Kılıçdaroğlu’nun “beşli çete” ısrarının anlamı

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Millet İttifakı’nın pazartesi günü açıkladığı Ortak Politikalar Mutabakat Metni’ninden ciddi şekilde rahatsız olmuşa benziyor. Bugünkü grup toplantısında metne yönelik uzun cevaplar veren Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun “Bay Kemal” ifadesini benimsemesinin ardından bu kez Kılıçdaroğlu’na “Bay bay Kemal” diye seslendi. Kılıçdaroğlu ise “beşli çete” gibi konuları gündemine alarak Erdoğan ile doğrudan muhatap olmaktan kaçınıyor.

Partisinin grup konuşmasında Cüneyt Arkın’ın “Ben Kemal, geliyorum” sözünü alıntılayan Kılıçdaroğlu, muhalefetin ortak adaylığı için tek isim olarak kalmış gibi görünüyor. Peki Kılıçdaroğlu’nun “beşli çete” olarak andığı beş şirketi hedef almakta ısrar etmesi ne anlama geliyor? Rövanşizm stratejisi nasıl bir etki yaratır? Ruşen Çakır yorumladı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Bugün bereketli bir gün. Konuşacak çok şey var. Ama ben, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘‘beşli çete’’ ısrarını ele almak istiyorum. Ama diğer konulardan da kısaca bir bahsedeyim çünkü bir kısmı bununla alâkalı. Öncelikle alâkasız bir konu. İstanbul’daki birtakım başkonsoloslukların bugün kapalı olması; Almanya, Birleşik Krallık, Hollanda gibi konsolosluklar terör nedeniyle kapattılar. Çalışanlarını da çağırmadılar. Hattâ bu akşam Almanya Başkonsolosluğu’nda çok önemli bir kutlama vardı Fransız Başkonsolosu ile birlikte. Onu da iptal ettiler son ânda burada İsveç’teki Kur’an yakma olayına misilleme olarak birtakım terör saldırıları olabileceği iddiası üzerine. Bunu bir yere yazmak lâzım. Bu sâdece uyarıyla yetinmek değil; aynı zamânda konsoloslukları kapatmak başlı başına bir üst alarm durumu hâlinde. Umarım seçime doğru Türkiye bu tür büyükşehirlerde terör saldırılarına, en son Beyoğlu’nda yaşandığı gibi, mâruz kalmaz. Ama bunu bir yere not etmek lâzım.

Pazartesi günü mâlum Ankara’da Millet İttifâkı adını alan Altılı Masa’nın programı, mutâbakat metni açıklandı. Oradaydık. Bunu dün de sizlerle berâber konuştuk. Hâlâ bunun etkileri sürüyor. Bu akşam ‘‘Adını Koyalım’’da bunu konuşacağız, şimdiden söyleyeyim. Ama bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın grup konuşmasına baktığım zamân, pazartesi günkü açıklanan çalışmanın iktidârı ne kadar rahatsız ettiğini gördük. Normal şartlarda Erdoğan geçiştirebilirdi, hiç değinmeyebilirdi. Ama orada söylenen şeylere uzun uzun cevap verme ihtiyacı hissetti ve bâzı yerlerde kendi eksiklerinin olabileceğini de kabul etti hattâ. Onun için şaşırtıcı bir şey. Bunu bir yere yazmak lâzım. Sonuçta uzun süreli bir çalışmanın sonunda ortaya çıkan 200 küsur sayfalık metin iktidârı rahatsız ediyor. Çünkü o metin doğrudan seçimi kazanmaya yönelik bir metin. Daha önce yaptıkları Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ya da Anayasa değişikliği gibi çalışmalar seçim sonrasına yönelik olduğu için iktidârı çok fazla rahatsız etmiyordu. Ama bu sefer doğrudan seçime yönelik, seçim vaatleri içerdiği için Erdoğan ciddî bir şekilde rahatsız olmuş.

Ve Erdoğan, bugünkü konumuz olan Kılıçdaroğlu’ndan rahatsızlığını da tekrâr söyledi. Orada, — daha önce değindiğim bir konu, hatırlayanlar olacaktır — Kılıçdaroğlu çok akıllıca bir hamle yapmıştı. O da Erdoğan’ın ‘‘Bay Kemal’’ söyleyişini benimsemişti. Yani rakibinin, hattâ düşmanının silahıyla silahlanıp, ‘‘Evet, Bay Kemal’se Bay Kemal’’ dedi. Erdoğan bundan rahatsız olmuş, belli oluyordu rahatsız olduğu. Şimdi onu aşmak için ‘‘Bay Bay Kemal’’ diye bir şey söyledi. Bu da aslında küçümsemeye yönelik, dalga geçmeye yönelik bir şey; ama hâlâ Kemal Kılıçdaroğlu’nu kendisine çok ciddî bir şekilde dert ettiğini gösteriyor bize. Burada, birazdan buna da değineceğim, Kılıçdaroğlu da özellikle ‘‘beşli çete’’ gibi konuları hedefine alarak aslında Erdoğan’la doğrudan muhatap olmaktan kaçınıyor. Ona birazdan değineceğim. Ama Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nu doğrudan hedef almasını bir yere ayrıca bir şekilde not etmek lâzım.

Bir başka ilginç not da Erdoğan’ın Meclis Genel Kurulu’na katılmayan AK Parti milletvekillerine hakkını helâl etmemesi. Şimdi bakıyorsunuz, grup toplantısında bütün milletvekilleri yoklama yapılırcasına hepsi orada hazır bulunuyor, çok olağanüstü mazereti olanlar dışında, Erdoğan’a kendilerini gösteriyorlar. Ama esas işleri olan Meclis Genel Kurulu’na katılmaktan imtinâ ediyorlar, önemsemiyorlar. Bu aslında Erdoğan’ın ‘‘tek adam’’ yönetiminin kendisine de ettiği bir kötülüğü gösteriyor. Burada da görüyoruz. Tek adamın karşısında hazıra durup, ama Meclis’te yapmaları gereken şeylerden kaçınan, önemsemeyenler, aslında bir yerde de nasıl olsa Meclis’in çok fazla bir anlamı yok diye düşünüyorlar. Ama bir seçim var ve bu seçimi bu milletvekilleriyle de kazanmak zorunda Erdoğan ve belli ki çok şikâyetçi. Bunun da önemli bir husus olduğunu söyleyeyim.

Son olarak — hâlâ konuya gelemedim gördüğünüz gibi — Meral Akşener’in bugünkü grup konuşmasında, — tabii ki girişinde Sinan Ateş suikastına uzun uzun değinmiş olması, geçen hafta da yapmıştı bu önemli bir not — kapanışta verdiği mesajlar; ‘‘Millet İttifâkı millete rağmen olmayacaktır.’’ Koltuk sevdasına karşı pozisyonlar aldı. Bunu hâlâ Kılıçdaroğlu’nun adaylığı konusunda İYİ Parti’nin direnci olarak görmek pekâlâ mümkün. Adını vermeden, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına itiraz olarak görmek mümkün. Fakat ortada çok ciddî bir sorun var; Kılıçdaroğlu’ndan başka ortada aday kalmadı. Yani ne oldu? Mansur Yavaş artık yok. Kendisinin bir şeyi de yok. Kendisiyle pazartesi günü Ankara’daki toplantıda ayaküstü sohbet ettiğimde bir şekilde iyice bunalmış olduğunu söyledi. Adının bu şekilde geçmiş olmasından rahatsız olduğunu söyledi. Kılıçdaroğlu’na açık destek verdi. Ekrem İmamoğlu da kezâ öyle. Her ne kadar bağımsız aday bile olabilir diyenler olsa da o da Kılıçdaroğlu’nun adaylığına destek veriyor. Şu hâliyle bakıldığı zamân İYİ Parti neyi önerecek? En fazla şöyle bir şey olabilir; Kemal Kılıçdaroğlu’na ‘‘Siz kazanamazsınız. Kazanabilecek birisi olsun ve belediye başkanlarından birisini yapın’’ diyecektir. 13’ünde açıklanması bekleniyordu. En azından Saadet Partisi’ndeki toplantıda adayın kim olacağının saptanması bekleniyordu. Belki açıklanması sonra olur deniyordu. Olmama ihtimâlini Meral Akşener’in bugünkü grup konuşmasının son bölümü bize hatırlattı.

Ama Kılıçdaroğlu — evet, konumuza geldik sonunda — kendi adaylığında çok ciddî bir şekilde ısrarcı. Ne yaptı en son grup toplantısında? Telefonla Cüneyt Arkın repliği: ‘‘Ben Kemal, geliyorum.’’ Yani burada bu söylediği replik, cumhurbaşkanı seçilmiş bir Kemal Kılıçdaroğlu repliği. Yoksa cumhurbaşkanı herhangi birisi olacak, kendisi CHP Genel Başkanı olarak bu telefonları açmayacak o kişilere. O kişiler kim? O kişiler, ‘‘beşli çete’’ dediği kişiler ve diğerleri. Bu arada Cüneyt Arkın’ın ‘‘Ben Kemal’’ muhabbetinin olduğu filminin videosunu da yayından önce tekrâr buldum, gördüm. Çok matrak. Onu da izlemenizi öneririm. İyi akıl etmişler Kılıçdaroğlu’nun danışmanları. Ne yapıyor burada? Şimdi Malvarlıklarının Geri Alınması Ofisi diye mutâbakatnâmede bir şey var. Bu, ülkede haksız bir şekilde elde edilmiş kazançların, kaçırılan mal varlıklarının tekrâr hazineye kazandırılması meselesi. 400 küsur milyar dolardan bahsediyor Kılıçdaroğlu ve esas olarak ‘‘beşli çete’’yi hedef gösteriyor. Ama bu Malvarlıklarının Geri Alınması Ofisi bütün partilerin ortak mutâbık kaldığı bir husus. Kılıçdaroğlu bunu daha öteye taşıyor, ‘‘beşli çete’’ diyor. “Çetemetre kuracağız” dedi, Ankara’da. Herhâlde böyle dijital bir şey olacak. Geri kazandırılan paralar orada teşhir edilecek. Bunlar ilginç öneriler, çarpıcı öneriler. Fakat ne derece fonksiyonel? Özellikle seçimi kazanmasında ne derece etkili olabilir? Bu soru önümüzde duruyor.

Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığını Türkiye’ye; ama esas olarak Altılı Masa’ya kabul ettirme sürecinde izlediği stratejinin iki ayağı vardı. Birisi; helâlleşme, birisi; hesaplaşma. Helâlleşme daha görünür bir şey mâlum. Meselâ başörtülülerle buluşmak ya da Roboski aileleriyle buluşmak gibi. Hesaplaşmada da birtakım şeyler oldu. Meselâ İngiltere’de, Londra’da bir ‘‘beşli çete’’ üyesi olduğunu söylediği kişinin evinin önünde video çekti ya da SADAT’a, tam ‘‘beşli çete’’ kapsamına girmiyor; ama o da bir hesaplaşma olayı olarak, SADAT’ın önünde yaptığı gösteri vs. bunları biliyoruz. Burada önemli olan, hesaplaşmayla helâlleşme arasında nasıl bir denge kurduğu. Ve hep söylenen husus; rövanşizm, ‘‘Aman rövanşizm olmasın, sakın böyle bir şey olmasın.’’ Olursa ne olur? Olursa, AKP’ye oy vermiş olup da şimdi kafası karışık olan kesimler tereddüt ederler ve rövanşizm korkusuyla tekrâr AKP’ye ve Erdoğan’a oy verebilirler önermesi var. Bu aslında bir yerde önemli. Bu tür bir rövanşizm meselesi önemli. Eğer insanların bu süre içerisinde, özellikle AKP iktidârında dindarların merkeze taşınmasının onlara sağladığı birtakım hak ve özgürlüklerin geri alınması gibi bir rövanşizm olursa bu gerçekten çok ciddî sorunlar yaratır. Ama onlara dokunmadan, onların merkeze taşınmasında oluşan yeni durumu değiştirmeden; ama özellikle birtakım haksız kazançların geri alınmasını talep etmek, bu anlamda bir rövanşizm bence çok da yanlış değil. Hattâ yanlış değilin ötesinde doğru bir şey olur ve hattâ bu aynı zamânda bu tür merkeze taşınmış dindarların da itiraz etmeyeceği bir şey olur. Çünkü burada ‘‘beşli çete’’ diye söylenen kişilere baktığımız zamân, bunların dinleri imanları çok da fazla önemli değil. İçlerinde zâten telefon konuşmaları yansımış kişiler de var. Nasıl bir üslüpları vs. olduğunu da az buçuk tahmin edebiliyoruz. Burada başka bir şey var. Burada tamâmen vatandaşın ürettiği artı değerlerin, onların ödediği vergilerin birilerine peşkeş çekilmesi var. Tabii peşkeş çekilirken bu o kişilerin kara kaşına kara gözüne yapılmıyor; ortak yapılan bir sermaye aktarımları, varlık aktarımları var ve bunların geri alınmasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hepsi son derece haklı. Bunu talep etmekte haklılar. Bu zor bir şey de değil. Bunun mümkün olmayacağı, nasıl yapacaklar, nasıl edecekler gibi sorular var. Bu konuda uluslararası alanda çok ciddî bir duyarlılık var. Özellikle birtakım güçlü siyâsetçilerin, dünyanın dört bir tarafında; Asya’da, Afrika’da, Avrupa’da, güçlerini kullanarak elde ettikleri haksız kazançların geri verilmesi. Meselâ diyelim ki yabancı bankalardaki, o ülkenin değil de başka, özellikle Batı’da ve bâzı küçük ülkelerde bu finans sektörünün güçlü olduğu yerlere aktarılan paraların iadesi meselesi dünyada öteden beri yapılan bir şey ve bunu eğer devletler, yeni yönetimler bunu açık bir şekilde kanıtlarlarsa bunu geri alabiliyorlar. Bu konuda uzun zamândır çok ciddî şekilde varlık gösteren bir Malî Eylem Görev Gücü var, uluslararası OECD kapsamında. Bu konuya hâkim olan kişilerle, özellikle muhâlefet partisinin ekonomi kurmayları arasından bâzılarıyla değişik zamânlarda yaptığım sohbette bunun hiç de zor bir şey olmadığını özellikle vurguladılar. Yeter ki bu kanıtlanabilsin. Yani bir şekilde o kişilerin malvarlıklarının, yurt dışına taşıdıkları şeylerin haksız bir şekilde elde edildiğini, yolsuzluk sonucu elde edildiğini devletlerin, yönetimin kanıtlayabilmesi gerekiyor.

Bir diğer husus da şu, onu özellikle vurgulamak lâzım, bu da olayın çok çarpıcı bir boyutu; bugün bu kişiler, birileri eğer Türkiye’de haksız yere paralar kazanıp, yolsuzlukla paralar elde edip bunları yurt dışına taşıyabiliyorlarsa yine gücü buradaki siyâsî otoriteden alıyorlar demektir. Zîrâ onlar bir şekilde otoritenin koruması altında kabul ediliyor yurt dışında. Ama diyelim ki Türkiye’de belli bir dönemde haksız bir şekilde paralar elde etmiş birileri, İngiltere’de, ABD’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde birtakım varlıkları olan kişiler, ülkede iktidâr değişmesi hâlinde ve değişen iktidâr onları hedef alırsa çok yalnız kalacaklar ve oradaki malvarlıklarını kendi başlarına korumaları da bayağı zor olacak. Özellikle mafyatik birtakım yapılar onların bu içine düştükleri zor durumdan istifâde etmek isteyecekler. Olayın böyle de bir boyutu var. Bu aslında olabilecek bir şey. Yani birilerinin buna, ‘‘Ya böyle söylüyorlar ama bunu nasıl yapacaklar?’’ demesi çok anlamlı değil. Eğer istenirse, kararlılık gösterilirse bu pekâlâ olabilir. Tabii yurt dışındaki malvarlıklarının taşınmasından önce ülkedeki birtakım şeylere müdâhil olunması söz konusu. Bu konu da nispeten daha kolay bir şey. Bunların hepsini hukuki anlamda, ulusal ve uluslararası hukuki anlamda yapabilmek mümkün ve büyük bir ihtimalle de bu Altılı Masa’yı oluşturan ya da Millet İttifâkı’nı oluşturan kurmaylar bu konuda belli çalışmaları daha şimdiden yapmaya başlamışlardır. Benim bildiğim kadarıyla yapıyorlar.

Peki olayın siyâsî anlamına bakacak olursak, başta değindiğim hususa dönecek olursak; Kılıçdaroğlu bunu niye yapıyor, bunu niye ısrarla vurguluyor? Bu aslında iktidârın yumuşak karnı. Bu kişiler, yani ‘‘beşli çete’’ ya da ‘‘onlu çete’’, yani haksız bir şekilde milletin varlığına, ürettiği değerlere haksız bir şekilde, sırf iktidâra yakın oldukları için konanlar. Böyle bir tablo çiziyor Kılıçdaroğlu. Bunları hedef almak aslında nispeten daha kolay ve bir diğer husus da şu; Kılıçdaroğlu Erdoğan’ı hedef alma tuzağından böylece kurtulabiliyor. Normal şartlarda Erdoğan’ı doğrudan yolsuzlukla, yolsuzluklara göz yummakla vs. suçlayıp kampanyayı böyle yürütebilirdi. Tabii ‘‘beşli çete’’ derken yine Erdoğan’a ucunu dokundurtuyor; ama doğrudan ‘‘beşli çete’’ ve benzeri şeyler söyleyerek aslında Erdoğan karşıtlığı da yapmamış oluyor. Bu aslında çok korunaklı bir şey. Eğer Erdoğan karşıtlığı üzerinden bunu yapacak olursa bu sefer işte klasik, Erdoğan’ın mağduriyet üretmesi ve kendi tabanının onun etrafında kenetlenmesi ihtimaline de yol açabiliyor. Muharrem İnce bunu daha önceki seçimlerde yapmıştı. Kılıçdaroğlu bunu yaparak hem Erdoğan’ı hedef alıyor; ama Erdoğan karşıtlığı üzerinden de propaganda yapmamış oluyor. Bu anlamıyla bunun akılcı bir politika olduğunu düşünüyorum.

Bir diğer husus da tabii Kılıçdaroğlu’nun, yıllardır CHP’yi yöneten ve son yerel seçimleri saymazsak siyâsî olarak Erdoğan karşısında çok büyük başarıları olmayan bir lider olarak, yaşını başını da almış birisi olarak kendisine Erdoğan’ı yenebilecek ve ülkeyi yönetebilecek bir lider imajı çizebilmesi lâzım. Bu konuda sorunları var. Genellikle ona söylenen, muhâlefette ona atfedilen; ‘‘Kemal Bey iyi birisi, ama yeterince güçlü değil’’ deniyor. Kendine bir güç devşirebilmesi lâzım ve bu da böyle büyük paralar, işte milyar dolarlar, bunlara karşı mücadele, karanlık odaklara karşı meydan okuma, suikast tehditleri vs. — bunları da söylemeye başladı biliyorsunuz — bütün bunlar Kılıçdaroğlu’na bir güç veriyor. Ne deniyor? İşte Kılıçdaroğlu meydan okuyor. Kime meydan okuyor? Halkın parasına çöreklenenlere meydan okuyor ve bu anlamda Kılıçdaroğlu’na bir güç atfediyor. Bu anlamıyla bakıldığı zamân da gerçekten akılcı bir politika olduğunu kabul etmek lâzım.

Fakat burada tabii bunun bir başka yönü var. Ezkaza siz Kılıçdaroğlu hakkında birtakım olumsuz şeyler söylediğinizde, onun adaylığına karşı çıktığınızda vs. Kılıçdaroğlu’nun çevresindeki kişiler de o kişileri ‘‘beşli çete’’ tarafından finanse edilen kişiler olarak niteleyebiliyorlar. O da işin çok ciddî bir negatif boyutu. Onu da özellikle vurgulamak istiyorum. Çünkü bunu yapanlar oldu. Kılıçdaroğlu kendisi doğrudan yapmadı; ama kendisine yönelik birtakım eleştirilere çok aşırı hassas olduğunu söylemek lâzım CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun. Türkiye’deki medya ortamında, zâten medyanın ezici bir çoğunluğu iktidâr tarafından denetlenirken, çok az bir kısmı konvansiyonel, geleneksel medyanın çok az bir kısmı havuz dışında ve havuz dışındaki medya büyük ölçüde sosyal medya üzerinden yürüyor ve buralarda şu ya da bu şekilde, tabii ki iyi niyetli olmayanlar da vardır; ama zâten zar zor yürüyebilen, iktidârın baskılarına rağmen var olmaya çalışan birilerinin şu ya da bu nedenle, doğru ya da yanlış yaptığı eleştirileri yaftalamaya çalışmanın da çok akıl kârı olduğunu sanmıyorum, hakkâniyetli olduğunu da hiç düşünmüyorum. Bu da işte ‘‘beşli çete’’ Kılıçdaroğlu ve çevresine bu imkânı da sağlıyor. Yani ‘‘Bize lâf ediyolar, çünkü biz beşli çeteyi hedef alıyoruz. Biz çünkü sömürü düzenini hedef alıyoruz. Bize niye lâf ediyorlar? Çünkü bu sömürü düzeninin sonlandırılacak olmasından rahatsız olan çevreler bizi itibarsızlaştırmak istiyorlar’’ vs. gibi olayın bir boyutu var. Bunu da mutlaka belirtmek lâzım. Bunun hiç doğru bir tavır olduğunu düşünmüyorum.

Sonuç olarak çok büyük paralardan bahsediliyor. Bunları biliyoruz. İktidâr yanlıları da biliyorlar. Ama bir şekilde çok fazla ses çıkartmamaya çalışıyorlar. Bu paraların ne kadarı geri kazandırılırsa o kadar kârdır. Bunlar hakîkaten ülkede, hani ne derler, tüyü bitmemiş yetimin hakkının gasp edilmesi olayıdır. Bunları muhâlefet ne kadar dile getirirse, eğer iktidâra gelirse, geldikten sonra bunların ne kadarını tekrâr geri kazandırırsa, bunları bir çetemetreyle ilân ederse Türkiye için o kadar iyi olur. Yani doğru bir şey yakalanmış. Bu aynı zamânda Kılıçdaroğlu’na bir güç de taşıyor. Erdoğan’ı muhatap almadan Erdoğan’la mücadele etme imkânı da sağlıyor. Ama tabii tekrâr söyleyelim, başta da değindiğim Meral Akşener’in konuşmasındaki detaylar bence doğrudan Kılıçdaroğlu’na ve Kılıçdaroğlu’ nun adaylığını savunanlara da gidiyor. Hâlâ mesele çözülmüş değil. Nasıl çözecekler açıkçası bilmiyorum. Çok da merak ediyorum. Çok da fazla bir zamân kalmadı. Ama hâlâ olay noktalanmış değil. Kılıçdaroğlu’ndan başka ortada aday yok. Ama Kılıçdaroğlu’nun adaylığı da Millet İttifâkı tarafından onaylanmış değil. Sonra yarın öbür gün bir şekilde Kılıçdaroğlu’nun adaylığı yerine başka bir isim Millet İttifâkı tarafından ortaya atılacak olursa, benimsenecek olursa şimdiden hazır olun. İşte ‘‘beşli çete’’ kazandı şeklinde çıkışlara. Onu da bir şekilde not edelim. Evet, bugün mutâbakat metnini akşam 20.00’de ‘‘Adını Koyalım’’da Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la da tartışacağımızı belirterek, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.