Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: Boşluğa karşı hayat… Boşluğa rağmen yaşamak

“Bomboş bir adam yarattın benden, içimden geçtin.” Özcan Alper’in Aşıklar Bayramı filminin ana karakteri Yusuf, küçücük bir çocukken kendisini terk edip giden ve şimdi ölümcül bir hasta olarak geri dönen babasına söylüyor bunu. “İçimden geçtin” sözü, gözümün önüne şu birçoğumuzun iyi bildiği heykeli getiriyor. Albert György’nin Melankoli (Mélancolie) adlı eserini. Bu heykelin evladının yasını tutan bir ebeveyni simgelediği bilgisi yaygın. Kimisi de heykelin aslında göçmenliğin, yani dünya üzerindeki yerini kaybeden insanın simgesi olduğunu söylüyor. Ama sanırım ikisi de sadece heykelin göğsünün tam ortasındaki devasa boşluğun farklı yorumları. Bir yokluk ve artık tamamlanamaz bir eksiklik hissiyatına tekabül ettiği kesin. Cenevre Gölü’nün kıyısında bir bankta oturan bir insan figürü bu. Çeşitli kaynaklar Albert György’nin bu heykeli eşini kaybetmesinin ardından yaptığını söylüyor zaten. Fakat anlaşılan çoğumuza başka bir sanatçının, Bruno Catalano’nun gezginlik, göç ve yolculukla ilgili koleksiyonundaki eserleri de (Les Voyageurs) hatırlatıyor.

Bu yazıyı yazarken, Albert György’nin eserinin bir fotoğrafına TRT 2 twitter hesabında rastladım. Albert Camus’dan bir alıntıyla paylaşılmıştı: “İnsanı haykıramayacak hale getiren şu boşluk.”

İşte böyle. “Boşluk” ağır… Aşıklar Bayramı da insanın içini oyan ağırlıkta bir film. Yine de çok sakin ve telaşsız. İzlemediyseniz telaşlanmayın, filmden çok söz etmeyeceğim. Fakat Yusuf’un repliği bugün yazmak istediğim konu için adeta bir anahtar sunuyor. Meramımı onunla açayım istedim. Aşıklar Bayramı’nın Kemal Varol’un aynı adlı eserinden uyarlandığını da hatırlatmama izin verin. Diyarbakırlı bir yazar. Erganili. O devasa boşluk duygusunu bir Diyarbakırlı’dan iyi kim anlatır ki zaten? Orada insanların içinden yokluğuyla da varlığıyla da geçen bir baba var. Geçtiği yerde devasa boşluklar yaratıyor. “Devlet Baba.” Koca cüssesine rağmen o “yarım babalardan.” Bir de tam olsaydı ne olurdu demeyeyim artık…

Sonuçta filmi izleyince, romanı henüz maalesef okuyamamış olsam da bu metaforlara gittim. Romanı bir an evvel okumak şart oldu tabii. Filmi de görece geç izledim zaten. Gerçi bir filmin erken izlenme zamanı nedir bilmiyorum. Henüz hiç izleyememiş olduğum otuz yıllık önemli filmler var. Belki de bir ömür yetmiyor. Son olarak Aşıklar Bayramı kadar iyi bir filmin görece sessiz sedasız karşılanmasına da şaşırdım doğrusu. Fakat bu bir Netflix filmi. Muhtemelen sessiz sedasız izlenmeye devam ediyordur.

Kemal Varol’un bir röportajında babanın yolculuğunun bir “hellaleşme yolculuğu” olduğunu söylemesi de bambaşka yorumlara -onun öyle bir niyeti olup olmadığından bağımsız bir biçimde- sevk ediyor tabii insanı. Şöyle demiş, “Heves Ali’nin yaptığı bir çeşit helalleşme yolculuğu aslında. Hem bir zamanlar kalbini kırdığı kadınlardan helallik almaya çalışıyor, hem de giderayak oğluyla vedalaşırken ona bir hayat hikâyesi, sonraki hayatı için küçük bir yol haritası bırakıyor bir bakıma.” Film tabii kendi başına başka bir eser. Bir Özcan Alper filminin tanıdık kodlarını bulabildiğiniz, Alper’in damgasını vurduğu bir film. Şenay Aydemir film hakkında çok iyi bir değerlendirme yazmış. Onu buraya koyup yoluma devam edeyim ben.

Bu coğrafyanın muhteşem talihsizliği göğsümüzün ortasını delerek içimizden geçmiş bunca acıyı dengeleyebilecek bir unsurun, sanatın buralarda pek fazla iltifat görmemesi. İltifat bir yana sanat ve sanatçı sık sık nefretin ve tasallutun nesnesi oluyor.

Boşluğa gelince, boşluk duygusu zaten modern insanın büyük çelişkisi. Yapılabilecek ve bir ömrün yetmediği onca işe rağmen… Boşluğun farklı veçheleri üzerine çokça yazılmış bu yüzden. Emil M. Cioran Çürümenin Kitabı’nda bunu her sabah bizi karşılayan günün doldurulamaz olmasıyla ifade etmiş: Günü dolduramamak, boş geçmek. Bunun yarattığı ürküntü… “Böylelikle, her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün karşısında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin gerçekleştirilemez oluşu içimizi ürküntüyle doldurur; ve ışık içinde nerede olduğumuzu şaşırmış bir halde, sanki dünya az önce sarsılmış ve kendi Yıldız’ını icat etmiş gibi, bir teki bile bizi zamanın dışına çıkarmaya yetecek olan gözyaşlarından kaçarız.”

Neyse işte sabah sabah kafama bunlar üşüştü. Böyle yazılar yazdığımda da düzenli olarak sitemlerini ileten bir okurum var. Umutsuz yazılarımı tek tek protesto ediyor. Fakat bence umutsuzluğun kaynakları ve biçimleri üzerine düşünmek de umuda dair bir şey. Öbür türlü umut, içi boş bir motivasyon unsuruna dönüşüyor olabilir. Bunu da buraya not edelim sonra birlikte düşünürüz.

Yakalanamayan, telafi edilemeyen ve bazen çoktan kaçırılmış olduğunu düşündüğümüz zaman… Gerçekten de öyle, içinde bulunduğumuz zaman her şeyin çok güzel olabilecekken bir türlü olamadığı, kaçırılmış bir zamanmış gibi geliyor. Geçtiğimiz günlerde katıldığım Yurttaşlık Derneği’nin bir toplantısında da hiç hesapta yokken, söz etmeyi tasarladığım konuları neredeyse tamamen bir tarafa bırakarak söze böyle başlamış oldum. Kaçırılmış zaman… Bu sadece bir hissiyat değil bence. Hakikate yakın bir şey.

Yirmi birinci yüzyıla girdiğimiz günleri hatırlıyorum. Milenyum milenyum deyip heyecanlanmalarımız daha dün gibi. Oysa 23 yıl geçmiş. Çok şey değişmiş ama çok şey de değişebilecekken hiç değişmemiş. Geride kalmış olması gereken uçurumların yine tam kıyısındayız. Milyonlarca insan yine yerini kaybetmiş. İstenmediği yerlerde yaşamak, yuvasını kendisinden nefret edilen şehirlere kurmak zorunda kalmış. Haykırmasına bile imkan tanımayan devasa bir boşluğu bedeninin ve göğsünün tam ortasında taşıyor.

Yani sadece burada bizim kaçırdığımız bir zaman değil. Bütün dünyanın kaçırdığı bir zaman. Oysa arkada büyük mücadeleler, büyük devrimler var. Muazzam dersler çıkarılabilecek iki büyük savaş var. Soykırımlar var. Kıtlıklar, büyük altüst oluşlar… Nasıl devasa bir tecrübe… Todd May’in söylediği gibi geçtiğimiz yüzyıl sadece şiddetin değil şiddetsizliğin de yüzyılı… Yurttaşlık hareketlerinin, büyük yürüyüşlerin, sivil itaatsizliklerin, şarkı devrimlerinin… Bir umut varsa yine burada var. Cioran’ın sözleriyle ifade edersek, babalarımızdan devraldığımız “bir kansızlık mirası, bir yılgınlık yedeği, bir çürüme kaynağı ve yaşam içgüdülerimizden daha güçlü bir hale gelen bir ölme enerjisi”ne rağmen… Umut yine de var. Bu çürümenin görkemli şekillerde aşılmış olduğu anları biliyoruz. İmkanlarımız var. Maalesef tarih ileri gitme anlarından ibaret olmamış hiçbir zaman. Geri gidişler de hep var. Bu “ölme enerjisi”nin ve bu çürümüş mirasın farkında olmak belki de onunla savaşmanın bir yolu olabilir.

İmkanlara gelince, her şeyin iyi olması için de her şey var. Müthiş bir ulaşım altyapısı. Hızlı trenler, yollar… Kruzlar, otomobiller. Gökyüzü uçaklarla dolu. Şu linki tıklayın mesela ve şu anda şimdi yapılmakta olan uçuşlara bakın. İnanılmaz! Sürgünlük hali ve zorunlu gitmeler olmasa, sadece gidebilmek bile müthiş bir imkan. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna gidebilmek. Vızır vızır. Bazılarımız bunun kıymetini eğer izanı varsa zaten anlayabilecek yaşta. Biz çocukken 90 kilometre ötemizdeki Maden’e gitmek bile neredeyse adamakıllı bir yolculuk sayılırdı. Kadınakıllı demek isterdim ama muhtemelen demek istediğimin tam tersi anlaşılır.

Gitmekten ve kadınlardan söz etmişken, yazmadan geçemeyeceğim. Tanıdığım muhteşem kadınlardan ikisi, geçtiğimiz hafta Patagonya’ya uçtu. Oya Baydar. Seksen yaşında ve hepimizden genç. Yazılarına ve cesaretine bayılıyorum gerçekten. İstanbul’da Demokrasi İçin Birlik’in Savaşa Karşı Hayat konferansında karşılaştığımda, Patagonya’ya gideceğini söylemişti de şaka yapıyor sanmıştım. Oysa hiç şakası yokmuş. Ben bu satırları yazarken o Patagonya’da. Kendisi gibi harika bir kadın arkadaşıyla, barış imzacısı akademisyen Hacer Ansal’la birlikte gitti. Bize dünyanın ucundaki mavi buzuldan fotoğraf gönderdiler. “Dünyanın ucundaki fener”e yürümek… Fantastik bir hikayeyi, bir düşü gerçek yapma gücünü bulmak. Çok ilham verici.

Uçmaktan ve uçakta olduğum her dakikadan nefret etmeme ve evcimenliğime rağmen, imkanım oldukça çok uzaklar da dahil olmak üzere her yere de gittim. Gidebilmek lazım. Ama yolculuğun her şeyden evvel içsel bir yönü olduğunu da unutmadan. Daha evvel de bir yerde yazmıştım. İnsanın kendisinden öteye gidebilmesi lazım. Kendi sınırlarından, “Onu yapamam, bu bana göre değil” diyerek çıkamamak çok kötü. Hiçbir fobiye ya da hiçbir takıntıya ve hatta kendimize ait hiçbir kişilik özelliğine teslim olmamak lazım. Hak etmediğimiz bir hayata saplanıp kalmamak için. Dünya kafamızdaki genellemelerden çok büyük. Çok şaşırtıcı. İnsan çok şaşırtıcı bir varlık… Kendinden uzaklaşabilmek ve aynı anda kendine inanmak lazım. Patagonya’ya ya da başka bir yere gitmek, biraz da böyle gerçekten gitmeye benziyor. Gittiğin her yere kendini de götürüyorsan aslında pek de gidemiyorsun demektir… Neyse işte yine de herkes en iyi kendisi bilir. Ben bunları en çok kendime söylüyorum.

Bazen Pandeminin sadece gidebilmenin kıymeti yeniden anlaşılsın diye başımıza geldiğini düşünüyorum. Çok çabuk unuttuk o günleri de… Mesela bir iki günlüğüne gittikleri şehirlerde günlerce mahsur kalan ve üç dört saat uzaktaki evlerine dönebilmek için kırk yere başvurup izin çıkartması gerekenler filan oldu. Neyse işte uzatmayayım. Pandemi de gösterdi ki yaşananlardan ders alma yeteneğimiz olsa dünya bambaşka bir yer olurdu. Oysa yüzyılın felaketi daha dünyamızı terk etmeden unutulmaya başladı.

“Kadınlar” her şeye rağmen tecrübeden ortak dersler çıkarabiliyor. Kadın hareketinin başarısı biraz da burada. Tecrübeye, bizzat kadınlar olarak yaşadıklarının bilgisine kıymet veriyorlar. Başka yolunun olmadığını bilmekten geliyor bu. Feminist hareketin tarihe, tarihsel kırılma anlarına ve tarihsel kişiliklere verdiği kıymet dikkatten kaçmasın. Aslında insanın başkalarının tecrübesine değil bizzat kendi tecrübesine kıymet vermesi ve ders alması kadar önemli bir şey yok. Başka türlü hiçbir şeyi değiştiremiyorsun.

Sara Ahmed

Yirmi birinci yüzyılda elindeki kısıtlı imkanlarla yapabileceği çok şey olduğunu bilen ve gerçekten yapanlar arasında kadınlar en önde geliyor. Kadınlar ne istiyor ve nasıl istiyor sorusu önemli bir soru. Fakat esas soru bu değil. Kadınlar ne yapıyor diye sormak lazım. Kadınların en iyi yaptığı şey de istemek. “Kadınlar istiyor.” Yaşamak istiyor. Bu dünyadaki yerlerini istiyor. Eşitlik istiyor. Çok eski bir talep diye düşünen olabilir… Olabilir ama değil. Sara Ahmed bunu o kadar iyi ifade ediyor ki; “Feminist bir hareket için kayda değer bir adım neyin bitmemiş olduğunun farkına varmaktır. Bu adım çok zor bir adımdır. Yavaş ve zahmetli bir adımdır. Bu adımı sırf yeniden adım atmak zorunda kalacağımızın farkına varmak için attığımızı düşünebiliriz.” Neyin bitmemiş olduğunun farkına varmak. Gerçekten o kadar önemli ki. Bitmemiş olduğunu bilmenin yılgınlığa sürükleyebileceği yerden çekip çıkarıyor insanı. Kadın hareketinin yaptığı şey bu.

İçimizdeki boşluk, yerinden edilmeler, son vermeye çalışmaya çalıştığımız şeylerin asla bitmemiş olması ve bunu bilmek ama yine ve hep devam etmek. Başka yolumuz yok. Boşluğa karşı hayat… Boşluğa rağmen yaşamak.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.