Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: Pembe boncuklu oksitosin – Şimdi yeni ambalajında!

Yaklaşık yirmi beş yıl önce, bir roman üzerine çalışırken, rüyalarla ilgili uzun bir okuma programı yapmıştım. Rüya araştırmalarına gömüldüğüm bu dönemde karşıma tuhaf bir şey çıktı. Neredeyse mistik diyebileceğim, anlam vermekte zorlandığım bir bilgiydi bu. Özetlemeye çalışayım ama zaten internette biraz dolaşıp bununla ilgili pek çok ayrıntılı bilgiye ulaşabilirsin sanıyorum. 

Okuduğum araştırma Malezya’da bir kabile halkıyla ilgiliydi. Bu kabile üyeleri, her sabah uyanır uyanmaz meydanda toplanıyor ve bir çember hattı üzerinde oturup sırayla, gece gördükleri rüyaları anlatıyorlar. Herkes, kabile üyelerinin gördüğü rüyayı dinledikten sonra günlük işlerine dönüyor. İşin ilginç yanı, bu kabile üyelerinin virüs, bakteri ve diğer patojenlere karşı sıradışı bir bağışıklığı oluşu. Bu halkın mikroplara karşı geliştirdiği direnç ile birbirlerine rüyalarını anlatmaları arasında ne tür bir bağlantı olabilirdi? Ya da acaba hijyen alışkanlıkları, beslenme ya da genetik faktörler mi onları dirençli kılıyordu? Bilim insanları, bu halkın, komşu kabile halklarından tek farkının, söz konusu rüya anlatma töreni olduğu konusunda ısrarlıydı. Başka bir açıklama da yoktu ve bunun ne kadarının şişirme, ne kadarının ciddiye alınması gereken “bilgi” olduğuna karar veremedim ama rüya anlatma ile mikrobiyolojik direnç arasındaki tuhaf bağlantı zihnime kazınıp kaldı.

Yeni romana çalışırken, geçen hafta başka bir bilgiye denk geldim. Onu da özetleyeyim: Oksitosin, 1909 yılında Sir Henry Dale tarafından, bir kedinin doğum süreci gözlemlenirken tespit edilen bir hormondur. Oksitosinin, hipotalamusta salgılandığı bilinirdi yakın zamana kadar. Son yıllarda bu hormonun kalpte de üretildiği ortaya çıktı. Oksitosin, Yunanca, “hızlı doğum” anlamına gelir, yani bu hormon, bilinen en eski işlevinden almış adını. Bir bebeğin doğumu sırasında uterusun kasılmalarıyla salınarak doğum sürecini kolaylaştırdığı yüz yılı aşkın bir zamandır biliniyor ancak hormonun başka işlevleri olduğu da zaman içinde anlaşıldı. Çalışmalar derinleştikçe oksitosini aşk hormonu olarak tanımlama eğilimi de arttı. Çiftlerin iletişiminden, bebek-anne arası ilişkiye kadar, emzirmeye, dostluğa, kısacası sevginin gerekli olduğu her yerde oksitosin çıkmaya başladı karşımıza. Bu hormonun aynı zamanda kalpte üretildiğinin anlaşılması da aşk ile kalbi özdeşleştiren klişeyi daha anlamlı kıldı tabii. Sahiden de oksitosin eksikliğinin yol açtığı psişik sonuçlara baktığın zaman, bu aşk iksirinin eksikliğinden ortaya çıkan tablo çok düşündürücü: Psikopati, bencillik, panik bozukluk, kortizol direnci vs. Birine beklentisiz yardım eli uzatmak, oksitosin salgısını artırıyor öte yandan. Yani sadece aşk, bebek anne ilişkisi değil, çok daha geniş bir yelpazede etki gösteren bir hormon oksitosin. Bir anlamda bize güzelliğin yolunu o gösteriyor.

Dostoyevski, “Dünyayı güzellik kurtaracak” derken, aslında bu güzelliği görebilme yeteneğini kast ediyordu bana kalırsa. Dünyada hiç de azımsanmayacak kadar güzellik var ve bunlar hiçbir şeyi kurtarmaya yetmiyor. Kendileri dahil… Yaşadığımız gezegeni, ilişkileri, dengeleri koruyacak ve güçlendirecek dürtü, güzelliği çoğaltmak olduğu kadar, onu görülür kılmak, ondan zevk alacak insanların sayısının artmasını sağlamak, alınan zevki derinleştirmek falan olmalı. Zaten sanatın bir işlevi de bu değil mi? 

Son araştırmalar oksitosinin bunu yaptığını gösteriyor. Bu hormonun salgılanmasını sağlayan süreçler incelendiğinde; doğum, adanma, cinsel birleşme gibi aşka dair eylemlerin haricinde bir şey daha bulundu: Hikâye anlatmak. Şaka gibi ama hikâye anlatan ve onu dinleyen birinin oksitosin salgıladığı ortaya çıktı. 

Bu şahane aşk iksirinin aynı zamanda kortizol kullanımını düzenleyerek ya da kortizol direncini kırarak yaraları iyileştirme sürecini hızlandırdığı, bağışıklığı güçlendirdiği biliniyor. Bütün bunlar üst üste konulunca zihnimde taşlar yerine oturmaya başladı. Önceki gece gördüğü rüyayı kabile üyelerine anlatan insanların neden virüslere karşı daha dirençli hale geldiğini anlıyorum galiba. Bu tören bir oksitosin salgılanmasına neden olduğu için bağışıklığı artırıyor olmalı. Bunu anladığım anda bizim neden böyle kırılgan ve hastalıklara karşı savunmasız hale geldiğimizi de anlıyorum haliyle. Çünkü hikâyemizi anlatamıyoruz. Hikâyemiz ya içimizde çürüyor ya yarım kalıyor, rüyalarımızı anlatabileceğimiz insanların sayısı giderek azalıyor. Önceki gece gördüğüm rüyayı anlatacakken “BİST bugün kaç olmuş?” diyor birileri. Ya da aklıma, yaşadığımız bütün bu adaletten yoksun işler düşüveriyor, anlatma şevkimi kaybediyorum. Bir hikâye anlatmak, ruhundaki bir yarayı, coşkuyu, özlemi, kaygıyı paylaşmaktır. Hikâyenin paylaşılması bir duygudaşlık yaratır. Aynı şakaya gülen, aynı derde kederlenen insanlar arasında özel bir bağ oluşur. Onun için o kabile halkı mikroorganizmalara karşı şerbetliydi. Yıllar sonra yeniden düşündüğümde, onca zaman bana acayip görünen bu bilgi şimdi o kadar doğal geldi ki. Belki de şu geçen yıllar boyunca yaşadığımız kuraklığın da bunda payı vardır. 

Her şeyin değerinin en somut “getirisi”yle ölçümlendiği bu pragmatik çağda hikâyelerimiz de küçülüp küçülüp 240 karaktere sığar hale geldi ve sohbet edebileceğimiz insanların çoğunun zaman dediğimiz o sonsuz mezarlığa gömülü olduğunu hatırlayarak göğüs geçiriyoruz. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir kuşağın bu kadar gündeliğe düştüğünü zannetmiyorum. Geleceğin ve yaşanacak zamanların bir değerinin olduğu inancının giderek solup gittiği, bütün çabaların anlık, günlük işlere yöneltildiği bir tarihin en karanlık bölgesinden geçiyoruz şu aralar. Sistemlerin insanı kurgulayışında ne kadar sorun varsa, insanların kendilerini ve yol arkadaşlarını algılama biçimlerinde de o kadar sorun var. Her şey günü kurtarmaya matuf görünüyor ve yaşadığımız çağ, milyarlarca hikâyenin yarım kaldığı bir karanlık dönem olarak kayda geçecek. Tabii ortada kayıt tutan biri olursa. Bunun bile “getirisi” olmayan bir faaliyet alanı olduğuna hükmedilebilir çünkü.

Giderek mutsuzlaşan, kendi zihninin döngüsüne hapsolan, gündeliğin dışına çıkmayı beceremeyen, buna cesaret edemeyen, buna gerek duymayan insanlara dönüşüyoruz. Her şeyin bir piyasa ilişkisi içinde gerçekleştiği, bunun haricindeki hiçbir insani değerin anlam ifade etmediği sığ bir varoluşa hapsolduk. Yarım kalan hikâyelerden oluşan bir yığının ortasında can çekişiyoruz. 

Bir gün oksitosin de alınır-satılır hale gelir mi dersin? Reklam sloganına da katkıda bulunalım o vakit: “Bir damlası üç adet unutulmaz yaz aşkına bedel. Oksitosin preparatlarımız şimdi bütün eczanelerde. Tanıtım amacıyla, üç al, iki öde…”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.