Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: İnternet, acı vatan

Körfez Savaşı yıllarında bilgisayar dergileri yayımlayan bir firmada çalışmıştım. Yayın koordinatörümüz, merhum Yurtsan Atakan arada bir internet diye bir hayaletten söz ederdi. Konuşma seyrince Yurtsan’ın heyecanı giderek azalır ve Yurtsan sonunda sessizce omuz silkerek susmayı yeğlerdi çünkü hepimiz aşağı yukarı aynı tepkiyi verirdik: “Yani geniş bir ağ, öyle mi?”

Bir süre sonra bu “geniş ağ” meselesinin anlaşılabilmesini kişisel mesele haline getirdi Yurtsan. “Geniş ağ” kavramının düşündüğümüzden çok daha zengin bir boyutu olduğunu anlatmaya çabaladı, düzenli yazılar yazdı bununla ilgili. O dönemde internete “enternet” diyenler vardı, özel isim muamelesi yaparak “i” harfini büyük yazanlar vardı. Yurtsan internetin özel ve geçici bir doğa olayı ya da paranormal bir acayiplik değil kalıcı bir sosyal “kavram” olduğunu anlatmaya adadı hayatının geri kalanını. Dergiyi çıkarmak için sabahladığımız bir gün, kahvaltı ederken, çizimlerle, bol örneklerle bana internetin ne olduğunu (galiba ne olmadığını, demeliyim) anlatmayı başardığında onun heyecanının nedenini anlamıştım. Meseleyi anladığım ölçüde onun heyecanı bana da geçiyordu. İnternet denilen o “geniş ağ”dan hayli farklı şeyler anlamamıza rağmen ikimizi de heyecanlandıran bir şeyler vaat ediyordu bu yeni teknoloji.

“Usta sen, doğrudan demokrasinin altyapısını tarif ediyorsun bir bakıma” demiştim. Yurtsan’ın siyaset sohbetlerine fazlaca meyli olduğu söylenemezdi. Benim internet ile demokrasi arasında, ayaküstü kurduğum bu bağ ona gülünç gelmiş olmalıydı ki başını iki yana sallayıp gülmüştü.

Üç yıl kadar sonra, bir pazar günü, Sanayi Mahallesi’ndeki ofisimizde, Atina üzerinden internete bağlandık. Tatil günümden feragat edip gittim ama o siyah beyaz ekrandaki metin tabanlı bağlantıdan fazla bir şey anladığımı iddia edemem. Yine de sonrasında Yurtsan’a bazı sorular sordum. Bu ağın ne kadar denetlenebilir olduğu ve ne kadar yaygınlık kazanabileceği gibi ayrıntıları anlamaya çalışıyordum. “Neden işin bu yönüne bu kadar takıldın?” dedi Yurtsan sonunda. Onun siyasete ilgisizliğini bildiğim için olabildiğince canını sıkmamaya özen göstererek fikrimi anlattım: Şu an dünyadaki egemen yönetim anlayışı olan parlamenter demokrasi, temsil ilkesi üzerine kurulu. Yani biz bazı adayları seçip, adına meclis dediğimiz bir “ofis”e gönderiyoruz, onlar bizim yaklaşık olarak sistemden taleplerimizin ne olduğunu biliyor, izliyor, öğreniyor ve bu doğrultuda yasalar çıkarmaya gayret ediyor. İşin en kaba özeti böyle. Yani birileri bize vekaleten iş yapıyor orada. Bu temsilcileri takip etmesi gereken “işveren” sayısı o kadar çok ki haliyle bunun yapılması teknik olarak imkânsıza yakın. Temsili demokrasi, milyonlarca insanın bir meydana doluşup, ellerini kaldırıp indirerek her kanunu oylamasının mümkün olmadığı gerçeği üzerine kurulu. “İşte internet, oyunun kuralını değiştirebilir” dedim konuşmanın sonunda.

“Nasıl olacak o?” dedi Yurtsan.

“Bahaneleri kalmayacak bir süre sonra. Yani senin anlattığın bu sistemde insanlar çevrimiçi olup doğrudan kanun teklifi verebilir, oylamalara hatta oturumlara katılabilir. Hâliyle temsili demokrasinin sonu anlamına gelir bu internet tezgâhı” dediğimde Yurtsan’ın yüzünde beliren ifadeyi kolay kolay unutamam. Kendi coşkusuna kapılmış bir çocuğu izler gibiydi.

“Yani bu işin denetlenmesi zor dedim ama belli bir alana kıstırılması, yönlendirilmesi falan hiç de zor değil” dedi.

“Tam olarak ne demek istiyorsun?” diye sordum.

“İnterneti, ticaret, eğlence, haberleşme vs. işlevine hapsedebilirler. Neden adamların siyaset yapma imtiyazlarını bu kadar kolay terk edeceklerini düşünüyorsun ki?” demişti Yurtsan son olarak. Onun siyasi öngörüsü olmadığını düşünürdüm o yıllarda. Oysa benden çok daha berrak bir bakışı varmış, bunu zamanla anladım. Geçen zaman içinde temsili demokrasinin en azından “hibrit” bir doğrudan demokrasiye evrilebileceğine; hiç olmadı bizi temsil eden vekillerle sürekli çevrimiçi olup parlamentoda süregiden her aşamaya müdahil olabileceğimize olan inancımı korumaya çalıştım. Twitter, Facebook gibi sosyal ağlar çıktığında, Yurtsan ile sessizce girdiğimiz iddiayı kazandığıma inandım ama her defasında hezimete uğradım. Genç yaşta aramızdan göçüp gitse de beni yenmeye devam etti.

Ben hâlâ günün birinde internetin doğrudan demokrasinin omurgası olabilme ihtimalini seviyorum. Hatırlarsan gazeteleri internet ortamında okuyacağımız, filmleri orada izleyeceğimiz fikri gülünç derecede uzaktı bize ama gündelik hayat hiç zorlanmadan bu geçişi başarabildi. Bir parti çıkıp, “Biz hibrit bir yönetim anlayışı geliştirdik. İşte bizim meclis sosyal ağımız. Her bölgenin seçmeni kendi vekiline kanun teklifi sunabilir ve oylamalarda eğilimini belirtebilir, kendi hashtag’ini oluşturabilir ya da etki gruplarına dahil olabilir” derse, oyunun kuralları değişebilir. Bir sabah meclis çevrimiçi olup bütün insanlık farklı bir yönetim anlayışına yönelir, demiyorum. Bir başlangıç olur bu. Cep telefonundan havale yapabilen herkes oy verip meclise gönderdiği milletvekiliyle etkileşim içinde olabilmeli. İşin tuhaf yanı ne biliyor musun? Yurtsan ile konuştuğumuz günlerde, tarif etmeye çalıştığım bu “ideal” çok daha mümkün görünüyordu. Ya ben değiştim, ya dünya ya da ikisi birden. Ama inancımı bütünüyle kaybetmek istemiyorum. Meclisteki her milisaniyenin saydam bir şekilde çevrimiçi denetime ve müdahaleye açık olacağı bir dünyada işlerin daha adilane yürüyeceğinden yana kuşkum yok. Şu anda her parti, kendi içinde “interneti etkili kullanma”nın yollarını arıyor. Bu mecrayı bir propaganda ortamı olarak gördükleri öyle açık ki! Tek yönlü, pasif bir alıcı kitlesine kendini sergileme aracı… Oysa internet bir devrim potansiyeline sahip. Günün birinde, bu potansiyel kinetik hale geçtiğinde, internet dünyayı etkili bir şekilde kullanmaya başlayabilir. Bunu da meslekten siyasetçilerin yapmayacağı açık.

Şu anda sosyal mecralardaki siyasi tavırlara bakınca artık hayal kurmaya bile hevesimin kalmadığını söyleyebilirim. Siyaset konuşmanın, siyaset yapmak olarak görüldüğü tuhaf bir coğrafyadayız. Hatta siyaset konuşma sandığımız şeyin, siyasi aktörlerin dedikodusundan öteye gitmediği bir sığlığa hapsolduk. Siyaset yapmak, etkilendiğin kararlar üzerine etki edebilme faaliyetidir. Bu anlamda kimse siyaset yapmıyor aslında. Bu coğrafyada siyaset yapanlar, aldıkları kararlardan etkilenmeyenler olduğu için onların faaliyetini siyaset görünümünde ticaret olarak düşünmek zorlama olmayacaktır. Siyaset, kararlardan etkilenenlerin eylemiyle ortaya çıkar. İnternet böyle bir dönüşümün omurgasını oluşturabilirdi. İnternet sayesinde cins cins mallar alıyoruz, dedikodu yapıyoruz, birbirimize küfrediyoruz, film izliyoruz. İtiraf etmesek de benim gibi hissedenler için internet büyük bir hayal kırıklığından ibaret. Eskiler hastane, doktor vs. için “Allah muhtaç etmesin, eksikliğini de göstermesin” derlerdi ya, internet öyle bir durumda artık. Hiçbir derde deva değil ama yokluğunu da hissettiren bir garabet olarak hayatımızın içinde. Belki de hayatımız onun içinde…

İşte bu cümleyle birlikte kaçınılmaz olarak şunu sormak zorundayız: Peki biz yönetilenler gerçekten etkilendiğimiz kararlara katılmayı ne kadar istiyoruz? “Bir zamanlar teknik sıkıntılar yüzünden size verdiğimiz temsil yetkilerinin bir kısmını geri alma zamanı geldi” diyebilecek durumda mıyız? Yoksa, kendimizi kıstırdığımız bu -moda tabirle- konfor alanından memnun muyuz?

İşyerimizi yönetsin diye birine vekalet verdik ve yazlığa taşındık. Vekalet verdiğimiz müdür hem bize kabadayılık yapıyor hem de ekmeğimize kan doğruyor. Böyle bir durumda yapacağımız ilk iş notere gidip o vekaletnameyi iptal etmek ve işin başına geçmek olmalı ama biz yazlık keyfimizden feragat edemiyoruz bir türlü. Özgür olmak zannettiğimiz kadar cazip değil galiba. Dile getirildiğinde şahane bir çağrışımlar silsilesini hareketlendiriyor ama özgürlüğün gerektirdiği sorumluluk büyük külfet. Yani son yıllarda dilimize pelesenk olan “konfor alanı” yalnızca öylesine bir terim değil, içinde bulunduğumuz ağır rehavetin ve onun yol açtığı tükenişin dile yansımış somut ifadesi bir bakıma. Toplumsal süreçleri bir an için bir yana bırakarak bireysel hayatlarımızı gözden geçirirken şunu sormak zorundayız: Ne kadar özgür olmak istiyorum? Ya da özgür olmayı ne kadar istiyorum?

Anladığım kadarıyla bu durum bir süre daha (birkaç yüzyıl?) böyle gidecek. Müdürün bir katakulliyle işyerimizi elimizden aldığını öğreneceğimiz güne kadar belki de. O noktada özgür olmayı istemenin bir anlamı olur mu, bilemem ama emin olduğum tek şey, interneti daha etkili kullanması gerekenler siyasi figürler değil, onları denetlemesi gerekenler. Etkilendiğimiz kararlara katılma hakkı edinebilmenin en etkili yolu da bu galiba.

Umarım günün birinde Yurtsan ile dile getirmediğimiz o iddiayı kazanırım. Eminim o da yaşasa böyle bir yenilgiden haz duyardı. Özgürlükçü her fikir erbabı gibi…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.