Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Egemen olmayan otoriter devletin gayrımeşru çocukları – Tarikatlar ve çeteler

Tarihsel tecrübe devletler zayıfladığı zaman iki grubun yükselişe geçtiğini gösteriyor. İlki tarikatlar, ikincisi de çeteler. Tesadüf değil. Her ikisi de, bazen birbirleriyle işbirliği halinde devletten boşalan bir yeri dolduruyorlar. Devletin, yerine getiremediği dirlik ve düzen sağlama işlevini yükleniyorlar kendi yordamlarınca. Yapıp ettikleri kanuna ve ahlaka mugayyir işleri de devletin, milletin ve dinin hizmetinde oldukları palavrasıyla örtüyorlar. Kendilerinde devlet, millet ya da din adına konuşma erki görenlerin de onlara çeşitli düzeylerde “eyvallah” dedikleri ve sağladıkları dokunulmazlıklar ya da imtiyazlarla yol verdikleri görülüyor.

Bir vakıa daha var: Yıllardır bir yandan devletin ne kadar otoriterleştiğini, diğer yandan tarikatların ve çetelerin hayatın her alanında ne kadar etkin ve görünür olduklarını tartışıp duruyoruz. Bu iki, hatta üç başlığın birbirleriyle ilişkisi üzerine biraz kafa yorunca ortaya çıkan manzara açık. Demek ki, hiç değilse bizim içinde yaşadığımız bağlamda, devletin otoriterleşmesi denilen keyfiyet ile bu yapıların etkinliklerinin artması arasında yakın bir ilişki var. Bundan şu erken sonuçları çıkartabiliriz: Otoriter devlet, Türkiye gibi karmaşık ve alabildiğine çoğulcu bir toplumun dirlik ve düzen ihtiyacını karşılamaya yetmiyor olmalı ki tarikatlar ve çeteler bu kadar görünürleşiyorlar. Eğer durum bu ise devletin, toplumun dirlik ve düzen ihtiyacını karşılamak üzere otoriterleşmediği de söylenebilir rahatlıkla. Bir başka şekilde daha formüle edebiliriz aradaki ilişkiyi: Otoriterleşme, devletin toplumun dirlik ve düzen ihtiyacını karşılayamadığı hakikatini gizlemek üzere ortaya koyduğu çeşitli performansların bir toplamıdır belki de… Belkisi fazla oldu bu cümlenin.

Devlet yurttaşlarının dirlik ve düzen taleplerini yerine getiremediği gibi, bu talepleri karşılayamadığı için ortaya çıkan rahatsızlığı bastırabilmek için otoriterleşiyor, yani egemenlik tanımında bulunan şiddet tekeline daha çok başvuruyor. Fakat karşılanamayan ihtiyaçlar listesi öyle uzun ve ihtiyaçları karşılanamayan kesimler öyle kalabalık ki kendi tekelindeki şiddeti işe koşması da yetmiyor. Bunun üzerine, çeşitli çıkar gruplarını, bulundukları çevre ya da iş yaptıkları sektörlerde kendisi için rıza üretmek üzere işe koşuyor. Tarikatlar din sektöründe, çeteler de çeşitli suç sektörlerinde oluşturdukları ağlar aracılığıyla zayıf devletin kendilerine terk ettiği boşlukları dolduruyor ve onun için rıza üretiyorlar. Her iki taifenin de kendi yordamlarınca katı hiyerarşiler oluşturduklarını ve o hiyerarşileri mistik bir dille bezediklerini de eklemek lazım. Bu nedenle Türkiye’de mafyatik çetelerin genellikle “milliyetçi” çevrelerden çıktığını ya da beslendiğini görüyoruz. Dinin sağladığı mistifikasyonun yerini millet alıyor onların dillerinde.

Tarikatlar: Hukuk öncesi hukuk

Altı yaşında bir kız çocuğunun tarikat ortamında evlendirilip yıllar boyunca istismar edildiği haberinin yarattığı dehşet henüz soğumadan, 12 yaşında bir çocuğu istismar eden bir tarikat şeyhi haberini okuduk. Halvetiye Tarikatı’nın Şabaniyye kolu lideri İsmail Arslan yerel mahkemede suçlu bulundu ama aynı mahkeme hakkındaki cezayı iyi hal indirimiyle 13 yıl 9 aydan, 11 yıl 5 ay 15 güne indirdi. Adam henüz tutuklanmış değil. Dava istinafa götürülecek. Çocuğun ifadesi yaygın bir örüntüye delalet ediyor: “O zamanlar İsmail Arslan’ın mehdi olduğu söylenmişti. Birilerine söylersem çok kötü şeyler olacağını düşünüyordum. Olayı küçük ablam N.Y.’ye söyledim ama inanmadı. Annem bana inanmadı.” İfadenin devamında, büyük ablasının da aynı adam tarafından istismar edildiği anlaşılıyor. Böyle durumlarda ailelerin çocuklara inanmamalarının birkaç nedeni var. Tarikatla başları derde girdiğinde yakın çevrelerinden ve devletten destek alamayacaklarını biliyorlar. Devletten destek alamayacakları için meseleyi ilan ettiklerinde başta tarikatta, sonra da o tarikata komşu mahallede, köyde, kasabada, şehirde damgalanıp cezalandırılan kendileri olacaklar. Lafzi olarak aileyi kutsayan pek bir muhafazakâr partinin işlettiği idare her türlü mekanizmayla aileyi yapayalnız bırakacak böyle bir işe giriştiğinde. Bu, ailenin karşılaşabileceği yaptırımların en hafifi. Kimi vakalarda ise ailenin geçimi ve yaşadığı yerde tutunması o tarikatla kurduğu ilişkiye bağlı. Bu nedenle istismara uğrayan çocuğunu, doğruyu söylediğini gayet iyi bilse de kurban etmeyi seçecek aile. Bazen çaresizlikten, bazen konfor alanından vazgeçmediği için. Her iki durumda da dirlik-düzen işlerinin devlet tarafından bu tür yapılara terk edilmesinin bireyleri her türlü istismara açık kılmakla kalmadığı, aslında ve temelde aile dediğimiz kurumun otonomisini ortadan kaldırıp temel fonksiyonlarını yerine getiremez kıldığı ortada. Bu açmazda, dini eğitimin denetlenmesi söz konusu olduğunda “Bırakın aileler çocuklarını istedikleri gibi yetiştirsinler” çıkışması da havada kalıyor. Hangi aile çocuğunu Kur’an kursuna istismar edilsin diye gönderir? Nitekim, bu son vakada çocuk ablasını da alıp İsmail Arslan’la yüzleştiğinde şu cümleyi işitmiş: “Bunun bir sınav olduğunu, küçük bir şey olduğunu söyledi ama reddetmedi.” Aile çocuklarının istismar edildiği şehirden taşınmış. Kim bilir, belki de bu işten tarikatı ve devleti karşılarına almaksızın kurtulmak için terk ettiler yaşadıkları yeri.

Ne yazık ki bu tür haberlerin giderek arttığına şahit olacağız. Hele pek çoklarımızın beklediği iktidar değişimi gerçekleşir de önce çocukların ve ailelerin, sonra kolluk güçlerinin ve yargının eli rahatlarsa, dirlik ve düzeni sağlama işinin tarikatlara terkedildiği alanlarda, bir bakıma onların bu işleri üstlenmek karşılığında çocuklara, ailelere ve topluma ödettikleri bu bedelin gerçek evsafıyla yüzleşeceğiz.

Konunun dinle alakası ise çok açık. Tarikat, iradesi üzerinde din yoluyla ipotek oluşturduğu topluluk üzerindeki hükmü sayesinde devletin ve cemiyetin kendisine dokunamayacağını biliyor. Çocukların cinsel istismarı işin yalnızca bir boyutu. Büyüklerin ve küçüklerin çeşitli angaryalarla ekonomik istismarı da hesaba katılmalı (1). Din, her türlü istismarın dayandırıldığı bir hukuk/fıkıh olarak işlev görüyor ve çeşitli prosedürler üretiyor tarikatlar için. Çünkü arkalarını dine dayamadan insanlara yaptıkları ve yaptırdıkları birçok şeyi yapmaları suç olarak değerlendirilir. Din tarikatlara, cari hukuk tarafından suç olarak kategorize edilmiş kimi fiilleri çeşitli prosedürler aracılığıyla hayata geçirme imtiyazı sağlar. Tam da devlet koruması altında kurdukları bu pseudo-prosedürel ve pseudo-bürokratik işleyiş nedeniyle “sivil toplum” olarak nitelenemez tarikat ve cemaatler. Adları üstünde, tarikatlar ve cemaatler dini yapılardır. Dini bir yapının aynı zamanda sivil olması, cari hukuka değilse bile, eskiden yerleşik olan bir nevi hukuk aracılığıyla tahakküm kurma gücüne sahip olmaları nedeniyle mümkün değil. Nitekim, egemenlik sahası daralır ve kendisi zayıflarken otoriterleşen devlet de onları, kendisinin artık uygulamaktan ve uymaktan vazgeçtiği cari hukuk öncesinden, yani kendinden önceki bir zamandan, devraldıkları eski hukuk dolayısıyla işe koşuyor. Gözlerimizin önünde gerçekleşen, istesek de istemesek de şahit yazıldığımız bu alışverişin konusu ise doğrudan doğruya egemenlik. Devlet (bir yolla icraatlarını devlet bağlamında gerçekleştirme gücü elde edenlerden mürekkep topluluk), hukukun üstünlüğüne riayet etmeme ihtiyacını gidermek için, kendi egemenliğinin bir kısmını bu dini yapılara transfer ederken karşılığında onların cari hukuk öncesinden devraldıkları eski hukukun rıza üretme gücünden yararlanıyor.

Yani sanıldığı gibi tarikatların gücü yalnızca artık işlemeyen sosyal devlet mekanizmalarının yerine dini hayır hasenat işlerinin konmasından gelmiyor. Zaten birçok durumda devletin bu mekanizmaları işletmek üzere ayırdığı kaynakları dini gruplar eliyle kullandığını, yani bu konudaki sorumluluklarının yanı sıra egemenlik haklarını da cemaatlere devrettiğini görüyoruz. Siyasetçilerin tarikatları oy deposu olarak gördükleri kanaati de yanlış. Eğer öyle görüyorlarsa siyasetçiler de büyük yanlış içindeler. Zira, cemaat ve tarikatların tamamını toplasanız anketlerdeki “Diğer” kategorisi kadar bir oy potansiyelleri olduğunu, üstelik görünürleştikçe bu manadaki güçlerini daha da kaybettiklerini görürsünüz. Benim iddiam, yalnız AKP’nin değil, ondan önceki ve muhtemelen ondan sonraki iktidarların da tarikatları ve cemaatleri, modern devlet öncesinden kalan hukuka tahakküm etme güçlerine karşı koyamadıkları için karşılarına almak istemedikleri. Aynı ülkede ve toplumda, üzerinden onca zaman geçmesine rağmen kendisinden önceki hukukun gücüne karşı koyamayan bir devlet güçlü falan değildir. Tarikatların o eski hukukun temsilcileri olarak görünürleşmesi, işte bu nedenle devletin güçten düştüğünün bir işareti olarak görülmelidir (2).

Çeteler: Ateşin bir hukuk

Mafya meselesini, tarikatlar ve cemaatler kadar uzatmayacağım. Çünkü devletin sırf hukukun üstünlüğüne riayet etmemek için vazgeçtiği hangi egemenlik sahalarını mafyatik çetelere terk ettiği mevzuuna örnek teşkil eden vakalardan biri çok sıcak. Günlerdir başka hiçbir şey konuşmuyoruz. Ama oradaki örüntünün de tarikatlarınkine benzediği çok açık. Fakat bu defa, doğrudan doğruya şiddet tekelinden bahsediyoruz.

Ülkü Ocakları eski genel başkanlarından Sinan Ateş’e yönelik suikaste karışan çetenin adı hem Suriye’deki Türkmen Dağı’nda sözüm ona Türkmenler’e destek olmak için yapılan operasyonlarda hem de İstanbul’un gayet dirençli kentsel dönüşüm mahallelerinden biri olan Gülsuyu’ndaki uyuşturucu ticaretinde geçiyor. Suikaste giden süreç de bir yanıyla Mersin Limanı’ndaki kim bilir hangi işlerin paylaşımı, diğer yanıyla iktidar ortağı bir partinin mevcut liderinden sonraki geleceğiyle ilgili.

Pek çokları, Sinan Ateş suikastiyle ortaya çıkan manzaranın, yıllar önce Susurluk’ta gerçekleşen bir trafik kazasından sonra ortaya çıkandan çok daha berbat olduğunu söylüyorlar. O zaman da MHP’nin başında yaşı hayli ileri bir lider vardı ve kendisinden sonra partinin yoluna nasıl devam edeceği tartışması çoktan başlamıştı. Kazada ölen Abdullah Çatlı, devletin “hukukla bağlı” elinin uzanamadığı işler için işe koşulmuş, sonra kimilerine göre yoldan çıkmış, kimilerine göre ise baş koyduğu yolda devam etmiş biriydi. Türkmen Dağı hikâyesinin yerine “ASALA ile mücadele” diye bir mesele vardı doğuş efsanesinde. Kazada ölenlerden biri eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ’dı. Dönemin iktidar partisi olan DYP’nin bir milletvekili de, Sedat Bucak, yine aynı kazada hayatını değilse bile hafızasını kaybetti (!).

Şimdiki manzarayı daha beter yapan şeylerden biri, saldırganları İstanbul’dan Ankara’ya taşıyan çakarlı aracı iki Özel Harekatçı’nın kullandığı yolundaki iddia. İktidarın kendisi küçük, sorumluluğu sıfır, ama belli ki ağırlığı büyük ortağı durumundaki partinin bir değil birkaç vekilinin adı geçip duruyor sürekli ilgili haberlerde. İktidarın oy oranı ve siyasi sorumluluğu büyük partisi ise susuyor ya da çekinerek konuşuyor. Eğer karşımızdaki akut bir vaka olsaydı söz konusu büyük parti için çözüm kolaydı. Birkaç kişiyi açığa alır, kabineyi değiştirir, sorumluları cezalandırmak üzere harekete geçer ve iktidar ortağıyla da bozuşurdu. Çünkü normal bir ülkede ve işleyen bir devlet ortamında siyasi sorumluluk taşımak bunu gerektirir. Fakat bu adımların hiçbirini atamıyor söz konusu oyu büyük, kendi güçlü siyasi parti. Çünkü bu akut bir vaka değil. Dahası ilk ya da son vaka da değil.

İktidara geldiği andan itibaren pozisyonunu devletin egemenliğini şu ya da bu gruba, zümreye, şirkete vs parça parça okutarak koruyan bir siyasi partinin, artık kendisi de parti olmaktan çıkmış bir yapının, normal şartlar altında yapılması gereken tek bir adımı bile atamayacak halde olmasının bir sebebi var. Çünkü sırf hukukun üstünlüğünü tanıma zorunluluğundan kurtulmak için devletin egemenliğini parça parça tasfiye etti ve devletten boşalan egemenlik sahalarını kendisini destekleyeceklerini düşündüğü gruplara, zümrelere, şirketlere, tarikatlara ve ne idüğü belli olmayan, “çete” deyip geçtiğimiz yapılara devretti. Bir başka deyişle asıl olarak devletin egemenliğini özelleştirdi ve bu işlemin hepimiz adına ortaya çıkardığı maliyeti kendi seçkinlerinin çıkar hanelerine kaydetti. Müthiş bir güç konsolidasyonuna şahit olduk seneler boyunca. Tek başına bir şahıs, memur maaşlarını bir gecede yüzde 25’ten yüzde 30’a çıkaracak operasyonel güce böylece sahip oldu. Paradoksal bir şekilde bir yandan devleti tasfiye ederken, bir yandan devletin bekası adına otoriterleşti çünkü tasfiye sürecinde ortaya çıkan boşlukları doldurma biçimine yapılacak itirazları susturmasının başka yolu yoktu. Her türlü krizi bu yolda bir fırsata dönüştürdü.

Sonunda vardığımız şu yerde, Sinan Ateş cinayetinin ortaya koyduğu manzaranın söylediği tek bir şey var. AKP’nin devlet idaresinde hukukun üstünlüğünü bertaraf etmek üzere yaptığı her işbirliği, attığı her adım, cari ama aynı zamanda gayrımeşru başka bir hukuki çerçeve oluşturdu. Bu hukuk yurttaşlar olarak bizi yalnızca dolaylı olarak bağlıyor çünkü bizim taraf olduğumuz bir müzakereyle kurulmadı. Zaten içeriğini de bilmiyoruz ve çoğunluğumuz oluşan bu yeni hukukun taraflarına ancak yem olabilecek evsaftayız. Bu yeni hukuku AKP, iktidarda bir dönem daha, bir dönem daha, hadi bak son bir dönem daha kalmak için işbirliği yaptığı çevrelerle müzakere ederek kurdu. Bu nedenle, bu hukuk, en çok AKP’yi bağlıyor. Başka türlü söyleyeyim: AKP çevrelerini, iktidarın siyasi sorumluluğunu taşımalarına rağmen suskunluğa mahkûm eden şey de bizatihi kendi inşa ettikleri, bizim ancak uzak durmaya çalışabileceğimiz o hukuk.

2023: Cumhuriyet’in büyük yüzleşme yılı

Ez cümle, durduk yerde bu kadar görünürleşmedi tarikatlar ve çeteler. Hangi devlet ortamında, ne türlü bir işlevleri olduğu göz önünde bulundurulursa birbirleriyle şu ya da bu şekilde ilişkilenmelerine de pek şaşıramayız. Her iki türde yapı da, tarikatlar da çeteler de, devlet egemenliğinin, o esnada devleti yönetenler tarafından, kısmen başkalarına hem de hepimizin tarafı olduğu hukukun dışına çıkmak üzere bir imtiyaz olarak devredilmesi yoluyla, bir bakıma yine devlet bağlamında doğuruluyorlar. Yani tarikatlar da çeteler de devleti yönetenlerin, ellerindeki kimi meseleleri hukuk çerçevesinde çözme isteksizliğinden besleniyorlar. Çünkü meselelerin hukuk çerçevesinde çözülmesi yöneticiye, siyasetçiye, artık her kimse, doğrudan bir fayda ya da çıkar sağlamıyor çoğu zaman. Tabii ya, siyasetçiler, üst düzey bürokratlar memur mu ki maaşlarıyla yetinsinler, değil mi ama?!

Ve fakat bütün bu manzaradan tek başına AKP’yi sorumlu tutmanın da eksik bir hesaplaşmaya, yarım yamalak bir yüzleşmeye kapı açacağı kesin. Geriye doğru gidip baba bir ana ayrı kardeş hükmündeki tarikatların, cemaatlerin ve çetelerin ne zamandan itibaren yeniden serpilmeye başladıklarına iyice bir göz atmak lazım. Ancak bu kadar kapsamlı bir bakış, mesela 6-7 Eylül pogromundan Gülsuyu’na konuşlandırılan uyuşturucu çetelerine uzanan yolu kimin, nasıl, hangi saikle açtığını ve ayrıca bu yolun açılmasına kimlerin, neden, hangi korkularını ne tür çıkarlara dönüştürmek üzere göz yumduğunu görünür kılacak. Yine ancak bu yolla tarikatların yalnızca “komünizmle mücadele”de kullanılmak üzere uyandırılmadıklarını, devletin varlığının tek dayanağı olan hukukun ve hukukun üstünlüğünün yerine bir başka mesnet arayışına girdiği oranda canlılık kazandıklarını göreceğiz.

Böylesine geniş bir bakış açısı, özellikle Cumhuriyet’in yüzüncü yılında bize devlet, millet, vatan vs diye höykürenlerin aslında ne kastettikleriyle yüzleştirebilir. Hak-hukuk diyenlerin neden cezaevlerinde rehin tutulduklarını bir kez daha derinden anlarız. Bu defa belki, hani yüzüncü yıl sembolizmi yüzümüze bir tokat gibi çarpar da altında ezilmeyiz kederimizin. Hazır her şey bu kadar apaçık bir şekilde yerle yeksan olmuşken, bir yerinden başlayıp temeli sağlam tutarak yeniden kurarız bir şeyleri.

  1. Hangi tarikata ya da cemaate baksanız “kamu yararı”na çalışan bir vakıf etrafında örgütlendiklerini görürsünüz. Sivil toplum kuruluşlarında çalışanlar, 1990’ların sonunda “kamu yararı için çalışan kuruluş” unvanı almanın, yani yapılan bağışların vergiden düşülmesi kolaylığıyla donanıp, devlete gidebilecek verginin küçük de olsa bir kısmına doğrudan ortak olmanın ne zor olduğunu hatırlayacaktır. Bu ayrıcalığa sahip vakıfların listesine, bu listeye alınma tarihlerini dikkate alarak şöyle bir baktığınızda bağış görünümlü vergiler aracılığıyla örgütlenen egemenlik devrinin ne yöne evrildiği konusunda bir hayli fikir edinebilirsiniz.
  2. Bu argümanın esin kaynağı Nathan Hofer’in “The Popularisation of Sufism in Ayyubid and Mamluk Egypt 1173-1325”, başlıklı kitabı (Edinburgh University Press, 2015). Hofer, tasavvufun, İslam fıkhının dar sınırları dışına çıkmayı mümkün kılan bir tür kurtuluş ve oluş “yol”u şeklindeki yaygın tanımına karşı çıkıyor ve pek çok durumda sufilerin aynı zamanda kadı ya da danışman olarak hukuk yapıcı olduklarını hatırlatıyor. Dolayısıyla tasavvuf, kimi istisnalar dışında, dini geleneğin bir parçası olmaktan aldığı güçle, hukuk müzakeresinin taraflarından biri. Hem de ortaya çıktığı ilk andan beri. Tarikatları bu bakımdan üç ayrı kategoride ele alıyor Hofer. Devletin kefil olduğu tarikatlar, devlet tarafından sınırlanan tarikatlar ve benim gayet istisnai olduğunu düşündüğüm boyun eğmeyenler grubu. Hofer, bu kategori altında Fatımi Devleti’nin yıkım sürecinde ortaya çıkan ve daha sonra da şekillenen siyasi iradeyle uzlaşmayan grupları inceliyor. Bu tarikatların, önceki iki kategorideki tarikatlarla da uzlaşmadıklarını belirtmeye bilmem gerek var mı? Birçoğu da, muhtemelen daha geniş bir siyasi pazarlığa ortak ol(a)madıkları için, kurucu şeyhin ölümünden sonra ortadan kalkıyorlar. Kuruluş süreçleri de çoğunlukla başka bir şeyhten el almakla değil, keramet gösteren bir “mübarek” kişinin inisiyatifiyle başlıyor. Bu taifenin, daha çok kırsal bölgelerde yaşadığı ve şehirle, ticaretle, dolayısıyla devletle sınırlı bir teması olduğu da eklenmeli. Dolayısıyla bu tarikatları küçük din-devletçikleri olarak tanımlamak bile mümkün.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.