Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Acayip zamanlarda yaşamak

Dünyanın acayip olmayan bir zamanı olduğunu sanmıyorum. İnsan türünün iki ayağı üzerine dikelip dünyaya üstenci üstenci bakmaya başladığı ya da Adem’in Allah’tan varlıkların isimlerini öğrendiği zamanlardan beri dünya giderek acayipleşiyor. Hangisi olduğunu hatırlamıyorum ama seneler önce bir kitapta her kuşağın kendi zamanını her bir şeyin “en” olduğu dönem olarak tarif ettiğini okumuştum. Tecrübeye dayalı bir karşılaştırma yapamadığımız, okuduğumuz, duyduğumuz her şey sonuçta başkalarına ait olduğu için kendi yaşadığımız dönemi, sırf o şeyler bizim başımıza geldiği için, en bir “acayip” zamanlar olarak görme olasılığımız var gerçekten. Kurguya, tarihe, arkeolojiye ve tabii antropolojiye merak sarmanın aslında bu “en” yanılsamasından kurtulup rahat bir nefes alma arzusundan olduğunu sanıyorum. Hikâyeyi şöyle biraz geriye sarıp okuduğumuzda, dinlediğimizde, izlediğimizde başımıza gelenlerin hiç de acayip olmadığını görüp salabiliriz ipleri. Olaylar karşısında sükûnetini kolayca kaybeden tek bir hakiki tarihçi bile tanımıyorum. Hamaset tüccarlarını demiyorum tabii. Onlar tarihçi değiller. Din bezirgânları gibi milli coşku tacirleri de kibir alıp kibir satıyorlar tezgâhlarında…

Yazının başlığı tabii ki dünyaya Çin’den yayıldığı söylenegelen o bedduaya dayanıyor: “Acayip zamanlarda yaşayasın.” Biraz yerelleştirelim, etlendirelim, butlandıralım, hatta bağlamlandıralım şu lafı: “Dilerim Allah’tan acayip zamanlarda yaşayasın, başına gelenlerin bir örneği daha olmaya, en dalgalı denizlerin ortasına götüresin de gemini, kılavuzsuz, hatta dümensiz kalasın oralarda.”

Gördünüz mü? Mevzuyu yerelleştirip biraz kendi halimize tercüme edince acayip zamanlarda yaşamanın niye kötü bir şey olduğu kabak gibi ortaya çıktı… Daha öncekilere benzemeyen bir zamanda yaşamak, çalkantılı bir denizin orta yerinde kılavuzsuz, dümensiz kalmaya benziyor. Hazzı da, sorumluluğu da, bedeli de çok büyük. Vereceğimiz kararlar için bizden evvelkilerin bıraktıkları izleri suçlayamayız. Bir tür kâşif gibiyiz. Heyecanlı bir tarafı olduğuna şüphe yok. Fakat sorumluluğu da çok büyük. Çünkü yanlış bir şey yaparsak bizden sonrakiler bizi suçlama hakkına sahip olacaklar. Eyvah ki ne eyvah! Boynumuzda yaptığımız seçimin, verdiğimiz kararın vebali ile yaşayacağız, o veballe hatırda kalacağız ve hatta devrimizi o vebal daim kılacak hatta.

Öyle biliyoruz ama tabii ki Çin’den yayılmamış bu söz dünyaya. Herhangi bir Çin kaynağında yokmuş böyle bir bedduanın izi. Biri, bu sözün ya da bir benzerinin olup olmadığını araştırmak için 1627 yılında toplanmış Çince bir kısa hikâye koleksiyonuna bakmış. Orada bu bedduadaki ana fikre en yakın söz şöyleymiş: “Barış zamanında yaşayan bir köpek olmak, savaş zamanında yaşayan bir insan olmaktan iyidir.” Çok iyi lafmış gerçekten. Hakikatliymiş. Şu meşhur bedduaya yakın değil anlamı ama tamamlayıcı bir tarafı olduğuna şüphe yok.

Başka bir blogda, “Acayip zamanlarda yaşayasın” lanetini –nedense Çin’e atıfla– ilk söyleyenin ABD’li bir politikacı olduğunu okudum. Babası ile aynı adı taşıyan, yetmezmiş gibi gene babası gibi avukat, politikacı ve sağcı olan Frederic René Coudert JR’miş bilindiği kadarıyla bu sözü ilk alıntılayan. Her şeyi babası gibi yapmış Coudert JR, bir şey hariç. Arada eğitimine ara verip I. Dünya Savaşı’na katılmış asker olarak. Dönüşte, belki de savaşta yaşadığı onca şeyden sonra bir daha asla kılavuzsuz kalmamak için, tam olarak babasının ayak izlerine basarak ilerlemiş kendi hayat yolunda. 1939’da yaptığı bir konuşmada Britanyalı politikacı Sir Austen Chamberlain’den kendisine gelen bir mektubu alıntılamış. Chamberlain diyesiymiş ki, “Yıllar önce, Çin’de görev yapan diplomatlarımızdan birinden orada düşmana edilen bir beddua öğrenmiştim: ‘Acayip bir çağda yaşayasın.” Bu bloga göre, “acayip çağ” lafını “acayip zaman” diye değiştiren de gene ABD’li bir siyasetçiymiş. Robert F. Kennedy, 1966’da Güney Afrika’da yaptığı bir konuşmada, “Çince bir bedduada, ‘Acayip zamanlarda yaşayasın’ derlermiş. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, acayip zamanlarda yaşıyoruz. Tehlike ve belirsizlikle dolu olduğu doğru, ama aynı zamanda insan türünün yaratıcılığını en fazla gösterdiği zamanlar.”

Thomas Cole, The Vicious state, ya da the State of Destruction, The Course of Empire serisinden, 1836

Başka pek çok blog ve web sayfasında farklı yollarla bu sözün Çin kültüründen gelmediğini anlatan, ispatlayan çeşitli metinler gördüm. İşi Çince öğretmek olan biri, Dr. Ho Yong da bu lafın muhtemelen ABD’de ortaya çıktığını, kulağa daha “mistik” bir tını vermesi için Çin’e atfedildiğini söylüyor.

Diyeceğim o ki, nicedir her yılımız birbirinden acayip. Yeni yıl dileği olarak eşe dosta kaç yıldır “en kötüsü geride kalmış olsun” diye yazdığımı hatırlamıyorum artık. Her bir yıl, bir öncekinden kötü oldu üstelik. Hukuksuz mahkemelerde yargılanıp mahkûm edilen arkadaşlarımız hapishanelerde. Tutamadığımız yaslarla şişti yüreklerimiz. Hangimiz şöyle bir punduna getirse bağıra çağıra hatta dövüne dövüne ağlayacak kadar keder biriktirdi içinde. Üzerimizden silindirler geçiyor bir o yana bir buyana. Sadece hırpalanmış değil, ezilmiş, yere yapışmış gibi hissediyoruz kendimizi. Borçlanıyoruz, yoksullaşıyoruz hep birlikte. Gözlerimizin önünde memleket kayıp gidiyor elimizden. Hiçbir kuşak hazırlıklı değildi bütün bu olanlara. Güç ve para açgözlülüğünde bu denli ileri gidecek bir zümrenin varlığı kimsenin aklına bile gelmemişti. Minik kayıklarımızla önceden haritalandırılmamış bir okyanusta kopan çürük kokulu bir fırtınada küreksiz kaldık. Can havli dışında pek yakıtımız da yok artık. Kendimiz, yani toplamımız hakkında ne biliyorsak, ne hissediyorsak hepsi yanlış çıktı. Şimdi geçirdiğimiz, hatırımızda kalan bütün depremleri gölgede bırakan bu yıkımdan sonrasını düşünme zamanı.

Zira, böyle her şeyden vazgeçecek gibi olduğumuz anda yükselen sesler de var. Hayatları çalınan arkadaşlarımız içerden dayanın, umudu bırakmayın diye sesleniyorlar bir aracı buldukça. Canını dişine takıp, hakkında elbette haksız-hukuksuz takibat yapılmasına aldırmaksızın işlerini yapan gazeteciler var. Avukatlar var bırakın hukuku, kanunların çalışmadığı mahkemelerde hak savunmaktan vazgeçmeyen. Öğrenciler, hocalar var üniversitelerine sahip çıkan, olup bitenlerin kaydını tutan gün-be-gün. Her neredeyse orada işin bir ucundan tutup dayanmaya, daha da fazlasını yapabileceği olanaklar yaratmaya çalışan insanlar var. İnanamıyoruz gözlerimize, kulaklarımıza ama var olduklarına şahitlik ettiğimiz her seferinde şaşıp kalıyoruz direnme güçlerine.

Sözün kısası kalbini karartıp kenara çekilmek isteyene sığınacak pek çok mağara olduğu gibi, umutlanmak isteyene de tutunacak pek çok sebep var. Çalıştığımız yerden değil bu sınav, ezberlediğimiz hiçbir sayfada yazmıyordu bu olanlar. Aşina olduğumuz inanma ve düşünme biçimlerinin hiçbiri kılavuzluk edecek durumda değiller. Onları da elden geçiriyoruz cevap aramak için dönüp her baktığımızda.

Yani her şey çok acayip. Hiç yüzleşilmemiş, hesaplaşılmamış, hani diyorlar ya “yapısal” boşluklar koca bir hendek oluşturmuş gibi hayatlarımızın etrafında. O boşlukların hayata yol olacak şekilde doldurulması için ertelenmiş yüzleşmelerin, hiç girişilmemiş hesaplaşmaların içinden geçmemiz gerekecek. Bugünden yarına iyileşmeyecek yaralarımız. Dolayısıyla beyhude 2023’ten bir anda bizi umuda, mutluluğa, esenliğe taşımasını dilemek. Onun yerine, müsaadenizle, müşterek meselelerimizi hakkıyla ele alacak bir zihin açıklığı, bunca yıldır ertelediğimiz bütün o yüzleşmeleri layıkıyla yapacak bir cesaret ve şu fırtına bittikten sonra evde-barkta oluşan hasarı tamir edecek bir yaşama arzusu diliyorum. Hepimize…

***

Yazıya başlamadan Hafız Divanı’ndan niyet tutmuştum. İran’da dünyanın en çürük ve adaletsiz rejimlerinden birine özgürlük ve haysiyet için direnen tüm dostlarımıza selam ederek paylaşıyorum…

Müjde geldi: Gam günleri sürüp gitmeyecekmiş. Sefa zamanı baki olmadığı gibi, gam günleri de baki değilmiş.

Ben, gerçi sevgilinin nazarında bir avuç toprak kadar hor hakir oldum, ama rakip de böyle hürmetli kalmaz elbette.

Perdeci herkesi kılıçtan geçirdikçe, hiç kimse dostun hariminde oturup kalamaz.

Madem ki varlık sayfasına yazılan yazı kalmaz, bozulup gider… şu halde iyi ve kötü nakış ne şükre değer, ne şikâyete.

Ey mum, pervanenin vuslatını ganimet bil ki, bu alışveriş sabah çağına kadar sürüp gitmez!

Zengin kişi, yoksulunun gönlünü ele al. Çünkü altın mahzeniyle gümüş hazinesi ebedi kalmaz.

Bu zebercet kemere altınla yazdılar: Kerem ehlinin iyiliğinden başka her şey fani!

Hafız sevgilinin merhametinden ümit kesme… cefa nakşıyle sitem nişanesi ebedi değil ya!

(Hafız-ı Şirazi, Hafız Divanı, Çev: Abdulbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, VIII. Basım, 2020, s.130)

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.