İçişleri Bakanı Süleyman Soylu neleri sembolize ediyor? Soylu’nun siyasi geleceğinin Türkiye’nin siyasi geleceği ile ilişkisi ne?
Ruşen Çakır, geçen hafta İstanbul’daki bazı başkonsoloslukların kapatılması üzerine yaptığı açıklamalardan hareketle Soylu’nun siyasi geleceğini değerlendiriyor.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. Türkiye nihâyet soğuk havaya kavuştu. İstanbul’da da kar yağıyor, şu anda dışarıda kar yağıyor ve ben bugün, pazar günü saat 16.00’da size karlı bir İstanbul’da Süleyman Soylu anlatacağım. Gerçekten gerçeküstü bir olay gibi; çünkü Süleyman Soylu’nun artık çok fazla ilgi çeken bir siyâsî figür olduğu kanısında değilim. Ama benim ilgimi çekiyor; çünkü bana göre Süleyman Soylu, yaptıkları, ettikleri, söyledikleri ve söylemedikleriyle birçok şeyin sembolü durumunda. Dolayısıyla onun siyâsî geleceğini tartışırken aslında Türkiye’nin siyâsî geleceğini tartışmak istiyorum, öyle bir husus var. Onu özellikle vurgulamak istiyorum. Bugün, bu yayından bir süre sonra Süleyman Soylu’nun memleketi olan Trabzon’un takımıyla maçımız var. Ona gideceğim. Onu da bir şekilde denk getirdim diyelim.
Bu yayını aslında Soylu’nun geçen hafta yaptığı açıklamalarda düşündüm. Batılı başkonsolosluklar peş peşe kapanmaya başladı ve Süleyman Soylu terör tehdidi nedeniyle, “Terör saldırıları olacağı gerekçesiyle kapattılar” dedi. Hattâ yabancı okullar da kapandı ve Soylu çok kızdı. Bunu bir psikolojik harp operasyonu olarak tanımladı ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ni suçladı. Halbuki kapananlar daha çok Avrupa ülkeleri ve Kanada; ama o ABD’yi suçladı. Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçisi’ne: “Pis ellerini Türkiye’den çek!” dedi. Okuyayım birazcık, çok çarpıcı lâflar: “Amerika ve Batı bizim bu coğrafyada bağımsız ve özgür olmamızı istememektedir. 60 milyon turist hedefi koyduğumuz günde, Türkiye’de yeni bir psikolojik harp başlatmanın eşiğinde olmuşlardır. Türkiye’ye hukuk operasyonu yapmak isteyen büyükelçiler şimdi Türkiye’ye bir terör operasyonu gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Farklı bir üst düzey istihbârat elemanı Türkiye’de birkaç kişiye elemanlık teklif etmiş. O istihbârat elemanının kim olduğunu Türkiye Cumhuriyeti biliyor.” vs.. Ve daha sonra da –bu ilk gün yaptığı açıklamaydı–, ertesi gün de doğrudan Amerikan Büyükelçisi’ni hedef alarak: “Pis ellerini üzerimizden çek. Kimlerle konuştuğunu biliyoruz” diye söyledi. 15 Temmuz’un arkasında da Amerika Birleşik Devletleri’nin olduğunu tekrar tekrar söyledi. Peki ne oldu? Hiçbir şey olmadı. Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı’ndan bir sözcü, Amerika’nın Sesi’nin sorusu üzerine yazılı bir açıklama yapıp bunların doğru olmadığını söyledi, o kadar.
Daha önce bu terör ihbarı üzerine şunu demişti: “Kasım 2022’de İstanbul Beyoğlu’nda olan saldırıyı biliyordunuz. Onu niye söylemediniz? Onu siz yaptırdınız” demişti. Nitekim Kasım’daki dediğine baktığımız zaman da, hatırlayın: Süleyman Soylu daha olay olur olmaz hemen ABD’yi hedef alıp, “Siz yaptınız, biliyoruz. Bize verilen mesajı aldık. Çok güçlü cevap vereceğiz” dedi. O günden bugüne bayağı bir zaman geçti. Ortada herhangi bir cevap olduğunu sanmıyorum. Olsa da güçlü değil; çünkü bilmiyoruz, görmüyoruz. Bunların da çok ciddî bir etki yaratacağını söylemek mümkün değil.
Peki, bütün bunlar bize neyi gösteriyor? Süleyman Soylu’yu gösteriyor. Süleyman Soylu’nun, Türkiye’de güvenlik meselesini her şeyin önüne koyan siyâsî perspektifin en önde gelen sözcülerinden olduğunu gösteriyor. Bu anlamda Süleyman Soylu AKP’den ziyâde MHP ile aynı dalga boyunda oluyor – ki zâten uzun zamandır Soylu’nun gücünü esas olarak MHP’den ve Devlet Bahçeli’den aldığı iddia ediliyor. Ben Süleyman Soylu’yu niye önemsiyorum? Şundan önemsiyorum: Süleyman Soylu, devletlerin önünde olan, ülke yöneticilerinin önünde olan güvenlik ve özgürlük dengesinde terâzinin ağır basan kefesinin güvenlik olmasını savunan kesimin, bunu en çıplak dille ifâde eden kişisi. Yani ona bakarak Türkiye’de güvenlikçi politikaların neler yaptığını, neler yapabileceğini görebiliriz. Fakat şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Daha önce de, özellikle Nisan 2020’de istifâ ettiği dönemde çok tartışılmıştı Süleyman Soylu. O târihte önü çok açıktı. Erdoğan sonrasında AKP’nin başına geçeceği söyleniyordu. Müstakbel cumhurbaşkanı olacağını düşünenler vardı. Fakat o târihten îtibâren bana göre Süleyman Soylu kendi istikbâlini, siyâsî geleceğini kendi eliyle yok etmeye başladı ve şu hâliyle bakıldığı zaman, tam anlamıyla yok etmiş durumda.
Şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Benim tanıdığım Süleyman Soylu, yıllar önce tanıdığım, daha ilk Doğru Yol Partisi’nin başına geçmeden önce bir arayış içerisindeyken tanıdığım Süleyman Soylu, daha merkez sağda, güvenlik ve özgürlük dengesini daha çok özgürlük lehine yapan, tam bir Demirel çizgisini günümüze taşımaya çalışan, aktarmaya çalışan bir profil sergiliyordu ve bunun belli bir anlamı vardı. Fakat o târihte Adalet ve Kalkınma Partisi ve Recep Tayyip Erdoğan o alanı büyük ölçüde tutmuştu. O alanı tutmuş olduğu için Soylu çok fazla direnemedi ve AKP’ye kendini monte etti. Aynı târihlerde, biliyorsunuz Numan Kurtulmuş da kendi partisini kapatıp AKP’ye katıldı. İkisini birden Erdoğan entegre etti AKP’ye ve bu arada tabiî onları alırken, başından îtibâren AKP’de olan, meselâ AKP’nin kuruluşu sırasında Saadet Partisi’ndeki Numan Kurtulmuş’la çok ciddî mücâdele içerisine girmiş olan arkadaşlarını da tasfiye etti, böyle ilginç bir olay oldu. Yani birilerini attı, bunları aldı ve Süleyman Soylu da bükemediği bileği, yani merkez sağın liderliğini yakalayamadığı için, Erdoğan’a kaptırmış olduğu için, o eli öpmeyi tercih etti. Bu anlaşılır bir şeydi.
Fakat belli bir yerden sonra, özellikle Haziran 2015 seçimlerinin ardından Erdoğan özgürlük yerine güvenliği daha öne çıkartınca, daha sonra Fetullahçılar’la yaşananlar da mâlûm: Darbe girişimi vs. ile tam anlamıyla bir beka söylemi temel alınınca, Süleyman Soylu da kendini orada hizâlandırdı ve onun öne çıktığını görerek orada pozisyon aldı ve burada çok ciddî bir stratejik yanlış yaptığı kanısındayım. O da bu çizginin kalıcı olacağı düşüncesine kapıldı. Halbuki bu geçici ve bunun geçici olduğunu yavaş yavaş görüyoruz. Nerede gördük ilk olarak? Yerel seçimlerde gördük: Beka söyleminin seçim kazandıramadığını gördü Erdoğan ve ne yaptı? Özellikle tekrarlanan İstanbul seçiminde daha hizmet ağırlıklı bir propaganda yapmaya çalıştı, ama artık çok geçti. Şimdiki seçimler öncesinde de Erdoğan’ın daha çok bekadan ziyâde seçim ekonomisine yatırım yaptığını ve en büyük yatırımını da muhâlefeti parçalamaya, kendi içerisinde sorunlar yaşamaya sevk etmeye harcadığını görüyoruz. Eski güvenlikçi politikayı tabiî ki bırakmadı, ama çok da fazla seslendirmiyor.
Dolayısıyla şu hâliyle baktığımız zaman, Süleyman Soylu tek başına kalıyor. Belki Devlet Bahçeli ile birlikte; ama Devlet Bahçeli’nin salı günleri yaptığı grup konuşmalarının çok fazla etki yarattığını söylemek mümkün değil. Süleyman Soylu aynı zamanda güvenlikle ilgili bir birimin de, önemli bir kurumun, İçişleri Bakanlığı’nın başında birisi olduğu için, bir anlamda devleti temsil ettiği için de söyledikleri daha fazla dikkat çekiyor; ama ilginç bir şekilde bu söyledikleri hiçbir sonuç üretmiyor. Normal şartlarda bu çıkışların –Amerika Birleşik Devletleri’ne doğrudan bu saldırıları yapıyor olması; 15 Temmuz’dan sorumlu tutması, Kasım 2022 saldırısından sorumlu tutması, daha sonra Türkiye’ye psikolojik harp yaptığını söylemesi vs.– ardından, bu kadar ABD ile stratejik ilişkiler içerisinde olan, en azından NATO’da birlikte hareket eden, F-16’lar başta olmak üzere hâlâ Amerika Birleşik Devletleri’nden beklentileri olan Türkiye’de bu çıkışların bir sonuç doğurması bekleniyor; ama hiçbir sonuç doğurmuyor. Yani ne Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’yi defterden siliyor; ne Türkiye ABD’yi defterden siliyor. Ama Süleyman Soylu’nun bu konuşmaları da bir şekilde ortada duruyor. Soru şu: Bunları Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde mi yapıyor, yoksa kendi başına mı yapıyor? Açıkçası hiç önemli değil. Bilgisi dâhilinde de olsa kendi başına da yapıyor olsa sonuçta yalnız kalıyor. En fazla belki de MHP’nin vs. desteğini alıyor. Ama buralardan bir şeyin yürümesi, bir siyâset üretmek mümkün değil. Özellikle son olayda düşünün: Başkonsoloslukların kapandığı süreçte bunu “psikolojik harp” olarak tanımladı Süleyman Soylu ve Allah göstermesin bir terör saldırısı olmuş olsaydı ya da önümüzdeki günlerde olursa –ki asla böyle bir şeyi temennî etmiyoruz– o zaman bambaşka bir durumda kalacaktı ve o zaman belki de, “Bunu da siz yaptınız” demek durumunda kalacaktı. Sonuçta bu güvenlikçi politikalar öyle politikalar ki, burada fren tutmuyor artık. Sonuna kadar gazı köklüyorsunuz ve o politikalar sizi bir yerden sonra esir alıyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Şimdi, geleceğe baktığımız zaman, önümüzde bir seçim var. Bu seçimi kim kazanacak? Muhâlefetin kazanma ihtimâlinin daha yüksek olduğu kanısındayım. Dolayısıyla Süleyman Soylu’nun önünde ne seçenek olacak? AKP’de ya da belki de MHP’de siyâseti sürdürüp, daha sonra bir liderlik iddiasıyla yola devam etmek. Peki, bu söylemler bunun için elverişli mi? Sanmıyorum. Diyelim ki AKP iktidardan gitti ve yerine Millet İttifâkı geldi, diyelim ki Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı oldu ve Millet İttifâkı bir şekilde ülkeyi yeniden yapılandırmaya gidiyor. Burada muhâlefetin söylemi güvenlik eksenli mi olacak, yoksa bambaşka yerlerden mi eleştirecek AKP ya da MHP? Ne yapmaları gerekiyor? Burada daha çok ekonomiyi öne çıkartan, birtakım kurumsal yeniden yapılanma süreçlerini yakından tâkip eden bir muhâlefet olması gerekiyor. Güvenlik açıkları çok geri planda kalacaktır. Yani önümüzdeki dönemde iktidârın el değiştirmesi durumunda, güvenlikçi politikaların çok fazla bir şansı olacağı kanısında değilim.
İktidar kazanırsa, Erdoğan tekrardan seçilirse ne olacak? Açıkçası Erdoğan’ın da artık o konuda ayağını biraz frene götüreceği kanısındayım. Çünkü bir 5 yıl daha kazanmış olacak. Artık onun en büyük korkusu olan iktidârını kaybetme korkusundan 5 yıllığına kurtulmuş olacak. Daha rahat bir şekilde bâzı politikaları hayâta geçirebilecek ve bu beka söylemini, Türkiye’nin sürekli tehdit altında olduğu söylemini çok da fazla sürdürmesi gerekmeyecek. Önünde kazanması gereken bir seçim, yakın zamanda kazanması gereken bir seçim olmayacak ve işleri biraz daha doğru düzgün yolunda sürdürmek isteyecek. Özellikle ekonomiyi ve bu anlamda da uluslararası sistemle, özellikle Batı’yla daha barışık olmak isteyecek. Batı karşıtlığının, özellikle Amerika karşıtlığının önünü bu kadar açık tutmayı tercih etmeyecek. Tamâmen kişisel öngörüme dayanarak şunu söyleyebilirim ki; bu tür, Soylu’da simgeleşen güvenlikçi politikaların önümüzdeki dönemde çok fazla şansı yok. Hattâ bunu daha da ileri götürüp şunu da söyleyebiliriz: Eğer Erdoğan seçimi kaybederse, MHP ile ittifâk hâlinde yürümeye çok ihtiyâcı kalmayacak. Çünkü MHP ona bâzı imkânlar sağlamakla birlikte, bâzı şeylerden de onu mahrum bırakıyor. Önümüzdeki dönemde eğer seçimi kaybederse, Erdoğan’ın tekrar AKP’nin ilk yıllarındaki gibi daha böyle temel hak ve özgürlüklere vs. vurgu yapan bir siyâsetçi olma ihtimâlinin daha güçlü olacağını ve bu anlamda MHP ile arasına bir mesâfe koyacağını tahmin ediyorum. Çünkü çok da fazla ihtiyâcı olmayacak muhâlefette kalması durumunda. İktidârı yeniden kazanması hâlinde de, bence mümkünse özellikle Meclis’te –eğer cumhurbaşkanı seçilirse zâten kimseye ihtiyâcı yok–, MHP yerine başka müttefikler bulmayı tercih edecektir. Eğer Erdoğan seçimi kazanırsa, zâten var olan Millet İttifâkı’nın ömrü de herhalde çok uzun olmayacaktır ve orada yaşanan dağılmanın ışığında Erdoğan’ın kıta sahanlığına girebilecek yeni partiler, yeni oluşumlar, yeni siyâsetçiler olabilecektir. Yani önümüzdeki seçimin çok kritik olduğunu; ama önümüzdeki seçimde kim kazanırsa kazansın güvenlikçi politikaların geri planda kalacağını ve Süleyman Soylu ve benzerlerinin bir anlamda açığa düşeceğini tahmin ediyorum.
Halbuki böyle olmayabilirdi. Daha önce de söylemişliğim vardır, tekrar söyleyeyim: Süleyman Soylu 2020 Nisan’ında istifâ ettiği zaman, yumuşak bir şekilde bir süre kendini bağımsız kılıp, daha sonra meselâ İYİ Parti’ye yanaşsaydı, şimdi bambaşka bir İYİ Parti ve bambaşka bir Süleyman Soylu ile karşılaşabilirdik. Öyle bir durumda, güvenlikçilik yerine daha özgürlükçü merkez sağ söylemleri hızlıca benimseyip, yaşı da çok ileri olmadığı için oradan çok etkili bir pozisyon alabilirdi. Orada bir tercih yaptı. Öncelikle tercihi Erdoğan yaptı biliyorsunuz; Soylu’nun istifâsını kabul etmedi, onu kalmaya iknâ etti. Soylu da kaldıktan sonra, bu şâhinliği alabildiğine artırdı ve böylece kendi siyâsî hayâtını da büyük ölçüde sonlandırmaya doğru gidiyor.
Kim ne kadar umursar bilmiyorum; ama Türkiye’de uzun süre siyâsette etkili olabilecek bir figürün bir yanlış hesâbıyla Türkiye’yi de gereksiz yerlere sürüklediğini, ama kendisinin de önünü iyice kapadığına tanık oluyoruz. Bunu bir gazeteci olarak not düşmek istedim. Söylemeden edemeyeceğim bir diğer husus da şu: Süleyman Soylu gibi siyâsî geçmişi, bugünü belli olan birisinin, bu kadar açık bir şekilde Amerikan karşıtlığı yapması da hakîkaten bir acayip. Yani herhalde kendisi de çektiği videoları izleyip kendi kendine gülüyordur. Burada olmayan bir şey var, uymayan bir şey var. Yani şimdi bunu söylediğim için ben Amerikancı, o da anti-Amerikancı mı oluyor onu bilemiyorum, ama şunu özellikle söylememe izin verin: Amerika Birleşik Devletleri gibi büyük güçler bu tür siyâsetçiler sâyesinde güçlerini daha iyi koruyorlar. Bu tür karşıtlıklar, bu tür ezbere yapılan karşıtlıklarla ABD’ye zarar verdiğini düşünüyorsa bence yanılıyor. Bu tür anti-Amerikanizmin –dünyada halkların emperyalizme karşı mücâdelesi varsa hâlâ– ona bir katkısı olduğunu filan sanmıyorum. Bunu tamâmen birtakım iç siyâsî hesaplaşmaların içerisinde bir pozisyon alma olarak görmek lâzım. Türkiye’de zâten bir anti-Amerikanizm var. Bunun üzerinden sörf yapmak istiyor olabilir; ama bu kadarını, yani meselâ “Beyoğlu bombasını ABD yaptı” demek, bunu bir İçişleri Bakanı’nın demesi hakîkaten, tekrar başta söylediğim gibi gerçeküstücü bir durum. Tabiî bu olay, bir ara çok konuştuğumuz, ne zamandır konuşmadığımız, “hakîkat sonrası toplum/post truth” dönemine de çok uyuyor. Onu da kabul etmek lâzım. Aslında en Amerikancı olanların kendilerini en anti-Amerikancı gibi gösterebilmeleri de bu yeni çağın özelliklerinden birisi olsa gerek.
Evet, tekraar iyi pazarlar. İyi karlar. Mutluyuz. Bu da çok ilginç gerçekten. İnsanlar iklim değişikliği denen olayın ne kadar sâhici bir olay olduğunu bu sene daha iyi gördü ve gerçekten soğuğa ihtiyâcımız vardı. Sevmeyenler olduğunu biliyorum. Ben de çok seven birisi değilimdir; ama kar yağdı diye mutlu oluyoruz. Bunu da ilginç bir gelişme olarak not etmek lâzım. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.