Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (144): İmamoğlu-Soylu atışması, Altılı Masa, Gezi davası, EYT düzenlemesi

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu arasında bakanlığın belediyeye başlattığı soruşturma nedeniyle başlayan polemik sürüyor. İmamoğlu, kendisini telefonla arayarak yardım istediğini iddia eden Soylu’yu istifaya çağırdı.

Aralarında gerilim olduğu iddialarının ardından CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener ile 27 Aralık’ta Ankara-Ahlatlıbel’de bir araya geldi. Görüşmenin ardından Akşener, “Masa dağılıyor mu” sorusuna “Niye dağılsın Altılı Masa? Birlikte kazanacağımızı söylüyoruz” yanıtını verdi. Kılıçdaroğlu da “Bir kırgınlık yok. Son derece olumlu geçti görüşmemiz” açıklamasını yaptı.

İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesi, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Gezi davası kapsamında Osman Kavala’ya verdiği ağırlaştırılmış müebbet hapis ve Ayşe Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater Utku, Ali Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi’ye verdiği 18’er yıl hapis cezalarını onadı. Aynı mahkeme, bir yıl önce aynı sanıklar hakkında verilen beraat kararını bozarak, yeniden yargılanmalarının yolunu açmıştı.

2 milyon 250 bin kişiyi ilgilendiren emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) düzenlemesinin ayrıntıları açıklandı. EYT’de yaş sınırı uygulanmayacak. Düzenlemenin ardından vatandaşlar, borçlanma ve prim gün sayısı hesaplaması için Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) il müdürlükleri önünde uzun kuyruklar oluşturdu. EYT düzenlemesi iktidarın seçim yatırımı mı?

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. 2022’nin son “Haftaya Bakış”ıyla karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Herhalde 2022’ye de biraz hızlıca bakarız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: 2022’ye esas damgasını basan olay, herhalde Altılı Masa oldu. Biz de zâten hem “Haftaya Bakış”ta hem “Adını Koyalım”da ve ayrı ayrı yaptığımız yayınlarda Altılı Masa konuşmaktan bayağı yorulduk aslında. Bu yılı bitirirken de yine bir Altılı Masa olayı oldu. Aslında Altılı Masa’yla ilgili bir olaydı, ama daha çok Millet İttifâkı olayı yaşadık. Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da konuştuk bunu; ama yine de bir göz atmakta yarar var. Aynı zamanda yılı da toparlamak için iyi olur.

27 Aralık Salı akşamı Meral Akşener ve Kemal Kılıçdaroğlu buluştu. Buluşma ile ilgili çok da fazla bir şey yansımadı. Akşener daha açık bir şekilde rahatsızlıklarını dile getirdiğini belirtti, Kılıçdaroğlu daha üstü kapalı şeyler söyledi; ama her iki taraf da bir sorun olmadığını söyledi — o kadarını biliyoruz. 2022 Altılı Masa’yla geçti. 2023 de, 5 Ocak’ta 10. toplantı ile yine Altılı Masa muhabbetiyle başlayacak. Çarşamba günü konuştuk, ama kaldığımız yerden biraz daha değinecek olursak: Bu iki liderin buluşması aslında birçok sorunun çözümünü de kolaylaştırabilecek ya da sorunların daha da derinleşmesine yol açabilecek bir buluşmaydı. An îtibâriyle görüldüğü kadarıyla, pozitif ya da negatif olarak çok da fazla bir şey değişmemiş, birbirlerine meramlarını anlatmışlar gibi bir hava çıkıyor. Verdikleri bilgi kırıntılarından ve sonra yaşanan ve yaşanmayanlardan hareketle, böyle algılıyorum. Olması gereken bir buluşmaydı. Belki gecikmiş bir buluşmaydı. Bir kriz buluşması görüntüsüyle çıktı, ama kriz çözen bir buluşma görüntüsüne kavuşamadı. Ne dersin?

Kemal Can: Bir kere öyle bir durum var. Sâdece bu olayla ilgili değil, her türlü durumda aslında düşünülmesi gereken bir şey bu. Bir sorunun var olması, herhangi bir alanda bir sorun olması, kendi başına kötü bir şey değildir. Sorunlar öne koyularak çözülüp aşıldığında daha iyi bir durum ortaya çıkarılabiliyorsa, sorunun varlığı kendi başına negatif bir şey değildir. Sorun elbette baş ağrıtır, uğraştırır, ama asıl olarak soruna nasıl muamele yapıldığı önemlidir. Daha önce de konuştuk; bu “Altılı Masa ve Altılı Masa’daki ikili sorunlar” başlığında asıl sıkıntılı taraf, sorunların sanki yokmuş gibi davranarak halledilebileceğine inanılması. Yani sürekli olarak, “Bir sorun yok” cevâbıyla, sorunların kendiliğinden ortadan kalkacağına inanılıyor ve “Sorun yok” denmesi, zâten bilenler ya da hiç bilmeyenler için sürekli istismar edilebilir bir alan yaratıyor. O belirsizlik içerisinde, olandan daha büyük gösterenler oluyor ya da gerçek sorunu görmeden, yokmuş gibi davranarak ilerlemeye çalışanlara neden oluyor. İkisi de sıkıntılı.

Oysa bir sorunu çözmenin birinci adımı, önce sorunu kabul etmek. Eğer sorun olduğunu kabul etmezseniz, o zaman o sorunu hem çözemezsiniz hem sorunun kronikleşme ihtimâli çok daha artar. Altılı Masa’nın bütününde ve Altılı Masa’nın içerisinde ikili sorunların pek çoğunda bunun işâretlerini gördük. CHP’nin içerisinde İmamoğlu ya da Kılıçdaroğlu’nun adaylığı etrâfında yürütülen tartışmalar, İYİ Parti ile CHP arasında teşkîlât bazında aday başlığı altında yaşanan sıkıntılar, Altılı Masa’nın çeşitli aktörlerinin birbirleriyle ve Altılı Masa’yla ilişki problemleri…  Bunların hepsinin aslında korkulacak, Masa’yı dağıtan, muhâlefetin birlikteliğini bozan büyük krizler gibi yaşanmayıp, üstüne konuşulabilen ve halledilebilirliği olan sorunlar olarak ele alınması, bu sorunların kabul edilmesi, kabul edilip konuşulmaya başlanması bence hayırlı bir sonuç doğurur. Hep yok farz ederek daha iyi sonuç alacaklarına inanıyorlar, ama aslında çok da büyük olmayan birtakım sıkıntıları açıklıkla konuşmaları, bâzen daha az yıpratıcı olabilir.

Geçen Çarşamba günü “Adını Koyalım”da da söylediğim gibi, Kılıçdaroğlu ile Akşener’in ikili olarak bir araya gelmesi bir rahatlatma yarattı. Senin de dediğin gibi, ne konuştuklarını ve hangi konularda anlaştıklarını henüz bilmiyoruz; ama en azından konuştuklarını biliyoruz. Bu bile aslında pek çok çevrede, özellikle de muhâlefet çevrelerinde, “Acaba?” soruları açısından kısmî bir rahatlama yarattı. Bundan devam ederek biraz daha açık, olabildiğince şeffaf ve problemleri reddetmek ya da yokmuş gibi davranmak yerine, çözerek ilerlemek zorunda. Çünkü artık gerçekten takvim çok sıkışmış durumda. Muhâlefet sürekli, “Daha var, hele bir seçim açıklansın. İktidar seçim karârını versin. Biz ondan sonra gereğini yaparız” diyor ve bunu zaman kontrolü açısından avantaj gibi ifâde etmeye devam ediyor, ama artık böyle bir tablo yok. Yeni yıldan îtibâren, böyle ertelenen, “Bir sonraki toplantıda ele alacağız” diye boşluğa bırakılan problemlerle ilerlemesi, Altılı Masa’nın genel tablosunu da, muhâlefetteki kazanabilirlik motivasyonunu ve hevesini de negatif etkiler. Artık bunu yapmamaları gerektiğini düşünüyorum.

Sen de söyledin, 2022’nin siyâset gündemine Altılı Masa damgasını vurdu. Yılın ilk yarısında, kurulması, var edilmesi ve onun yaratabileceği etkilerle çok yüksek bir motivasyon üretti; bir beklenti oluştu. İkinci yarısında da, adaylık tartışmaları ve aralarındaki sorunlar meselesi çokça konuşuldu. Ama gündem kurucu olarak ve gündem başlığı olarak bütün bir yıla Altılı Masa damgasını vurdu diyebiliriz. Son düzlükte, İmamoğlu karârıyla birlikte, iktidârın doğrudan tek tek adaylar ya da tek tek oradaki partiler üzerinde baskıya devam edeceği görülüyor. Muhâlefetin buna izin vermemesinin yolu, “Yok öyle bir şey” demek veya probleme dikkat çekenleri lüzumsuzlukla ya da iktidarın değirmenine su taşımakla suçlamak yerine, bunları açıklıkla çözerek ilerleyen bir yol haritası ortaya koymaları gerekir ki, 2023’ün ilk yarısında da aslında Altılı Masa’dan daha da genişlemesi gereken muhâlefet ittifâkı, gerçekten kazanabileceği bir seçim duygusunu seçmene de geçirebilsin. Ama burada risk olarak görülen şey, yıl kapanırken, özellikle son tartışmalar penceresinde, “Altılı Masa mı Millet İttifâkı mı?” şeklinde… Herkes 2019’a referansla, bu ikili görüşmeyi, “İkisi konuşarak halledebilirler. Aslında muhâlefeti bu ikisinin domine etmesi doğru olur” yaklaşımıyla, o ikisi arasındaki problemi çözerek ilerlemenin yeterli olduğu yorumuna da yol açtı. İkisinden kastım, Kılıçdaroğlu ve Akşener, CHP ve İYİ Parti, yani Millet İttifâkı. 

Ben o kanaatte olanlardan değilim. Evet, ikilinin aralarındaki sorunları konuşup halletmesi için ikili görüşme iyi. Ama bu ikili görüşmelerin muhâlefetin bütününü biçimleyecek temel stratejinin oluşacağı bir alternatif masaya dönüştürülmesi de çok isâbetli olmaz. Buradaki, sayısal ağırlıklarla ilgili bir mesele değil. Bu, genel havayı çok pozitif etkilemeyecek bir gelişme olur.

Ruşen Çakır: Kemal, demin “Önce sorunu kabul etmek, ondan sonra çözmeye başlamak lâzım” dedin. Çok çarpıcı bir olay yaşadık. Erdoğan bir sorun olarak görmediği sorunu çözdü ve oradan prim yapmaya çalışıyor: Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) meselesi. Yıllarca bunu bir “dik duruş” simgesi olarak kullandı, biliyorsun. Geçmişte “Erken emeklilik, yanlış hesaptır. SGK böyle battı. Ülkeye mâliyeti çok fazla, izin vermem” demişti. Uzun bir süre bunun lâfını bile etmedi. Hatta EYT örgütlenmesi, bütün bu yok saymalara rağmen var oldu. Ama bir yerden sonra Erdoğan mecbur kaldı. Bunun bir sorun olduğunu söylemeden, bu sorunu çözerek buradan oy almaya, prim yapmaya çalışıyor. Bunun bir seçim ekonomisi düzenlemesi olduğu muhakkak. Seçim olmasaydı, bence bunu yapmazdı. Bu tamâmen seçime yetiştirilen bir şey. 

Ama Erdoğan’ın bunu neden yaptığından ve bunda muhâlefetin etkisinden ziyâde, beni en çok rahatsız eden husus, toplumun bâzı kesimlerinin, EYT’den yararlanan, bunun için mücâdele veren insanları suçlamaları ve onların kendilerine yük olduğunu düşünmeleri. “Onlar erken yaşta emekli oluyorlar. Onların parasını yıllarca çalışarak ben ödeyeceğim” furyası başladı, biliyorsun. Geçen gün bu konuyla ilgili yaptığım yayına tepki geldi — ki yayının sâdece bir yerinde o konudan bahsettim, esas Erdoğan’dan bahsediyordum. Ama çok sayıda insan bana, “Siz zâten naif solcularsınız, köhnemiş solcularsınız” diye tepki gösterdiler. Halbuki burada gasp edilmiş bir hakkı, mücâdele ederek geri kazanan insanlar var. “Bu seçim olmasaydı…” gibi söylemler ayrı konu. Sonuçta kendilerini hatırlatmasalardı, ısrar etmeselerdi bunu alamayacaklardı. İktidârı şu ya da bu şekilde iknâ ettiler, ama toplumun bir kesimini karşılarına almış gibi garip bir durum oluştu.

Tabiî bir de şöyle bir husus var: Özellikle otoriter sistemlerde, eleştirilerini iktidâra yapamayanların, toplumun farklı kesimlerini farklı bahânelerle suçlamaları gibi bir alışkanlık var. Meselâ bu, salgın döneminde de oldu biliyorsun. Aşı meselesinde ve başka konularda da çok oldu. EYT’liler bir şey talep etti, Erdoğan sonunda vermek zorunda kaldı. Erdoğan’a yönelik bir eleştiri yok. Nasıl olsa Erdoğan’ı eleştirdikleri varsayılıyor. Ama EYT hakkını kazanan ve bundan mutlu olan insanlara yönelik, sözüm ona liberal bir perspektiften eleştiri geliyor. Bu çok rahatsız edici bir şey.

Kemal Can: Bu, bir sürü alanda görülüyor. Bâzen liberalimsi bir perspektif, bâzen çok radikalimsi bir perspektif de kazanabiliyor. Bu, sâdece ekonomi meselelerinde değil. Sen de işâret ettin; aşı karşıtlığı, sokak hayvanları meselesi, yeşil enerji ve sürdürülebilirlik, iklim krizi sorunları, kadın ve LGBTİ meseleleriyle ilgili olarak kimlik sorunları alanında, kültürel bâzı meselelerde bunlar hep karşımıza getiriliyor. Bir yandan bâzen daha liberal, üstelik kaba liberal bir perspektiften bakılıyor. Solculara “köhnemiş” diyenlerin liberalliği, o köhnemiş dedikleri solculardan daha arkaik bir liberal öngörüye veya varsayıma dayanıyor. Zâten târihsel olarak da biraz öyle. Artı, radikalleşen şeyler de senin söylediğin gibi, asıl sorunu, asıl müsebbipleri ya da sistemi karşısına koymadan, onun içerisinden, zayıf ve tehlikesiz hedefler seçerek onlara abanmak, onlara saldırmak hedefleniyor. Bu bâzen savunmasız insanlar oluyor, bâzen çevre ya da hayvanlar oluyor ya da bilimsel yaklaşım oluyor. 

Ama bunların hepsinde, özellikle otoriter sistemler, bu tür, toplumun nispeten gazını alan şeyleri, hem müsâmaha ile karşılıyorlar hem de onları birazcık kışkırtıp teşvik de ediyorlar. Çünkü bu işlerine yarıyor. Bu, ırkçılık tartışmalarında önümüze çok gelen bir şeydir. Bu, ekonomik meselede veya ageism gibi yaş ayrımcılığı meselesi olarak, sınıfsal olmaktan çıkartılan bir iktisat tartışmasına sürükleniyor.

“EYT’liler ya da genel olarak emekliler, bizim sırtımızda yük” söylemi, hem bir yandan ciddî sıkıntı çeken gençleri provoke etmek için, hem de senin söylediğin gibi sosyal devlete hasmâne biçimde kin duyan liberal iktisat çevreleri için kışkırtıcı bir motivasyon oluyor. Ama özünde şu: “Bizim hakkımız olan bir şeyi birilerine veriyorlar. Bizim hakkımızdan yiyorlar” diyenlerin neredeyse tamâmı, aslında başkalarının haklarını yiyerek yürüyen sistemin içinde beslenen unsurlar. Bu sistemin kendisi, emekliye, zor durumda olana, yoksula kaynak aktardığı için haksızlık üreten bir sistem değil. Bu sistemin yarattığı sömürü düzeni, zâten hak etmeyenlerin başkalarının hakkından alarak refah ve zenginlik içerisinde yaşadığı bir sistem. Bunu sağlayan bir sistem. Aslında bu sistemin, bâzen küçük sigortalar üretebilecek birtakım sosyal devlet hamlelerine bile tahammül göstermeyenler, ortalıktaki bir haksızlığa îtiraz etmiyorlar. Tam tersine, beslendikleri haksızlığın bir biçimde zarar görmesinden korkuyorlar. Hakîkaten sosyal devleti ve sınıfsal perspektifte temel hakları –bu temel hakların en başında da barınma, ücretsiz sağlık hizmeti, ücretsiz eğitim hakkı geliyor– düşmanca karşılarına koyuyorlar. Bunu söylediğinizde arkaik, kaba, geçmiş yüzyıla âit şeyler söylüyor oluyorsunuz. Ama bunu söyleyenler, daha da önceki bir yüzyıla âit kaba ve vahşi bir sistemin savunusunu ve onun içerisinde kendilerinin nasıl memnun yaşamakta olduklarını tekrar ediyorlar.

Ruşen Çakır: Evet, “Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde” diyelim. Aslında bu tür, sözüm ona eleştirilerinesas nedeni, var olan sistemi yeniden üretmek ve sistemin kendisini yeniden üretme ihtimâlinin kaçmasından endîşe duyulması. Sen de onu söylemeye çalıştın. 

İmamoğlu-Süleyman Soylu meselesine gelelim. Süleyman Soylu, “Defâlarca beni aradığı Cenâb-ı Hakk’ın kayıtlarında vardır” dedi. Ekrem İmamoğlu ile Süleyman Soylu’nun telefon görüşmelerinin kayıtlarının olmaması zâten bana çok mantıklı gelmiyor; herhalde kaydetmiştir. Ama dediği gibi bir şey olsaydı, bunları ânında iktidâra yakın medyada, sosyal medyada kimseye bir şey vermesine gerek kalmadan kendi hesâbından paylaşırdı. Çok net bir şey söyledi: Partisini şikâyet etti, “Bana sâhip çıkın” demiş… Yani akıl alır gibi değil. 

Ama olay aslında çok daha farklı. Ekrem İmamoğlu’nu hakaretten görevden alma ihtimâlinin iyice az olduğu görüntüsü, bunun üzerine İçişleri Bakanlığı’nın İBB’ye terör soruşturması açması ve bunun sâdece İstanbul’da sınırlı kalmama ihtimâli… Bunlar çok ciddî suçlar. Özellikle seçim sürecinde, İstanbul başta olmak üzere, büyükşehir belediyelerini ve belki başka illeri de katmak isteyeceklerdir.  Dolayısıyla burada doğru dürüst hukukî soruşturmalar söz konusu değil — bunu biliyoruz. Tamâmen siyâsallaşmış soruşturmalar. Sebeplerden birincisi, İBB’nin imkânlarının iktidârın lehine kullanılması. Zâten geniş imkânları var, onlara ek kaynak eklenir. Ama daha önemlisi, muhâlefetin seçim döneminde bu imkânları kullanamaması. Çok kullanılan “İstanbul’a çökmek” lâfı vardır ya? Seçim döneminde İstanbul’un kaynaklarını kendileri kullanmayı tabiî ki isteyeceklerdir; ama esas önemli olan, o kaynakların muhâlefet tarafından kullanılmasının önüne geçmek. Çünkü muhâlefetin imkânları sınırlı ve belediyeler bu anlamda çok önemli. Oradan mahrum kılmak istiyorlar.

Bir diğer husus da bence artık çok net. Bâzıları tersini iddia etse de ben öyle düşünüyorum: Erdoğan, belli ki Ekrem İmamoğlu’nun aday olmasını, karşısına Ekrem İmamoğlu’nun çıkmasını istemiyor. Bu siyâsî yasak, hakaret nedeniyle açılan dâvâdan gelmese de, terör soruşturmasından dolayı böyle bir kapı aralanır mı açıkçası kestiremiyorum. Şimdiden, “Şu târihte şu olacak, bu târihte bu olacak” diye felâket tellâllığı yapanlar çok. Biliyorsun muhâlefette, “Kim daha kötü senaryo tasviri yapacak?” yarışı var. Sanki madalya alacaklarmış gibi… Ama bu ihtimalleri akılda tutmak gerekiyor. Ciddî biçimde siyâsallaşmış yargının, özel olarak İstanbul’a, ama genel olarak CHP’li tüm büyükşehir belediyelerine yönelik tehdidiyle, 2023’te gündemin bu olacağı gözüküyor.

Kemal Can: Evet, anlaşılan öyle. Söylediğin gibi, İmamoğlu’nun adaylığını, siyâsî yasak nedeniyle görevden alma ve devâmındaki hamleler îtibâriyle, “riskli adaylık” durumuna sokma niyeti çok açık. Ama bunu netîcelendirip, İmamoğlu’nu aday olarak tamâmen devreden çıkartmamanın ek faydası nedeniyle, bunu biraz sürüncemede tutmaya da çalıştıklarını düşünüyorum. Çünkü bir yandan, İmamoğlu aday yapılırsa ve siyâsî yasak hızla onaylanırsa adaysız kalma riski olacağı için, onun adaylığını zorlaştırmak, ama bir yandan da bunu kesinleştirmeyip muhâlefet içinde İmamoğlu adaylığı tazyikinin devam ettiği ve bu sâyede, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere diğer adayların da etkisinin tartışılır halde tutulmasını sağlayan bir şey yürütüyorlar. Bu, söylendiği gibi, hızlı bir biçimde bâzı yeni soruşturmalarla görevden alma ve belediyeyi bir biçimde kayyumlu bir düzene itmelerine yol açar mı? Bu hamleyi yaparlar mı? Yaparlarsa ne zaman yaparlar? Bunlar tabiî ki tartışmalı. 

“Adını Koyalım”da yine konuştuk bunu. Bunu yapmanın, tıpkı 2019’daki gibi yaratabileceği sonuçlarla, bunu yapmak sâyesinde elde edebilecekleri arasında herhalde bir tartı yapıyorlar. Zamanlamayı da bunun belirleyeceğini düşünüyorum. Burada mükemmel bir akıl ve mükemmel bir planlama olduğunu da düşünmüyorum. Birazcık sürece bakarak ilerledikleri fikrindeyim. Ama şu açık: Bu tür hamleler, sâdece bu adaylık meselesi ve İmamoğlu etrâfında değil, diğer alanlarda da olacak. Yakında HDP dâvâsı gelecek ve onunla ilgili yine Yargıtay Başsavcısı’nın talebi var. Şebnem Korur Fincancı dâvâsı var, Gezi Dâvâsı İstinaf’tan onaylanarak çıktı. Dolayısıyla biraz daha büyük bir paket gündemde. İmamoğlu’nun önünü kesme gibi taktik meseleler dışında, 2023’ün ilk çeyreğinde, muhâlefetin nefesini kesme hamlelerinin –belediyenin imkânlarından uzaklaştırmak da onlardan biri– her anlamda, muhâlefet seçmenini de, muhâlefette yer alan herkesi de, ister ittifaklar içinde olsun, ister ittifaklar dışında olsun, siyâsette olsun, sivil toplum alanında olsun, bu tür bir nefes kesme, takatsiz bırakma, moralsiz hâle getirme hamlelerinin artacağını düşünüyorum. 

Bu değişiklikleri üst üste yapmadılar. Asgarî ücreti, peşinden EYT’yi açıkladılar. Yılın ilk haftasında muhtemelen emekli ve memurlara ilişkin maaş hikâyesinden bahsedecekler. Neredeyse her haftaya Erdoğan’ın açıklayacağı ve bütün iktidar medyasının, “Halkı rahatlatan müjde” diye sunacağı birtakım hamleler gelecek. Bu ikisini birlikte izleyeceğimiz birkaç aylık bir sürece giriyoruz diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Havuç ve sopa diyorsun. Ben bu sabah Silivri’de açık görüşteydim. Oranın da adı değişmiş. Artık Silivri Cezâevi denmiyor, Marmara Cezâevi olmuş. Tabelalarda öyle yazıyor. Hakan Altınay’ı görmeye gittim, ama aynı zamanda Tayfun Kahraman ve Can Atalay’ı da gördüm. Onlar İstinaf Mahkemesi’nin karârını beklediler biliyorsun. Az buçuk da umutluydular. Yeni yıla âileleriyle birlikte girmeyi; en azından ev hapsi, şartlı tahliye gibi bir şey beklediler. Ama İstinaf, hiçbir şey bırakmadan üzerinden bu yükü attı. Yani her şeyi onadı, tutukluluğun da devâmına karar verdi. Çiğdem Mater, “İstinaf Mahkemesi kucağındaki ateş topunu Yargıtay’a attı” demiş. Tabiî onları da eklemek lâzım. Erkek cezâevinde 3 kişi var, kadın cezâevinde de 3 kişi var. Çok hazin… Yani ortada suç yok, bir şey yok ve bekledikleri tek şey de, Türkiye’de siyâsetin geleceği. Yani seçime endekslenmiş. Hep öyleydi de, arada “Acaba İstinaf’tan değişik bir şey çıkabilir mi?” diye bir soru işâreti vardı. Çünkü böyle bir şey olursa tabiî ki siyâsî bir karar olacak. Yani İstinaf Mahkemesi’nin kendisinin kalkıp, “Bunların tahliye olması lâzım” diyebileceği bir ülke olmaktan çıkalı çok oldu, mâlûm. Siyâsetçilerin, ülkeyi yönetenlerin, “Artık bunları bıraksak da olur” deme ihtimâli… Ama olmadı. Gerçekten çok acımasızlar. Bütün gün, Tayfun’un da, Can’ın da, Hakan’ın da âilelerinin bütün konuşmaları bunun üzerine döndü. Tam da eski yılın son buluşmasıydı. Normalde kapalı görüştü, ama açık görüş yapıldı. Haftaya tekrar açık görüş olacak. Ama çok hazin… Hakan’ın ve Tayfun’un çocukları var. Zâten onlarla sembolleşti. Biliyorsun, Kemal Kılıçdaroğlu da Tayfun Kahraman’ın kızı Vera üzerinden mesaj paylaştı. Hukukun bu kadar devre dışı olduğu, siyâsetin bu kadar her şeye hâkim kılındığı acayip bir durum… 

Diğer yandan da şu var: Sen demin söyledin, bütün bunlar paket olarak tutuluyor. Bu 6 kişiyi ya da Gezi Dâvâsı’ndan insanları, Osman Kavala’yı içerde tuttuğu zaman, seçimi kazanma ihtimâline daha mı yaklaşıyor? Nasıl oluyor? Burada nasıl bir siyâsî hesap yapıyor? Tabiî ki aklımıza yıldırma politikası gibi şeyler geliyor, ama bu artık insanların sürekli akıllarında olan bir konu da değil Kemal. Öyle değil mi? Sürekli insanların akıllarına bu geliyor ve bir adım atacaksa atmaktan vazgeçiyor gibi değil. Büyük ölçüde de gündemin geri sıralarında bir yerlerde duruyor. Genel kamuoyuna, muhâlif kamuoyuna yönelik caydırıcı bir rolü de yok. Sonuçta acı bir faturayı, bu insanlara ve onların âilelerine, sevenlerine ödetiyorlar. Tabiî işin tuhaf tarafı, onlar âilelerden daha moralliydi ya da öyle gözüküyorlardı. Normalde içeridekine moral verilir; onlar, kendilerini ziyârete gelen âilelere, benim gibi arkadaşlarına, “Takmayın kafaya” dediler. Hattâ Tayfun bana “Nasılsın?” diye sorduğunda, ben “İyiyim” diyemedim. “İyisin iyisin” diye beni teskin etmeye çalıştı. Bir de hemen öncesinde de, Şebnem Hoca’nın yine tahliyesini bekledik. Ankara’ya gitmemiş olması ve Bakırköy’e nakledilmiş olması, “Acaba bırakılacak mı?” beklentisi yarattı; ama o dâvâda da hiçbir şey değişmedi. Onun da tutukluluğunun devâmına ve Ocak ayı başında tekrar dâvânın görülmesine karar verildi. Şebnem Hoca da kamuoyuna gözdağı verilmek için rehin alınmış bir kişi olarak duruyor.

Kemal Can: Sen “Bunu niye yapıyor? Ne işe yarıyor, kimi caydırıyor?” sorularını sordun ya? Bu yapılanların, zâten bu konuda bir şey söyleyecek, bir şey yapmaya kararlı insanları durdurmaya yaramadığını; insanların yine doğru bildiklerini söylemeye devam ettiklerini, bunun için gerekirse bedel ödemeye hazır olarak mücâdele ettiklerini ve senelerce direndiklerini görüyoruz. Ama bu tür yönetim modelleri, zâten kendi karşısında kararlı biçimde direnç gösteren cesur ve kararlı insanları yıldırmak için değil, bu tür gayet haklı îtirazların, sıradan insanların veya bu konuda inanç ve cesâret sahibi olmayanların bile dâhil olacağı bir genelliğe ulaşmasını engellemeyi istiyorlar ve bunu kısmen başardıklarına inanıyorlar. 

Çünkü şöyle düşünülüyor: Bu dâvâların bu kadar fütursuz ve hukuktan uzak, bu kadar mesnetsiz, bu kadar saçma iddia ve isnatlarla kuruluyor olması da bence pek rastlantı değil. Öyle bir duyguyu yaratılıyor ki… Zâten bunu herkes artık biliyor ve bizler de söylüyoruz: Bu dâvâlar siyâsî. Siyâsî olduğu için şöyle ya da böyle davranmak, şöyle ya da böyle hukukî çerçeveye uyuyor olup olmamak hiçbir anlamı ifâde etmiyor — İmamoğlu dâvâsında da gördüğümüz gibi. Dolayısıyla bu, şöyle bir duyguyu yaratıyor: Herkese her şey yapılabilir. Burada bu tür yönetimlerin, bu havayı yaratmaktan umdukları bir şey var, bir de bunu yapabiliyor olmak ve yapabilmiş olmaktan dolayı bir bedelle karşı karşıya kalmamak var. Yani yaptığının yanına kâr kalması meselesi… 

Gezi Dâvâsı, genel olarak pek çok dâvâda gördüğümüz ve hep söylediğimiz, yargının iktidar elinde bir sopaya dönüşmesi işinin sembol dâvâsı. En saçma sapan iddiaların delil kabul edilmesi, mahkeme heyetlerinin değiştirilerek istenen karar çıkana kadar yeniden yargılama yapılması, hiç kimsenin iknâ olmadığı mahkûmiyet kararları ve bir tür özel eziyete dönüşmüş bir uygulama… Bu, aslında neredeyse bir sahne gibi kurulmuş ve herkese seyrettirilen bir zulüm gösterisi. Bu açıklıkta cereyan ediyor. Eskiden birtakım cezâlandırmalar insanların gözü önünde yapılırdı. Hattâ yakın zamana kadar pek çok ülkede, devlet otoritesini ya da iktidârın gücünü göstermek için cezâlandırmalar yapılırdı. Meselâ İran’da hâlâ öyle yapılıyor. Herkesin gözü önünde bir tür gösteriye dönüştürülerek, gösteri gibi insanlara sunularak yapılıyor. Burada da yaratılmak istenen, o insanlara yapılan değil, bu gösteriyi yapma kudretini elinde tutanların gösterisi. Gezi Dâvâsı ve diğer bütün siyâsî dâvâlar, bu iktidârın kendi gücünü sahnelediği kötü oyunlar. Ama daha kötüsü, bunu seyretmeye devam etmek zorunda kalmak.

Bunu sâdece içerideki bir mesele olarak söylemiyorum. Hatırlayalım: Gezi dâvâsı ve Kavala’nın tutukluluğu ile ilgili, Avrupa, Türkiye’nin konsey üyeliğini bile askıya alacağı bir süreç başlatmıştı. Şimdi ne oldu?

Ruşen Çakır: Süreç devam ediyor Kemal.

Kemal Can: Süreç devam ediyor, çünkü onlar da seçimi bekliyorlar. O yüzden bu seçim daha önemli. O yüzden, içeride ve dışarıda, bunu bekleyen, bekleyip harekete geçmeyen, bekleyip, olacağa göre pozisyon almayı erteleyen suç ortağı ya da suç seyircisi var. Herkesin paylaştığı kötü bir gösteri ve senelerdir bunu seyretmeye devam ediyoruz.

Ruşen Çakır: İnşallah 2023’te bu siyâsî dâvâlarda haksız yere tutulanlar özgürlüklerine kavuşur. En büyük temennim bu. Çünkü biz, dışarıda şikâyetçi olsak da bir şekilde hayâtımızı devam ettiriyoruz. Tabiî onlar da üretiyorlar, ediyorlar; hiç teslim olmuş değiller, ama özgürlüklerine bir an önce kavuşmalarını dileyelim. Zor bir yıl oldu, yorucuydu. “Haftaya Bakış”ı çok az aksattık. Sen de âilevî birtakım sorunlarla çok uğraştın. Biraz rahatlamış gibisin. 

Umarım 2023 daha sağlıklı ve daha mutlu bir yıl olur. 2022’den daha iyi olması çok kolay, çünkü 2022 çok kötü geçti. Herhalde daha iyi olur diye düşünüyorum. 2023’e seçim damgasını basacak ve biz de onu buradan tâkip edeceğiz. İzleyicilerimize mutlu yıllar dileyelim ve noktayı koyalım. 

Kemal Can: Mutlu, sağlıklı ve inşallah daha iyi, daha umutlu ve umarım sorun olarak bildiklerimizi çözmeye başladığımız bir yıl olur. 

Ruşen Çakır: Evet, izleyicilerimize teşekkürler. İyi yıllar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.