beslenip gelmiş Saadet Partisi. Birisi, sosyal demokratım diyen CHP. Diğeri, ülkücü gelenekten neşet etmiş, şimdi daha milliyetçi, “Atatürkçüyüm” diyor, ama özü îtibâriyle “milliyetçiyim” diyen İYİ Parti. AK Parti kadrolarından kopmuş, aralarına yeni insanların da dâhil olduğu, ama esas örgütlerindeki yapının AK Parti ve yine o siyâsal İslam muhâfazakâr geleneğin örgütlerinden gelmiş insanlar. Bunların, “Türkiye’nin bu gidişâtına müdâhale edelim” diye bir araya gelmesi bile kendi başına çok değerli ve bunun da mîmârı Kemal Bey, ardından da Meral Hanım. Ama Kemal Bey orada gerçekten tevâzu gösterdi; bütün bu hamleyi yaptı.

Ama bir yandan da ürettikleri metinler var. O metinlere baktığın zaman da, o söze değen çok tarafı olduğunu görüyorsun. Meselâ kamuoyuna açıkladıkları bir buçuk sayfalık 12 Şubat Beyannâmesi, “ ‘Biz’ duygusunu yeniden inşâ etmek“, “Toplumsal Barış” dedikleri metin, bana sorarsan son derece değerli bir metin. Ya da hemen ardından 28 Şubat’ta, “Anayasanın ilkeleri” dediler. Bir ay önce de, “Anayasa ilkeleri” dediler. Ama ilginç olan şey şu: Her konuşmada, katıldığım her programda, yazdığım her yazıda bu 3 metne atıfta bulunan ben varım. Ama imzâ atan 6 genel başkan bile bu metinlere atıfta bulunmuyorlar. Bir tuhaflık yok mu sence? O zaman bu metinler, bu ilkeler ve hayaller, hedefler toplumsallaşamıyor. Onun için hâlâ toplumda, “Tamam ya, bu iktidârı değiştiriyoruz” duygusu yok. Arzu var, niyet var; ama bir heyecan ve tutku yok. Herkes bir tedirginlikle bekliyor yine bir hatâ yaparlar diye.

Ruşen Çakır: Yalnız, çok ilginç; Anadolu’yu gezileri esnâsında Kılıçdaroğlu’nu da Akşener’i de izledim ve bu geziler sırasında, kendileriyle kısa bir süre olsa da, bir çay içme imkânım oldu. Her iki lider de, birbirinden farklı yerlerde farklı zamanlarda, benim üzerimden medyaya, o metinlere yeterince sâhip çıkmadığımızı, konuşturmadığımızı söyledi. 

Bekir Ağırdır: Doğru, haklılar da. 

Ruşen Çakır: Haklılar. Ama sen kendilerinin de yapmadıklarını söylüyorsun.

Bekir Ağırdır: Evet, o açıdan haklılar. O günden bugüne, bin yazı yazıldıysa, böyle 5000 program yapıldıysa, bunun 4900’ünde, buralara oturan insanlar, “Aday kim olacak?” meselesini tartıştı. Onlar da öyle yaptı. Sonuçta ülkenin bir problemi var. Hep berâber bir vasata kitlendik. Sadece siyâsetçilerin kabahati değil elbette. Bilim insanlarının bile kutuplaşmanın aracısı hâline döndüğü bir ülke burası sonuçta. Onun için, “entelektüel hırsızlık” da diyebiliriz, “akademik ıssızlık” da diyebiliriz, “siyâsî ıssızlık” da diyebiliriz; hepsi birden doğru. Kendimizi sıyırmadan söylüyorum; hep berâber böyle bir ortamı biz yarattık. Ama şimdi bu ortamdan çıkmak için, “Bir insan gelsin ve her şeyi çözsün” isteniyorsa, böyle bir şey yok. Buradan çıkacaksak elbirliğiyle ve hep berâber çıkacağız.

Ruşen Çakır: Demin partileri tek tek anlatırken, Ali Babacan için de bir not düşelim istersen. Saraçhâne’de, bildiğimiz klasik anlamda hitâbetten en uzak liderdi. Ama ele aldığı konular çok önemliydi. Bir de, insanlara sorular sorup cevaplarını aldı. Demirtaş’tan, Kürtler’den bahseden tek kişi olmasıyla da bir fark yarattığını düşünüyorum. Hattâ son dönemde, “Altılı Masa’da, az oy alan partilerle diğerlerinin ağırlığı aynı olur mu olmaz mı?” tartışması var. Bizim “Adını Koyalım” programlarında Burak Bilgehan da söylüyor bunu. Kaç oy aldığı önemli tabiî, ama bir yerden sonra, siyâsetçilerin nasıl bir duruş sergiledikleri de önemli.

Bekir Ağırdır: Ben baştan beri, en azından analiz için, şöyle bir ayrım yapılmasının doğru olduğunu düşünüyorum. Aklî ağırlıkla siyâsî ağırlığı ayırarak konuşalım. Altılı Masa’da tabiî ki doğal lider CHP. Çünkü en yüksek oy onun. Yani başlangıç noktası. Önümüzdeki seçim değişir değişmez ayrı bahis. Ama bir yandan da, diyelim Babacan ve Davutoğlu’nun ekibi, en yakın dönemde bürokrasiden ve bu siyâsî iktidardan geldikleri için, problemlerin ilk çözümünün nasıl olması gerektiği hakkında bilgileri var. CHP bürokrasisi, kaç yıldır iktidar olamadığı için bilgisi yok; İYİ Parti de yeni kadro olduğu için. Şimdi, bu ağırlık başka bir şey, o masada hepsinden eşit olup olmaması başka bir şey. Kemal Bey de, Meral Hanım da en azından bir eşitlik dengesi kuruyor. 

Bence şu son iki günün olayına, yani Ekrem İmamoğlu Dâvâsı’na baktığımızda, evet, hükûmet İmamoğlu’nu cezâlandırmak istedi, İstanbul’a çökmek istiyor vs.. Ama sonuçta “bu işin kazananları kim?” dersen, birisi İmamoğlu. Ben daha önce, “Aday listesinde yoklar” diye yazmıştım; çünkü Eylül’de CHP’nin bir toplantısı yapıldı. Belediye başkanları da vardı o toplantıda. Ardından 2 gün sonra, Mansur Bey bir vesîleyle bir açıklama yaptı. 10 gün sonra da, İstanbul’daki bütün afişler bile sâdece İstanbul projelerine döndü hatırlarsan. Ben bu olaya dışarıdan bakarak dedim ki: “Demek ki o toplantıda aralarında konuşulmuş ve artık aday listesinde onlar yok”. Ama ne oldu? İmamoğlu yeniden bu mahkeme karârıyla ve son iki gündür televizyondaki o fotoğraflarla aday adayı listesine yeniden girdi. Başka kim kazandı? Meral Akşener. Çünkü daha karar çıkmadan, ilk duyduğu anda verdiği hızlı tepki, Ankara’dan İstanbul’a gelişi vs.. Üçüncü kazananı Canan Kaftancıoğlu. Kemal Bey Almanya’daydı. Ve daha bir hafta önce, “Aralarında el sıkıştılar mı sıkışmadılar mı, örgütü ile arasında problem var mı yok mu?” denirken, Canan Hanım da örgütünü aldı ve ilk andan îtibâren Ekrem Bey’in yanında durdu. O fotoğraflarda o da var. Bir kazanan da Ali Babacan. Herkes, Ali Babacan’a ve partisine, “Bu Altılı İttifak seçimi kazanırsa, ekonomi yönetiminde ne kadar rolü olacak?” diye bir rol biçerken, dün Ali Babacan konuşmasıyla, birincisi en azından Gelecek Partisi’nden –ikisi de yeni olduğu için Gelecek Partisi diyorum– ayrıştığını ve farklı bir parti için yaptığı bir şey göstermiş oldu kamuoyuna. Ekonominin dışında da bir siyâsî vizyonu olduğunu göstermiş oldu. Bir kere, fark edildi. En azından, şimdiye kadar yayınlanan anketlerde çok kayda değer büyük başarılar gözlenmiyorsa da, muhtemelen bundan sonra gözlenebilir. Yani en azından dikkat çekti. 

Ruşen Çakır: Peki kaybedenlere gelirsek?

Bekir Ağırdır: İktidar ve Tayyip Bey. “Birileri Tayyip Bey’e tuzak kuruyor. O mu oluyor, bu mu oluyor?” yorumları yapılıyor ya? Ben o kanaatte değilim. Hayır. Ben Tayyip Bey’siz bu karârın alınamayacağı kanaatindeyim ve oyun planını ya da hedeflememiş olduğunu sanıyorum. Bir kere, o gecenin kazananının Ekrem Bey olacağını Tayyip Bey bilmiyor, kendi siyâsî deneyimleriyle analiz edemiyor olamaz. Ama ne oluyor? “İmamoğlu mu aday, Kemal Kılıçdaroğlu mu aday?” tartışmasının diri bir biçimde gündemde duruyor olması, önce CHP’yi sonra Altılı Masa’yı paralize ediyor. Biraz önce sözünü ettiğimiz o siyâsîleştirememe, toplumsallaştıramama meselesi yaşanmaya devam ediyor. Niye? Çünkü örgütler adaylık tartışmasından çıkamıyor ki… Sokağı örgütlemek, sokakta siyâset yapmak, 25 milyon evi ziyâret etmek yerine; “Ekrem Bey’e mi yakın duralım? Kemal Bey’e mi yakın duralım?” meselesi her şeyden önce masayı bloke ediyor. Dolayısıyla buna devam edecek. Bu birincisi.

İkincisi: Tayyip Bey’in siyâset tarzına baktığın zaman, 94’ten beri… Herkes “Tayyip Bey herkesle her türlü ittifâkı yapabilir. Hemen U dönüşü yapıyor” diyor. Hayır efendim, her türlü ittifâkı yapıyor değil. O an için kimle ne ittifak yapması gerekiyorsa onu yapıyor. Ama kafasında dümdüz yürüdüğü, dâvâ dediği bir şey var. Ve bu konuda kafası gayet net. Yeri geldiğinde, meselâ Rusya uçağının düşürüldüğü haftalarda, meydanlarda Putin’le ilgili neler söylüyordu, hatırla. Şimdi bütün onlardan vazgeçtiği için Putin’le kol kola değil. Yine aynı fikirleri var, ama Putin’le işbirliği yapması gereken yerlerde de yapıyor. O yüzden de bu hatânın İmamoğlu’na yarayıp yaramayacağını düşünmüyor değil. Ben buna “bilek bükmek” diyorum, Tayyip Bey sonuna kadar bileğini bükme mücâdelesine devam ediyor ve bir yandan da 2019’un rövanşı peşinde. Tek başına bu unsur değil, ama unsurlardan biri. Buradaki arkadaşlara, “2019’da Ekrem İmamoğlu büyükşehir belediye başkanlığı seçiminde, Binali Yıldırım’ı mı yendi, Tayyip Erdoğan’ı mı yendi?” diye soralım, herkes “Tayyip Erdoğan’ı yendi” der. Kimse Binali Yıldırım’ı hatırlamıyor bile. Dolayısıyla bir kere onun duygusal tepkisi ve rövanşı peşinde. Bundan hiç vazgeçmedi.

Ruşen Çakır: Ben buna “bükemediği bileği kırmak” diyorum. Çünkü bükmek daha eşit bir şey. 

Bekir Ağırdır: Tayyip Bey o duygusal tepkiyi atamıyor. Siyâsî tarzı öyle değil. Bir yandan da üçüncü bir hedefi var: Bu seçimde İstanbul’un finansal ve insan kaynaklarını kullanmak. İktidardan gitmeyecekmiş gibi hâlâ orman tahsisleriydi, şuydu buydu bir sürü şey görüyoruz. Bundan da vazgeçmiş değil. Ama bence bir örtük amaç daha var. Siyâset dediğimiz zaman sâdece particilik tarafında değil; işin entelektüel tarafında, medya tarafında, merkez İstanbul. Eğer İstanbul’u bir köpüğün içine alıp bloke edebilirse…

TÜSİAD’ın konuşmalarına bak, artık iş dünyası bile açıktan îtiraz ediyor. Oradaki bütün ilgili aktörlerin, sivil toplumun bile merkezî ağırlığı, entelektüel ağırlığı İstanbul’da. Eğer İstanbul’da bunlar üzerinden Anadolu seçmenine, 50 milyona gidecek hikâyeyi, burada müdâhale edip yerinde durdurabiliyorsa, bu seçim süreci onun için bu bir avantajdır. O yüzden bütün bunların hesaplamadan yapıldığı ve hatâ olduğu kanaatinde değilim. Bilerek, isteyerek yapıyor; ama şöyle bir mesele var: Dünyanın en lezzetli yemeğini de yiyorsan, 18. ya da 20. lokmadan sonra artık o lezzet kaybolur. Aynı şey çalışmıyor. Bir kere, Tayyip Bey ya da AK Parti –tüm bu hesaplarla yapıyor olsa bile–, süreç artık onların lehine çalışmıyor. Tersine, yaptıkları her şey, süreci onların aleyhine çoğaltıyor. O nedenle burada her şeyden önce kimin aday olmayacağı meselesi ayrı bahis, ama bütün bu yaptıkları, “Bu iktidarı sonlandıralım” kararlılığını güçlendiren bir sonuç üretiyor.

Ruşen Çakır: Şöyle bir husus olduğu kanısındayım: Hattâ bugünlerde birtakım orta kademe veya üst düzey kadroları, Erdoğan’la “kaderdaş” olmuş durumdalar. O giderse kendileri de gidecek. Ama hâlâ bir şekilde ideolojik olarak, birtakım sembollerle kendilerini kandırıyorlardı. “Yerli ve millî” mesela, bunun sembol lâfıydı. Saraçhâne’deki toplantı neydi? “Millet, irâdesini geri alıyor.” Milli irâde gibi, bunların en sâhiplendikleri sembol uçtu gitti.

Bekir Ağırdır: Daha vahim başka bir şey daha var. AK Parti’nin adı “Adalet”le başlıyor. Kastedilen sâdece yargı anlamında değil, Türkiye insanı da sâdece yargı anlamında anlamıyor. Ama sonuçta adâlet… Yerel seçimde seçim iptal ettirildiğinde 8 puan farkı oluşturan şey, insanların o adâletsizliğe olan tepkisiydi. Daha doğrusu 31 Mart’ta AK Parti ya da Binali Yıldırım’a oy verip, 23 Haziran’da Ekrem Bey’e dönen oy sayısı, 200 bin kişiden fazla değil. Yani 8 puan fark orada değil. 8 puan farkı yaratan şey, 31 Mart’a gelmeyen, siyâsete güvenmeyen, bu iki adaya da bakıp, “İstanbul’u bunlar mı yönetecek?” diye seçime gitmeyen benim kızlarımın, o adâletsizliğe isyan edip bu tarafa gelip oy vermeleri. Kim aday olsaydı da vereceklerdi. 

Şimdi iktidar, bu adâletsizliği körüklemeye devam ediyor. Ben şu cümleyi çok sık kuruyorum: “Kaybedecek olanın kim olduğunu büyük ihtimalle biliyoruz. Ama kazanacak kişinin kim olacağını bilmiyoruz”. Yani bütün bu süreç, iktidârın lehine çalışmıyor. Evet, iktidar böyle hesaplar yapmış olabilir. Bir kere, bu seçimde 21 milyon genç seçmen var. Bunların 6 milyonu ilk defa oy kullanacak. Spekülatif bir lâf ediyorum; elimde elbette birebir, gram ölçüm yok. Ama bu 6 milyon seçmenin 5 milyonunun ya da bu 21 milyon seçmenin 17-18 milyonunun böyle bir iktidâra oy verme ihtimâli yok. İdeolojiden baktıkları için değil. Tam tersine, çok somut, çok içten, çok duygusal bir yerden baktıkları için. Onlar, nasıl anne-babaları “Güneş battığında evde ol” dediğinde ya da nasıl “Şöyle davran, böyle davran” diye babaya, ataerkil kurallara ya da geleneklere îtirazları varsa; devletin, hükûmetin, iktidârın, Cumhurbaşkanı’nın da, hayâtın her alanına böyle müdâhale etmesine îtirazları var. O yüzden de burada adayın kim olduğunun önemi yok. Adayın kim olduğunun önemi, onların sandığı gitme arzusunu tetikleyecek veya tetiklemeyecek. Dolayısıyla “Kaybedecek olanı biliyoruz” dediğim kısmı o. Ama burada aday diye çıkan kadro, bu genç insanlara umut vaat ediyorsa, sandığa gelecekler ve ona oy verecekler.

Ruşen Çakır: O zaman şunu söylemek mümkün: Aday olsa da olmasa da İmamoğlu’nun yaşadığı bu olay, muhâlefetin adayının elini ciddî bir şekilde güçlendirecek. 

Bekir Ağırdır: Elbette. 

Ruşen Çakır: Eğer iyi kullanırlarsa… Burada bir başka boyut daha var. Biraz değindin ama tekrar onun üzerinden bir daha geçmek istiyorum. Muhâlefette çok karşılaştığım müzmin bir hastalık var: “Erdoğan yanlış yapmaz ve eğer yapıyorsa vardır bir bildiği” yakıştırması… Aslında İstanbul seçimini tekrarlattığında bu yanlış çökmüştü. Ama birçok kişi de, “Tekrarlattığına göre kesin kazanacak. Kazanamayacağı seçimi niye tekrarlatsın ki?” dedi. Ve daha büyük bir farkla kazandılar. “Bu karar FETÖ işidir” diyenleri bir kenara atalım, “Erdoğan’dan bağımsız bu karar çıkmaz. Erdoğan bunu yaptıysa burada bir hesâbı var” diyenler var. Tamam, hesâbı olduğu muhakkak. Ama bu hesâbın Erdoğan’ın aleyhine sonuç doğurabilme ihtimâlini kabul etmedikleri için, ona yanlışı yakıştıramıyorlar. Ama bunu yapanlar, “Reisçiler” değil; bunu yapanlar ondan nefret edenler.

Bekir Ağırdır: Şöyle bir sorun var: Bu söylediğinde, Tayyip Bey’in ya da AK Parti’nin siyâset tarzını yanlış analiz etmek de var. AK Parti denilen, bir zamanlar efsâne gibi anlatılan o örgüt, teşkilât denen yapının nasıl evrildiğini, değiştiğini görmemek var. Türkiye insanının, sosyolojik olarak dokunun, bilginin, deneyimin, yaşanmışlıklarını nasıl değiştiğini izlemiyor olmak var. 2002’de AK Parti’ye oy veren, diyelim 34, o günün târihiyle ya da o günkü 15 milyon insan, bugün aynı noktada değiller. Arada yaşayıp deneyimledikleri 20 yıl var. Göç var, teknolojiyle tanışma var; sağlık sistemiyle, ilâçla, depresyonla… Düşünsene, 20 yıl öncesini, senin benim gençliğimizi, çocukluğumuzu hatırla. “Depresyon ilâcı alıyorum” demek ayıptı, söylenmezdi. 

Şimdi ülkenin zihnî yapısı, kentli pratikleri, yeme-içme alışkanlığı değişiyor. Bunlar değişirken, fikirlerinin, “iyi, doğru, güzel” tanımlarının değişmiyor olduğunu varsayabilir misin? Televizyon ya da internet sâhipliği artacak, ama insanların “iyi” diye bildiği şey, televizyon veya internet hayâtında yokken bildiğinden değişmeyecek. Öyle değil ki. Değişiyor. AK Parti tabanı da değişti. Tayyip Bey’in veya iktidârın, iktidârın etrâfındaki kadroların sorunu, tıpkı muhâlifleri gibi, seçmenin değişmediğini ve aynı kültürel kutuplaşmanın çalışıyor olacağını sanıyorlar. Zaman zaman muhâfazakâr dünyada, “Gençler deizme mi kayıyor, ateizme mi?” diye tartışılıyor. Bütün bu işin bir sonucu var; değişiyor. 

Bundan 3 ay önce seninle yaptığımız yayında da söylemiştim. Araştırmalarda bizim tespitimize göre, kendisini muhâfazakâr tanımlayabilir; türban takıyor, başını örtüyor olabilir. Ama metropollerde doğmuş, büyümüş o mütedeyyin, 2002’deki AK Parti’ye oy vermiş anne-babaların bugün genç çocukları ve genç seçmenler AK Parti’ye oy vermeyecek. Çünkü onlar özgürlükçü. Hayâta öyle geleneksel, muhâfazakâr referanslarla bakmıyorlar. Toplumsal cinsiyet eşitliği meselesine öyle bakmıyorlar ya da sokak hayvanları meselesine anne-babaları gibi bakmıyorlar. Tayyip Erdoğan’ın bu her şeyi denetlemeyi hedefleyen sistemine îtirazları var. Dolayısıyla anne-babaların da bir kısmı değişti. Ama asıl önemlisi, yeni kuşak tümden farklı. O yüzden iktidârın yaptığı aynı numara ya da aynı politika, 2010’da çalışmış olabilir ama 2022’de çalışmıyor. Aksine, tersi sonuç veriyor. Bir yerden sonra aynı şeyde ısrar, beklenen yararı değil, tam tersine öfkeyi getirir. Eşine bile her gün, her saat başı “Seni seviyorum” desen, bir saatten sonra, “Yeter, şu bulaşığı da bir yıkasan arkadaş!” der. Bu da böyle bir şey. Onun için, Tayyip Bey hatâ yapıyor değil, kendince doğru yapıyor.

Ruşen Çakır: İktidardan başka kaybeden yok mu?

Bekir Ağırdır: İktidardan başka? CHP içindeki tartışma bence yeniden harâretlenir. Kemal Bey’in son iki aydır, ama aslında 2 yıldır bir stratejisi var. Gerçekten çabaladı da.

Ruşen Çakır: Kendi adaylığı için, değil mi? 

Bekir Ağırdır: Altılı Masa’yı bir araya getirmek de, öbür konularda mücâdele ediyor olmak da, “Bay Kemal” meselesini tersine çevirmek gibi de, çok önemli başarıları da var. En azından 3 sene önce, “Kemal Kılıçdaroğlu aday olsa mı?” dendiğinde tereddüt edecek insanların bir kısmı, bu süreçte bütün bu gelişmelere bakarak belki iknâ oldu. 

Ama bir yandan da, Kemal Bey, bence ciddî olarak hem siyâsî hem yönetim hatâsı yapıyor. O da şu: Mansur Bey ile Ekrem Bey’in adaylığını gündemde tutan mesele ne? Geriye dönelim, daha sâkin anlamaya çalışalım. Her ikisi de, Tayyip Erdoğan’ın karşısında aday olmuş ve Tayyip Erdoğan’ı yenmiş iki insan olduğu için, kamuoyunda bir “Tayyip Erdoğan’ı yenen insanlar” olarak aday adayı listesindeler, değil mi? Daha İstanbul’a ya da Ankara’ya dâir projelerini bilmeden, hele hele ekonomiye dâir politikalarının ne olacağını bile bilmeden, herkes hâlâ onları aday listesinde tutuyor. Çünkü yensinler istiyor, Erdoğan iktidârının gidişine müdâhale etmek istiyor. Ama Kemal Bey’in de handikapı tam tersi, bu kadar seçimi kaybetmiş insan algısı veriyor olmak. Eğer Kemal Bey gerçekten cumhurbaşkanı olmak istiyorsa, bunun yolu önce partisi içinde bu meseleyi halletmesi ve bu iki lider aday adayıyla konuşması lâzım. Fakat yönetim mantığı olarak benim anladığım kadarıyla bu yapılmadı. Dolayısıyla da, Mansur Bey daha farklı bir strateji izledi; ama özellikle Ekrem Bey, bu adaylığı meselesini de daha birinci haftadan gündemde tuttu ve bundan da hoşlandı. Bana sorarsan da handikapı o. Yani eğer Ekrem Bey İstanbul’a yapacağı hizmetlere ve projelere yaslansaydı ve örgütlü enerjiye güvenerek, başta İstanbul olmak üzere bütün CHP örgütüyle daha bütünleşik bir siyâsal strateji tuttursaydı, bugün çok doğal adaydı. Ama Ekrem Bey öyle davranmadı. Ekrem Bey de İstanbul projelerinden öte, Tayyip Erdoğan’la itişti. Bir yandan da haklı, çünkü Tayyip Erdoğan gerçekten adım adım, her hafta bir yönetmelik değiştirerek, kanun değiştirerek, Ekrem Bey’in, sadece o da değil, bütün belediyelerin (İzmir’in, Adana’nın) mâlî kaynaklarına da müdâhale etti, iş yapma kapasitelerine de müdâhale etti.

Şimdi, Kemal Bey –konuşulmayabilir ama– konuşmasa bile şunu da yapabilirdi: İktidârın muhâlefete, CHP’ye karşı en büyük eleştirisi ya da hâlâ en büyük kullanmaya çalıştığı efsâne: Kazanımlarını kaybetmek. Peki. Ankara ve İstanbul’da, Antalya’da yönetimler değişti. Var mı öyle bir kayıp? Yani sosyal yardımların kesilmesi, başörtülüler ya da dindarlar diyerek kitlesel işten çıkarmalar var mı? Yok. Demek ki aslında Kemal Bey’in elindeki en büyük koz aslında, kendi devlet insanlığı, bu tevâzusu, bu yaptığı açılımlar kadar örgütüne güvenmek ve belediye başkanlarının bu icraatlarına sâhip çıkmak olurdu. Onun için kürsüye her çıktığında, Erdoğan’ın “Kazanımlarınızı kaybedeceksiniz” cümlesi yerine, Ekrem Bey’in, Mansur Bey’in, Tunç Bey’in buradaki somut başarıları anlatmasına imkân verseydi, kamuoyunda, “CHP’’liler iş yapıyor-yapmıyor” algısını kırabilirdi. Ama onu da yapmadı. Dolayısıyla kendiliğinden gelişen bir süreç var. Kendiliğinden geliştikçe, doğal olarak o Altılı Masa’daki her bir aktörün de kendine göre seçim sonrasına dâir pozisyonları, hayalleri var. 

O zaman şöyle bir handikapa gelindi ve sıkışıldı: Bir, CHP içinde adayların kendi iç rekabetleri ile CHP ve diğer partiler dâhil Altılı Masa’nın birbirleriyle rekabetleri iç içe geçti. Asıl rekabet etmeleri gereken iktidarken, enerji burada toprağa gitti. Anlatabiliyor muyum? Ve bunca hikâyeye rağmen, AK Parti hâlâ %30-32.  Bu oran, araştırma şirketine ya da ölçüme göre farklı olarak değişiyor. Ama ikinci parti değil, hâlâ birinci parti. Bunun bir sebebi yok mu? Yani bunun bütün sebebi, sâdece AK Parti’den, Tayyip Erdoğan’dan vazgeçmeyen seçmenler diyebilir miyiz?  Enerjileri yanlış yerde harcıyorsunuz, gol atmanız gereken yerde de sâhada değilsiniz.

Ruşen Çakır: Bu sefer, İmamoğlu olayı ile berâber çok büyük bir fırsat penceresi açıldı. 

Bekir Ağırdır: Doğru. Dolayısıyla hâlâ bir fırsat var, çünkü seçime 6 ay var. Toplum ya da psikolojik iklim hâlâ sizin lehinize. Dolayısıyla Altılı Masa’nın, ama önce Kemal Bey’in, kendi örgütüyle ve bu iki belediye başkanı ile oturup bir strateji çizmesi lâzım. Sonra bu siyâsal stratejinin bir iletişim stratejisinin olması lâzım. Şimdi böyle gündelik taktik adımlarla yürünebilir mi? Meselâ şu somut örneğe dikkatini çekeyim: Kemal Bey elektrik faturasını ödemedi. Ortaya koyduğu haklı bir tepkiydi. Ama sonuç alacak olan, bunun kitleselleşmesiydi. Ama kitleselleşmesini istemedi. Çünkü Kemal Bey, samîmîyetle, “Provokasyonlar olabilir ve iktidârın yapabileceklerinin sınırı yok” diye temkinli davranıyor ve bunu da zâten sürekli söylüyor. Çok iknâ olmasam da buradaki meseleyi anlıyorum, peki. Ama o zaman, bütün toplumda provokasyonlara daha açık, “Suriyeliler memleketine gitsin” kampanyasını nasıl yapıyorsunuz? CHP adına “Hudut namustur” bayraklarını astığınız zaman, daha büyük bir toplumsal provokasyon riski oluşuyor. Nitekim bu kampanya yapıldı, bir ay sonra Altındağ olayları oldu. 

Buradan anlıyorum ki, bir bütüncül strateji yok. Ve yaşanan şeyler, onun hatâları, yol kazâları ya da eksiklikleri. Onun için kimsenin kimseye kızmaya hakkı da yok. O yüzden yapılacak şey bence, şu anda CHP’nin veya Kemal Bey’in –bence Ekrem Bey’in de– bunu önermesidir. Öyle sürekli kitleleri meydana çağırarak değil; hep berâber, mümkünse bu akşamdan başlayıp, CHP’nin il başkanları, belediye başkanları, milletvekilleri bir odaya kapanacaklar; 7 gün mü, 7 saat mi, 7 hafta mı çalışacaklar ve bir ortak stratejiyle çıkacaklar. Sonra Kemal Bey gelip masadaki diğer 5 ortağına stratejiyi anlatacak ve onlarla yeni, ortak bir strateji geliştirecek. Sonra dönüp “Peki aday kim?” sorusuna cevap yazacaklar. 

Ama böyle tersten gideceklerse o zaman sorun var. Çünkü önümüzde üç mesele var. Yine en baştaki süreçlere dönelim. Öyle bir aday arıyoruz ki, bütün bu karizmatik Tayyip Erdoğan’ı yenecek; çünkü adamı küçümsemek mümkün değil. Bence gerçekten liderlik literatürü açısından bile incelemen lâzım. Kitlesini bu kadar kolay dönüştürebilen biri yok. Bugün Tayyip Bey “Avrupa Birliği düşmanımız” dese, kitlelerini sokağa dökebilir. “Yarın Avrupa Birliği’ne üye oluyoruz” dese, kitlelerini balonlu, maytaplı gösteriye de çekebilir. Bu karizmayla uğraşacaksınız. Bu karizmanın yanı sıra bütün bu idârî mekanizma, yargı mekanizması, kaymakamlar, vâliler, güvenlik gücü elinde olan bir Tayyip Erdoğan’ı yenecek bir aday arıyorsunuz. Ama bu yenecek karizmadaki insanın, seçimi kazandığının ertesi günü bu tanrısal güçleri eline geçirdiğinde, çok mütevâzı olup 6 liderle görevi paylaşmasını bekliyorsunuz. Bir kere paradoksal olan şey orada. Hele hele bir saatten sonra, “Anayasayı değiştireceğiz, başbakan yapacağız” diye bütün bu görevden ve güçten vazgeçmesini bekliyorsunuz. Ama bu iki can bir bedende nasıl olacak? 

Ruşen Çakır: Burada 3 can var.

Bekir Ağırdır: Dolayısıyla görevi böyle târif ettiyseniz, zaten karşınızda zor bir iş var. O zaman bunun stratejisini doğru kuracaksın. Bu stratejiyi yapmıyorlar.Aday adayı, medya üzerinden konuşuyor, o zaman da her çalkantı büyük problemler hâline geliyor. Bana sorarsan, üzerinde lâf ettiğimiz ve konuştuğumuz birçok siyâsî meselelerin çok önemli bir kısmı basit yönetim problemleri. Süreç yönetimi, ilişki yönetimi, strateji, iletişim yönetimi… Tabiî ben yönetim bilimi okuyup yöneticilik yapmış bir insan olarak belki böyle söylüyorum. Sen gazeteci gözüyle başka şey söylersin. Ama siyâsî hatâ sandığımız şeylerin çok büyük bir kısmı gerçekten süreç yönetimi hatâsı.

Ruşen Çakır: Meselâ bu son olayda, çok net bir şekilde Kılıçdaroğlu ve Akşener arasında, birisinin sürece nasıl müdâhil, birisinin sürecin nasıl dışında olduğu gözüktü. Halbuki normal şartlarda, İmamoğlu’nun CHP’li olduğunu görüyoruz. Sanki İmamoğlu İYİ Parti’den seçilmiş gibi bir görüntü oluştu. 

Bekir Ağırdır: Bence o fotoğrafın iki ayrı anlamı var. Birincisi, bütün bu hikâye gösterdi ki –baştan beri de ben bunu çok söyledim, yazdım, burada da konuştuğumuzu hatırlıyorum– partilerinin örgütsel tabanlarında, örgütsel yapılarında farklılıklar olabilir, farklı duygular olabilir, farklı rekabet meseleleri olabilir; ama altı liderin birbirine güveni, bu masanın en büyük temînatıydı. Baştan beri bunu söyledim. Gerçekten de gözlediğim o. Altı liderin birbirine kişisel güveni var. O yüzden, Meral Hanım’ın da Kemal Bey’e güveni konusunda tereddüdü olduğunu sanmıyorum. Onun için aday önerisi yapma yetkisi hâlâ Kemal Bey’de. Kendini mi söyler, başkasını mı söyler, o ayrı mesele. Ama bu güven. Biliyorsun, hükümetin ya da iktidar kanadının bu ittifakı bozmak için, ara ara HDP’yi paralize eden hamleleri, Altılı Masa’yı oradan kitlemesi ya da Meral Akşener’e, İYİ Parti’ye “Evin burası, dön buraya” demeleri, örtük veya alenî bütün bu dâvetlere rağmen, dün otobüsün üstündeki o fotoğrafla Altılı Masa’nın dağılmayacağını gördük. Bence bu bile bir kazanım ve de çok önemli olduğunu sanıyorum.

İkinci kazanım da şu: Altılı Masa’da, demin de söylediğim gibi sosyal demokrat bir parti var, milliyetçiler var, diğerleri de var. Ama asıl, Ekrem Bey’le Meral Hanım’ın verdiği fotoğrafta îmâ edilen başka bir şey daha var. Onu planladılar diye söylemiyorum, doğaçlama gelişmiş bir şey. Ama anlamı bence şu: 80’lerden önce, senin benim kuşağı yaşadık. Sokaklarda milliyetçilerle devrimci gençlerin yaşadıkları. Her gün kaç genç ölüyordu hatırlasana. Benim kaç arkadaşım öldü! Ekrem Bey ile Meral Hanım, bu iki gelenekten gelen ya da en azından bugün o geleneğin devâmını temsil edenler. Meral Hanım o gelenekten geliyor. Ekrem Bey’in gençliğini bilmiyorum, ama en azından bugün, öbür geleneği temsil eden bir partide. Bu iki gelenekten gelen insanın, bugün böyle bir yıkıma karşı bir arada duruyor olması ve o kadar insânî biçimde kucaklaşıyor olması, ülke için bir fırsat. Yani bunu kullanmamız gerekiyor. 

Bu kitapta da anlatmaya çalıştığım tezim o. Muhâfazakârlar ya da milliyetçiler ya da Kürtler olmadan yeni bir Türkiye mümkün değil. Ama iktidârın kastettiği gibi, sen ben olmadan, doktorlar olmadan, bilim insanları olmadan, bu ülkenin sekülerleri, endîşeli modernleri, laikleri olmadan da yeni bir Türkiye mümkün değil. O zaman elbirliğiyle hep berâber bir araya gelmenin yöntemini konuşmamız lâzım. O yüzden de meseleyi aday tartışmasından mümkün olduğunca çıkarmak, bu seçimde yeni bir düzenin başlangıç adımını atmak gerekiyor. O nedenle bu, sâdece Türkiye’nin gelecek seçimi değil, aynı zamanda dünyanın da seçimi. Eğer bütün liderler, partiler ya da bu işe kafa yoran herkes, “Aday kim olsun?” meselesine buradan bakıyorsa, başka türlü tartışabiliriz. Ama bütün bunları bırakıp, “Kim kimin ekibi, kim kimin altını oydu?” meselesine odaklanırsak, o zaman da evet, bu bir güçler savaşı. Netflix’e 12 bölümlük bir dizi senaryosu yazabiliriz seninle. Kişisel güçler kavgası… Bunun Netflix’te ya da başka yerlerde binlerce örneği var. Gerçekten de öyle oynanıyor. Bunu okuyacağın bir sürü de emâre var. Ama hikâyeyi bir tek buradan anlatmak ve okumak doğru değil. Bütün îtirâzım buna. Bu kitaptaki çabam da bu.

Ruşen Çakır: Evet. Burada noktayı da koyalım. Kitaba dönelim tekrar: Bize Yeni Bir Söz Lâzım: Türkiye İçin Yeni Bir Siyâset Arayışı. Tekrar tebrikler Bekir.

Bekir Ağırdır: Ricâ ederim, ama bir cümle daha ekleyeyim, sonra yanlış anlaşılıyor: Bu bir siyâsî parti manifestosu değil. Benim bir siyâsî kariyer hayâlim yok. 

Ruşen Çakır: Tüh… Bekir Ağırdır’a çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.