Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (150): Deprem, devlet, toplum, siyaset

“Cumhurbaşkanı Erdoğan, bugün Adıyaman Üniversitesi Stadyumu’nda bir konuşma yaptı. Depremde mağdur olan ailelerin çocukları önünde, etrafında da Numan Kurtulmuş ve Binali yıldırım gibi partinin ağır isimleri vardı. Erdoğan ‘Her şey kontrol altında’ demeye getiriyor ama hata yapıldığını ve eksikler olduğunu da kabul etmek zorunda kalıyor.”

“Erdoğan ilk konuşmasından itibaren ‘Bırakalım ayrıyı gayrıyı bu işi hep beraber asalım’ demedi hiç. Diğerlerinin yapmasını bekliyor, özellikle de muhalefetin.”

“Her görüşten sivil toplum kuruluşlarına teşekkür ederken, AFAD ve Kızılay vurgusunu çok güçlü bir şekilde yaptı. Özellikle mali yardımların AFAD’a yapılmasını istedi. Bugün de özellikle iktidar yanlıların AHBAP tartışmasını ortaya çıkarması, orada bir şeyler olacak gibi.”

Muhalefet kanadı, depremin kendisinin değil ama etkilerinin siyasi olduğu konusunu nasıl gündemde tutuyor?

Erdoğan mali yardımların neden AFAD’a yapılması konusunda ısrar ediyor?

Uzun süredir ülkedeki krizleri yönetemeyen iktidarın bu krizle de baş edemiyor görünmesi iktidarı nasıl etkiliyor?

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Kemal Can’la bu haftayı ve dolayısıyla i depremi konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Bu haftaya deprem damgasını bastı, daha da basacak. Belli ki haftalar böyle geçecek. Şu haliyle resmi rakamlara göre 20.000 civarında can kaybı, 70 bini aşkın yaralı var ama hâlâ kötü haberler geliyor. Ender de olsa mucizeler de geliyor. Çünkü 3 günden sonra insanların enkaz altından canlı kurtulmaları mucize gibi. Ama çalışmalar sürüyor. 

Şimdi siyaset konuşalım. Çünkü bu olay siyaset üstü bir şey değil. Biraz önce, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Adıyaman Üniversitesi Stadyumu’nda kurulan çadır kentte yaptığı basın toplantısını izledim. Kürsünün önüne depremde mağdur olan aileleri, çocukları dizmişler. Çok acayip bir görüntüydü. Etrafında Numan Kurtulmuş, Binali Yıldırım gibi partinin ağır isimleri vardı ve Erdoğan kâğıttan okuyarak açıklamalar yaptı. Tabii bu arada şunu söylemeden geçemeyeceğim…

Kemal Can: Aslında Cumhurbaşkanı olarak değil, AKP Genel Başkanı olarak konuştu. Yanındaki yer alan isimler açısından söylüyorum.

Ruşen Çakır: Evet, esas olarak öyleydi. Orada bir kız çocuğu ortalığı bayağı trolledi, oyun oynadı, arkadaşları ile yer kapmaca oynadı. Tabii ister istemez insanın gözü kayıyor. Erdoğan görmüyordu ama bizler görüyorduk. Gerçeküstü bir sahne gibiydi. Orada çadır kentte devletin en güçlü ismi, yanında partinin kurmayları var. Çocuklar oyun oynuyor, birbirleriyle itişiyor, bir yandan da çok acayip rakamlar telaffuz ediliyor.

Bu süreçte Erdoğan yaptığı açıklamalarda dikkati çekenler şuydu: “Bu çok büyük bir felaket”. Bir bunu söylüyor. İkiancisi, “Her şey kontrol altında” demeye getiriyor ama hata yapıldığını ve birtakım eksiklikler olduğunu da kabul etmek zorunda kalıyor. Aslında bunu çok açık söylemiyor. Mesela ilk konuşmasında hiç yapmadı. “Bırakalım ayrıyı gayrıyı, hep beraber bu işi aşalım” demiyor, ama diğerlerinin, özellikle muhalefetin yapmasını bekliyor. Ben şu ana kadar öyle okudum. Bugün bunu biraz daha fazla telaffuz etti; mesela “Her görüşten sivil toplum kuruluşları…” dedi ama AFAD ve Kızılay vurgusunu çok güçlü bir şekilde yaptı. Özellikle mâli yardımların AFAD’a yapılmasını söyledi. Bu da bir tartışmaya yol açtı. Aslında o tartışmayı da bugün, özellikle iktidar yanlıları birdenbire çıkarttı, biliyorsun. Orada bir şeyler olacak gibi. “Para yardımlarını buraya yapın” dediler. 

Bir de OHAL’e çok vurgu yapıyor. Tamam, OHAL geldi. OHAL ilan ettiği zamanki konuşmayı hatırlıyorsun; bunun altını çizerek söyledi. Sonra bir daha “OHAL ilan ettik” diyerek bir güç gösterisi olarak kullanmak istiyor. Talan ve yağmadan bahsetti. Talan haberleri tek tük çıkıyor ama Erdoğan OHAL ilan ederken esas gerekçe olarak burayı gösteriyor. Bir de istismardan bahsediyor. Bunu ‘’siyasi talan’’ olarak tanımlıyor. Siyasi talan için de onun hesaplaşmasını sonraya bıraktığını söyledi ama belli ki Kılıçdaroğlu’ndan çok rahatsız olmuş. Şöyle bir olay var, açıkçası ben öyle görüyorum, daha önce de birkaç yayında söyledim: Hem Kılıçdaroğlu’na yapmacık dahi olsa el uzatmıyor. Kılıçdaroğlu da “Ben seninle aynı hizada değilim. Bunları sorumlusu sensin” dediği zaman da, onu siyaset yapmakla, birliği bozmakla suçluyor. Böyle bir durum var. Erdoğan’ın dik durma çabası var ama ortadaki tablo o kadar büyük ve o kadar çıplak gözle görülüyor ki, ‘’hiçbir sorun yok’’ da diyemiyor. Tabii bir de, depremzedelere para yardımı yapacağını söylüyor. Bu yardımın miktarı 10 bin TL idi, 15 bine çıkmış. Bir de “Bir yıl içerisinde buraları tekrar inşa edeceğiz. Bu arada isteyene otellerde yer bulacağız, kiralarını ödeyeceğiz” gibi, sorunu çözmeye yetmeyecek ama en azından birazcık hafifletmeye yetecek birtakım göz ve akıl çelebilecek şeyler söylüyor.

Kemal Can: Ölçeği çok büyük bir krizle karşı karşıyayız. Çünkü artık bir felaket ve büyük bir sorun öbeği var. Üstelik şu anda, akut, çok can yakan, bazı umutları hâlâ canlı tutmasına rağmen, büyük kayıpları ve büyük acıları yaratan bir felaket var. Bu felaketin şu anda oluşturduğu ve devamında oluşturacağı bir seri kriz var. Ekonomik, sosyal, siyasal, bir seri krizi başlatacak büyük bir kırılma… Bu enkazın altında binlerce kişi var, belki daha da fazla: umalım ki en azı olsun. İnsanlar enkaz altında kalırken, binalar yıkılırken, bunun altında başka şeyler de kalacak. Bu duvarlar başkalarının üstüne de yıkıldı. Zaten bu duvarların yıkılmasının sebebi olan bir sistemin mahsulü. Günlerdir kısmen konuşuluyor, ama senelerdir işaret edilen bir şey; aslında kendini gerçekleştiren bir kehanet. Yani bir felaket tablosu karşısında ne ile karşılaşacağımızı, bir sürpriz olarak ya da bir kader planı olarak görmenin mümkün olmadığı bir çıplaklık yaşıyoruz. 99’dan bugüne kadar, depremle ilgili şeyler, arada yaşanan küçük felaketler, geçen senelerde yaşadığımız orman yangını, maden faciaları ve benzeri her şeyde, bu hazır refleksler gündeme gelmişti hep. Fıtrattı, kader planıydı, şuydu, buydu… Ama ortaya çıkan tablo, ortaya çıkan acının büyüklüğü karşısında, hem senin dediğin gibi “Çözeceğiz, endişeye mahal yok” yatıştırmasının bir anlamı yok hem tevekkül önerilerinin açıkçası çok bir anlamı yok ve aslında bunlarla yönetilemeyecek kadar büyük bir şeyle karşı karşıya kalınmasının bütün komplikasyonlarını da görüyoruz. Yönetim ruh halinde de görüyoruz. Bütün ülkenin hâlet-i rûhiyesi son derece kötü, ama bu hâlet-i rûhiye karşısında bunu yatıştıracak ya da çözecek olan, bütün kabiliyetini kaybetmiş bir yönetim var. Hem bu tablonun içinde önemli payı olan hem de bu tablonun yaşanma biçimini yönetme yeteneği son derece sınırlı bir şeyle karşı karşıyayız. Zaten iktidarın bir süredir yaşadığı, ülkenin krizlerini yönetememe sorununun yanında, bu krizler karşısındaki kendi krizini de yönetemeyen bir tablo ile karşı karşıyayız. Ekonomi meselesinde böyle yaşadık, pandemide böyle yaşadık, şimdi bu hadisede de öyle yaşıyoruz.

Birkaç kavram üzerinden söylemek istiyorum. ‘’Kriz yönetimi’’ diye bir şey var ve haklı olarak pek çok uzman şuna işaret ediyor: Hazırlıklı olunması gerekiyordu. Türkiye bir deprem ülkesi. Dolayısıyla her bakımdan bu kayıpları azaltacak ve kayıplar karşısında hızlı reaksiyonla kayıpların en az hasarla atlatılmasını sağlayacak hazırlıkları olmalıydı bu ülkenin. Bunun bütün araçlarını, değil geliştirmeyi, korumayı ya da ilerletmeyi geçtim,  mevcut olanları ve devletin bu anlamdaki reaksiyon kabiliyetini bozan pek çok hamle yapıldı. Çünkü kriz yönetimi şudur: En acayip senaryolarla birlikte bir plan üretseniz bile, kriz yönetimi, plan yürürlüğü ile ilgili bir mesele değil. Tam tersine, hiç öngörmeyeceğiniz şeyler karşınıza geldiğinde, bunlara reaksiyon verme, çok hızlı biçimde cevap üretme kabiliyetidir. AFAD diye üretilen yapı, bir hizmet birimi gibi örgütlendiği için, durumu hızla algılayıp, çeşitli unsurların önünü açarak onları koordine edebilen bir yapı halinde örgütlenmediği için, büyük bir sorun yaşandı. Hâlâ da yaşanıyor. Hızlı müdahale anlamında sorun yaşandı. Bugün, koordine etmek anlamında da sorun yaşanıyor. Bütün toplumun çok hızlı, devletten daha hızlı biçimde verdiği reaksiyonun, doğru biçimde alanda faydalanılması konusunda bile sıkıntı yaşanıyor. Bir kere bu kesinlikle böyle. 

İşin siyasi tarafını konuşacağız dedin ya, bugünkü Erdoğan konuşması üzerinden bakalım. ‘’İstismar’’ demişti Erdoğan. İstismardan en son şikâyet edebilecek olan bir iktidar var bugün. Çünkü bu iktidar, iktidara geliş süreci ile birlikte mevcut bütün istismar imkânlarını kullanmış – ki bunlardan biri 99 depremi – hatta olmayan istismar imkânlarını bile üreterek mağduriyet yaratmış. Sadece ‘’istismar’’ üzerinden, her şeyi istismar ederek politik iktidarını devam ettirdi. Önce böyle iktidara gelen ve bunu da devam ettirmek için her şeyi istismar ederek yürüyen bir iktidar. Yani 3 aylık hapis cezasından tut da bilmem kaç sene önceki savaş şartlarını ya da toplumsal gerilimleri ya da kutuplaştırma imkânlarını, her şeyi istismar ederek iktidar olmuş ve iktidarda kalmış bir iktidarın “İstismar yapılıyor” demesinin samimiyetsizliği…

Ruşen Çakır: Gazetelerin 1999 depremindeki ve bugünkü manşetlerini görüyor musun? Çok çarpıcı. O manşetleri atan da aynı gazeteler… Tabii burada şöyle bir sorun var: Yeni Şafak, Akit gibi zaten hep AKP çizgisinde olanları anlıyorum ama burada ana akım medya diye bir şey kalmadı. Ona da çöktüler. Bakıyorsun, Milliyet, Hürriyet, Sabah da aynı şekilde…

Kemal Can: Üstelik şu açıklıkta bir şey var: Bütün ana akım medyayı ele geçirmişsin, bunu bir güçlü bir propaganda aracı olarak kullanacaksın ama orada da o kadar beceriksiz ve liyâkatsiz bir tutum içindesin ki, onu bile beceremiyorsun. Çünkü “İktidar çok hızlı reaksiyon verdi, her şeyi halletti” havasını yaratmayı beceremediğin gibi, orada bunu yapmak için, insanların ağzından mikrofon çekip koşarak uzaklaşan muhabirleri canlı yayında göstermek gibi bir zafiyet de yaşıyorsun. Aslında demin söylediğim gibi, değil ülkenin karşı karşıya kaldığı krizi yönetmek, kendi krizini bile yönetemeyen bir iktidar. Ne yapıyorsun? Bant daraltarak engel çıkartmaya çalışıyorsun, gazeteci tekmeliyorsun, güvenlik önlemi ya da yardım organizasyonunu yapamazken, evlerinden insan aldırmak için çok hızlı biçimde devlet gücünü devreye sokabiliyorsun. Aslında bunlar bir tür yönetme biçimi ama kendi krizini bile çözemeyen bir iktidar var. 

Başta söylediğimi tekrar edeceğim: Devletin reaksiyon kabiliyetini kaybetmesinin en önemli nedenlerinden biri, aslında ekonomik tercihler ve devlet örgütlenmesinin yeni mantığı. Devlet, hizmet satın alan bir unsura dönüştüğü için, reaksiyon verebilen bütün kurumsal kabiliyetini kaybetti. Mesela, Erdoğan’ın ya da bu iktidarın ‘’hizmet’’ diye övündüğü şeyler ne? Birtakım yollar, birtakım köprüler, birtakım inşaatlar. Bunlar nasıl yapılıyor? Birilerine hizmet olarak, kaynak transferiyle yapılıyor. Kendisi bir hizmet ürettiği için değil, hizmet satın alan en büyük müşteri haline dönüşmüş ve bu satın alma gücünü de bir tür lütuf dağıtma operasyonuna çevirmiş bir devlet aygıtı var. Ama bu devlet aygıtı, ne eğitimde ne sağlıkta ne felaket anında kendisi reaksiyon verebilen ve ihale ederek hizmet satın alarak çözemediği hiçbir şeyi çözemeyen bir yapı haline dönüşmüş. Hatta o kadar kaybetmiş ki, talimatla harekete geçme sıkıntısı yüzünden, birtakım arama kurtarma faaliyetleri açısından, AFAD’ın, daha ilk başta, madencileri bölgeye taşıma, kendi imkânlarını bile kullanma kabiliyetini kaybettiğini görebiliyoruz. Çünkü hizmet refleksi “Açarız ihalesini, veririz birine, ondan da hizmeti alırız. Üstelik onun parasını da yine millet öder. Sonra da döner ‘Bakın size hizmet yaptık’ deriz” şeklinde ortaya çıkıyor. Buna göre örgütlenmiş bir şey. Bunun dışına çıkan bir reaksiyonu veremiyor. Öngöremediği bir şeyle karşı karşıya kaldığında, paralize oluyor. Bunu, bu hikâyedeki olayın büyüklüğünden bağımsız olarak söylüyorum. Çünkü küçüğünde de gördük: Orman yangınlarında da gördük, Kasım 2022’de yaşadığımız Düzce depreminde ve sonrasındaki kendi raporlarında da gördük. Daha küçük ölçekli olaylarda, sel felaketlerinde, maden hadiselerinde, kendi kendine çöken binalarda, iş cinayetlerinde, çevre talanında gördük. Bütün bunların hepsindeki sorun, olayın büyüklüğü ile ilgili değil. Sorun, büyük ya da küçük problemler karşısında reaksiyon verme kabiliyetiyle ilgili bir şey. 

Ruşen Çakır: O zaman burada şöyle bir şey var: Devleti bir güvenlik devleti olarak muhafaza etmek ve otoriterliği muhafaza etmek için oraya yoğunlaşmış, ama esas olarak, vergilerin karşılığı olarak yapılması gereken toplumsal şeyleri, en fazla ayni yardım dağıtma gibi alanlarla sınırlı tutuyorlar. Son dönemde ekonomik kriz nedeniyle orada da çok ciddi sorunlar oldu. Özellikle sağlık alanında bayağı ciddi sorun var. Sonuç olarak, iyice fonksiyonlarını yitiren, güçlü görünümlü ama aslında çok da güçlü olmayan bir iktidar var. 

Kemal Can: Ama bu güç, iki noktada: Biri, dediğin gibi güvenlik devleti olarak güçlü. İkincisi de para dağıtan ve paranın kime gideceğinin kararını veren güç. Yani ekonomik belirleyicilik gücünü, lütuf ve ceza düzenini kuran ve dolayısıyla o dağıtım üzerinden, oradan sağlanan faydayı da ‘’hizmet’’ diyerek propaganda aracına ya da ‘’sosyal yardım’’ diye oya dönüştürerek ilerleyen bir düzen. Memleketin üstüne beton dökerek yaratılan büyümenin arkasında bu var.

Ruşen Çakır: Sonunda da betonun altında kalıyor. Mesela bu eğitimin deprem olmayan yerlerde bile bu kadar ertelenmesinin mantığının ne olabileceğini açıkçası düşünemiyorum. Diyelim ki üniversiteliler deprem için seferber oluyor. Okul öncesi çocukların, ilkokul, ortaokul çocuklarının okullardan uzak tutulmasının nedeni ne? Büyük bir ihtimalle yaz tatiline ekleyeceklerdir. Onu nasıl yapacaklarını bilmiyorum. Ama bu işin çok kolayına kaçıyor. Mesela bulunduğu söylenen şeylere baktığın zaman, bunlar “Tamam, okulu açmayız. Bilmem ne yapmayız” gibi, çok basit, hiç çalışılmış olmayan şeyler. Böyle bir ortamda eğitimi nasıl sürdürmek gerektiğini düşünmek zor geldiği için, eğitim yapmayıveriyorsunuz. Böyle garip bir hâl var.

Kemal Can: Çünkü bunun asıl böyle davranma refleksini pandemide de görmedik mi? Pandemide çıkıp “Kendinizi korursanız hastalanmazsınız. Hastalanmazsanız bize problem çıkartmazsınız. Bunu halledin” demediler mi? Çözüm olarak buldukları şey, mesela 65 yaşındaki insanları eve kapatmak oldu. Her türlü meselede böyle davranıyorlar. Sonuçta ‘’hizmet’’ diye tarif edilen ve asıl olarak bunlarla övünerek politik bir şey yaratan iktidarın, demin söylediğin gibi istismar, hizmet ve problemleri çözmekle ilgili kurduğu bütün kavramsal mantık bozuk olduğu için, yarattığı saadet zincirleri ya da işliyormuş gibi görünen pek çok şey çöküyor. Mesela sağlık meselesinde yaşandı, “Her şeyi çözdüler. Bunlar çok iyi. En iyi yaptıkları iş” denilen şeyin, aslında nasıl yapısal olarak geri dönülmez bir bozulmaya yol açtığı, şimdi tekrar karşımıza geliyor. Eğitimde aynı şeyi yaşadık, ekonomide yaşadık. O yarattıkları sanal saadet zincirleri, bu tür krizlerle birlikte yerle bir oluyor. Her şeyin karşılığı olan ve ne olursa olsun dönmesi gereken çarklarla sağlanan şey, ülkenin üstüne beton dökerek, inşaattan ibaret bir büyüme stratejisi yaratmaktı. Senin söylediğin gibi bunun altında kalındı.

Ruşen Çakır: Erdoğan bugünkü konuşmasında tekrar tekrar “Dostlar, kardeşler” deyip yabancı yardımlardan bahsetti. Ama hiç isim vermedi. Hâlbuki mesela böyle bir durumda “Bir gece ansızın gelebiliriz” diye gözünü korkuttuğun Yunanistan’ın yardım ediyor olması… Çocukları enkaz altından kurtaran Yunan kurtarma ekibinin de çok güzel fotoğrafları çıktı mesela. İsrail bayağı çalışıyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden de gelenler var. Pakistan’dan, Tayvan’dan, Meksika’dan gelenler var. Ama özellikle kritik birtakım yerleri hiç telaffuz etmedi Erdoğan. Hâlbuki normal şartlarda bunu, var olan birtakım sorunları gidermenin bir vesilesi yapabilir. 

Biliyorsun, Erdoğan yönetimi genellikle “Biz bize yeteriz” mantığını çok savunuyordu. Bu olayda, ilk andan itibaren alarm derecesini çok yukarıya çıkarttılar ve herkesten yardım istediler. Çünkü olay gerçekten vahim. Ama aynı zamanda, böyle yapmaları kendilerinin nasıl hazırlıksız olduğunu idrak etmekle de ilgili bir şey. O yönü çok ciddi bir şekilde var. Benim bildiğim, Erdoğan ve çevresi özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nden çok daha aktif bir angajman beklemiş. Onu bir kere daha söylemiştim. Nasıl bir angajman? 99 depremini yaşayanlar bilir. Bill Clinton buraya gelmişti, bebek sevmişti. Olaya bayağı bir sahip çıkmıştı, birçok ülke yapmıştı. Ama orada şöyle bir şey vardı: Sivil toplumun doğduğu bir dönemdi ve gerçekten her yönüyle insani bir olay, siyasetten çok arınmış bir şey yaşanıyordu. Şimdi, kavga etmediği, değişik dönemlerde sorun yaşamadığı kimse kalmamış bir iktidar söz konusu ve böyle bir anda çok şeye ihtiyacı var. Ama özellikle Biden’dan açıkçası çok açık bir angajman gelmedi açıkçası. Tabii ki ilk günden acımızı paylaştı ama “Arkadaşlar, bizim oraya destek yollamamız, bunun öncüsü olmamız lazım” gibi bir açıklama yapmadı. Her yerden birtakım destekler geliyor ama dikkat edersen bunların hepsi, kendi başlarına geliyor. Türkiye’de yaşananlar, dünya çapında ‘’asrın en büyük felaketlerinden birisi’’ olarak tanımlanıyor. Belki de birincisidir. Tamam, 80 küsür yerden yardım geliyor, eyvallah. Ama bence olayın boyutuna göre çok değil. Bu eteklerin, yardımların bir patronu yok; NATO, Avrupa Birliği ya da ABD yönlendirmiyor. Bunun öncüsü gibi bir şey yok. Bütün yardımlar kendiliğinden geliyor. Dolayısıyla bunlar zamanla sönümlenebilir. Böyle bir durumda bu, siyasi anlamda iktidara güç verecek bir şeydi aslında. Hem ihtiyacı var ama aynı zamanda, güçlü liderin yanında duran devletler gibi bir hikâye yaratacaktı. Ama bir anlamda, tam böyle olmasa bile Türkiye’yi kendi haline bıraktılar. Ben öyle de görüyorum. Bütün destekler, yardımlar, özellikle insan kurtarmaya çalışması yapanlar, bireysel yardımlar çok değerli. İngiltere Başbakanı bizzat kendisi Türk öğrencilerle beraber yardım kolilerini paketliyor, gördün mü? Bunların hepsinin sembolik değeri çok var. Ama yaşadığımız olayın büyüklüğüyle kıyaslandığı zaman, ‘’dünya el ele verdi ve Türkiye’nin bu zorluktan bir an önce kurtulması için kolları sıvadı’’ duygusunu burada göremiyorum. 99’da görüyordum. Özellikle belli bir aşamadan sonra, ilk günler değilse bile sonradan, bu çok net bir şekilde gözüküyordu. O günleri çok yaşadık, gazeteci olarak da yaşadık. Burada hâlâ bir mesafe var gibi ve bu mesafenin de büyük ölçüde siyasi nedenlerle olduğu düşüncesindeyim.

Kemal Can: En azından Erdoğan, bunu kişisel bir güç olarak kullanamadı. Yani bütün dünyanın, Türkiye’nin arkasında olduğu ve bir dünya lideri olarak onu bütün liderlerin desteklediği, bu konuda açık çek verdiği biri olarak pozisyonlanamadı. 

Ruşen Çakır: Mesela Ukrayna Devlet Başkanı gibi değil. 

Kemal Can: Bu, bu tür bir kullanıma açık bir çek. Yani “Biz sana yardım ederiz” başka bir şeydir, “Al kardeşim, rakam bile yazmayan açık çek. Ne ihtiyacın varsa kullan” başka bir şeydir. Bunu mecazi anlamda, politik olarak söylüyorum. Yani desteğin biçimi, desteğin miktarı kadar önemli bir şey. Desteğin zamanlaması, biçimi, nasıl formüle edildiği önemli. Dediğin anlamda öyle bir tarafı var. Öyle bir şey görmüyoruz. Bilmiyorum, daha sonraki zamanlarda farklı olabilir.

Çünkü bir de şöyle bir durum var: Biz 2023’ün hep kritik, Türkiye’nin en önemli seçimi, 100 yılın yeni seçim yılı olarak kodlanacağını düşünüyorduk. Türkiye’de 2023 dediğin zaman, çok kritik bir seçimi hatırlayacaktık. Nasıl ‘’1999’’ dendiğinde herkes ilk önce depremi hatırlıyor. Bu yılın kodu artık seçim olmayacak. 

Ruşen Çakır: HattaCumhuriyetin 100. yılı da olmayacak.

Kemal Can: Evet. Türkiye için bu yıla damgasını vuran şey, yaşadığımız bu deprem olacak ve diğer her şey buna göre biçimlenecek. Çünkü 99’ depremi, daha sonraki ekonomik, politik, sosyal, bir sürü süreci başlatan bir şeydi. Biraz abartılı bir şey belki ama ‘’Başlatan ve bitiren’’… AKP iktidarını sağlayacak olan 2002 süreci, 99’dan başlamıştır.

Ruşen Çakır: Kesinlikle.99’daki deprem olmasa, daha sonraki o büyük kriz, o kadar hızlı ve acımasız bir şekilde gelişmezdi. 

Kemal Can: Dolayısıyla bu da böyle bir kriz. Bu krizin en başında alınan pozisyonlar, senin işaret ettiğin gibi, uluslararası zeminde ya da toplumsal alanda çok belirleyici olacak. Bunun bir benzerini aslında şurada da görmüştük: Evet, dışarıdan beklediği desteği görmedi. Mesela yardımlar konusunda da bugün AFAD’ı, hatta şimdi ‘’Ahbap Derneği’’ işini zorladılar. Hatırlıyorsan, bunun bir benzerini pandemi zamanında gördük. IBAN verildi ve IBAN’a insanlar itibar etmedi. Tam tersine, bunun üzerine belediyelerin para toplaması durduruldu, hatta el konuldu. Çünkü sadece dışarıdan alınacak destek, 99’daki gibi “Kızılay’a verelim, AFAD’a verelim devlete verelim. Yeter ki gitsin” refleksini tetikleyen bir şey olmuyor. Tam tersine, insanlar son derece tedirgin biçimde ya kendileri ulaştırmaya çalışıyorlar ya başka kanalları denemeye çalışıyorlar.

Ruşen Çakır: Çarşamba günü Adını Koyalım’da, Ayşe ile tartıştığım sivil toplumun bu depremdeki göstergesi ile ilgili olarak, Ayşe, her şeye rağmen bir güçlü katılım olduğunu söylüyor. Ben orada “Sen haklısın” dedim ama şimdi izliyorsa gülüyordur. Ben hâlâ kendi duruşumun çok da yanlış olduğunu düşünmüyorum. Fakat ‘’Ahbap’’ meselesinde yaşanan olay şunu gösteriyor bize: Bu baskıcı otoriter rejimde sivil toplumun ya önü kesiliyor ya da “Biz şimdi bir şey yaparsak başımıza bir şey gelir mi?” duygusuyla ürküyor. Ama mesela, izin verilen sivil yapılara bu kadar destek akmasında bence bunun çok önemli bir rolü var. Sivil toplum hâlâ kendini oradan gösteriyor. Yani AFAD’a para yatırmayıp Ahbap’a yatırıyor. Dün olsaydı AKUT olacaktı, değil mi? Şimdi Ahbap’a yatırıyor ya da başka öyle bir yer varsa oraya yatırıyor. Neden? Sivil duruşunu oradan gösteriyor. Senin söylediğin salgındaki hikâyede de öyleydi. Belediyeler üzerinden yaptı. 

Kemal Can: O IBAN meselesini aslında büyük bir gösteriye dönüştürmek için başladılar. Ama olmadı.

Ruşen Çakır: Burada şunu söylesem gülen çıkar mı bilmiyorum ama hakikaten böyle düşünüyorum: Normal şartlarda, CHP’li belediyeye oy vermeyen de, iktidarın paylaştığı IBAN yerine, belediyeye para yollamayı tercih etti. Daha güvenilir kılıyor. Orada çok ilginç bir şey var, Kemal.

Kemal Can: Ne kadar doğru bilmiyorum, sosyal medya paylaşımları olduğu için çok iddialı bir şey söylemek istemem. Ama bazı yerlerde, vatandaşın topladığı yardımları götüren TIR’lara, birtakım başka pankartlar asmak gibi olayların olması da aslında bu çaresizliğin göstergesi.

Ruşen Çakır: Evet, burada şunu söylemeye çalışıyorum: Oyunu AKP’ye verenlerin bir kısmı da, paralarının ‘’Ahbap’’ üzerinden daha hızlı ve daha fonksiyonel bir şekilde deprem mağdurlarına gideceğini düşünüyor. 

Kemal Can: Orman yangınları olayında da gördük bunu. Yangınlar için uçak kiralayıp getirme hamlesinde, yine ‘’Ahbap’’ hikâyesinde görmüştük. 

Ruşen Çakır: AFAD denen şey hayatımıza yeni girdi, yakın bir zamanın oluşumu. Hiç popüler olan bir yer değil. Eskiden Kızılay popülerdi. Kızılay’ın popülaritesini acayip bir şekilde gömdüler.

Kemal Can: Bizim çocukluğumuzda Yurttaşlık Bilgisi dersinde deprem gibi konular işlendiğinde, Kızılay çadırı resimleri yaptırırlardı. Benim çocukluğumda, üstünde Kızılay’ın amblemi olan çadır resmi, deprem veya felaket olgusunun kaçınılmaz bir parçasıydı. Şimdi olmayan bir şey.

Ruşen Çakır: Yok ettiler… Var ama yok.

Kemal Can: Ayşe’nin Adını Koyalım’da da söylediği gibi, 1999, sivil toplumun kendini yeniden ve büyük bir ivme halinde ortaya koyduğu bir şeyken, tam da ondan rahatsız olunarak, o gömüldü. Gömülmekle kalınmadı, bunun ucunu yaratan devlet aygıtının içerisindeki bütün yapılar da bozuldu. Yani o merkezileşme meselesi, sadece 2017’deki referandumda başkanlık sistemine geçilmesiyle başlamadı. O merkeziyetçi ve diğer bütün dinamikleri bozan yapı, daha önce başladı.

Sen biraz önce, yavaş yavaş problemleri kabul etmeye başladığından söz ettin. Daha önceki konuşmasında da söylemişti Erdoğan. Benzer bir şey, ekonomik kriz sırasında yaşandı hatırlıyorsan. İlk önce “Yok öyle bir şey”le başlandı. Çok yüksek bir inkâr vardı.

Ruşen Çakır: Ret ve inkâr politikası.

Kemal Can: Evet. Önce, “Yok öyle bir şey” dediler. Sonra, ekonomik krizin, daha büyük etkiler yaratmadan önce, siyasi etkiler yaratması ve enflasyonun etkilerinin henüz tam olarak görülmediği süreç, iktidarın çok hızlı biçimde oy kaybına yol açtı. Çünkü insanlar, üstelik AKP’ye oy vermiş insanlar, kendi yaşadıklarının inkâr edilmesini, kendisi bir sorun yaşarken, destekledikleri siyasi liderlerin ya da partilerin “Yok öyle bir şey” demesi, aslında kendilerini inkâr eden, onları yok sayan bir tutum olarak algılandığı için, bence bu fark edildi. Daha sonra bu durumu tam tersine “Bütün dünya yaşıyor. Biz de yaşıyoruz ve yine bunu biz çözeriz çevirdiler. Aslında bugün ‘’toparlama’’ diye söylenen şeylerin etkisi de o. Yoksa ben zaten bir toparlanma olduğu kanaatinde değildim.

Şimdi de benzer bir şey var. Yani orada doğrudan etkilenen 15 milyon insandan bahsediliyor ama bunların yakınları ve o şehirden diğer yerlere göç etmiş bütün insanları düşündüğünde, çok büyük bir nüfusun, kiminin doğrudan, kiminin de izleyerek, açıkça şahit olduğu bir problemi hafife almaya kalkmak çok büyük bir risk. Bu idari olarak da büyük bir risk, büyük kayıplara yol açıyor. Düşünsenize, hastanesi çökmüş bir yere 24 saatte Sahra Hastanesi kuramamanın hiçbir açıklaması olamaz. Bu işin bir tarafı; bu, büyük bir zafiyet. 

Ama politik ve toplumsal olarak da, ‘’bu kadar büyük bir acıyı istismar edenler var’’ ya da ‘’nankörler var’’diyerekküçültmeye çalışmak, birtakım televizyon yorumcularının “Olumsuzluklar çok az aslında, ama onlar çok can sıkıcı olduğu için fazlaymış gibi geliyor bize. Olumlu taraflarımız daha fazla. Diğerleri hava cıva” demeye başlamasının yıkıcılığı, daha da fazla olacak. Ekonomide yaşanan şeyin bir benzeri burada da yaşanıyor. Onun için yavaş yavaş, “Tamam, biz her şeyi yaptık ve hallettik” değil “Bu, bizim bile baş edemeyeceğimiz kadar büyük sorun” demeye başladılar. 

Ama o zaman hemen şu soru geliyor: Baş edemeyeceğin kadar büyük sorunda “Ben baş ederim” kibrinden vazgeçmen gerekiyor. Ya da ‘’neden baş edemeyeceğin kadar büyük bir sorun olduğunu öngörerek buna göre pozisyon almıyorsun? Yardıma ihtiyacın varken neden kibrini devam ettiriyorsun?’’ Bahsettiğim yardım dışarıdan gelecek yardım değil, bu ülkenin kendi potansiyelini kullanabilme becerisinden bahsediyorum. Hâlâ birilerini suçlayarak, birilerinin abarttığını iddia ederek veya politika dışına çıkartmaya çalışarak…

Ruşen Çakır: Bir de tehdit ederek.“Hesabı sonra göreceğiz. Günü geldiğinde defter açılır” diyor. 

Kemal Can: Ben de diyorum ki, bu hesap ve bu defter açılmış durumda ve en çok da, bu sorunu doğrudan yaşayan insanlar, bugün bu soruna nasıl yaklaşıldığının hesabını soracak. Hizmeti ihale ile alan devlet refleksi, hemen ‘’TOKİ’’ demeye başlıyor. Çünkü Devlet ne yapar? Birilerinin sorunları var, “Veririz ihaleye, orayı tekrar yaparlar. Ne var bunda?” diyor.  Ama işte bu böyle yaşanmıyor. ‘’TOKİ aklı’’’ enkaz yaratıyor ve bunun yarattığı enkaz da, yeniden TOKİ’yi yardıma çağırarak olamayacak.

Ruşen Çakır: Evet yine işimiz TOKİ’ye kaldı diyelim. Daha konuşacak çok şey var ama bence burada keselim. Çünkü hakikaten çok acı bir süreç. Ben haftaya bir şekilde deprem bölgesine gitmeyi düşünüyorum. Belki gittiğim yerden yayın yaparım ya da dönmüş olurum, o zaman daha somut gözlemlerle değerlendiririz. 

Ama biliyorsun, bu arada bizim arkadaşlarımız 5 şehirde çok yoğun bir şekilde bir çalışma yürütüyorlar. Orada çok yerinde tanıklıklar, çok acı şeyler, çok acayip öyküler var. Onları olabildiğince hızlı ve düzgün bir şekilde aktarmaya çalışıyoruz. Gerçekten zor bir süreç. Bir de şunu söylemem lazım: Biz gazeteci olduğumuz için değil, ama yaşananlar ne kadar ortaya çıkıyor? Büyük bir deprem felaketi var ve bu depremi birileri aktarmazsa… Mesela sosyal medya olmasaydı, bu imkânlarımız olmasaydı, o eskinin ‘’ana akım’’ diye bilinen 99’daki medya ortamının bugün olduğunu ve medya patronajının da bugünkü gibi olduğunu düşün, geride hiç bir şey kalmayacaktı. İnsanlar neyle haberleşecekti? O zaman Twitter gibi birçok mecra yoktu. Dolayısıyla, bu bir kere daha ortaya çıkıyor diyelim ve burada noktayı koyalım, Kemal. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. Tekrar çok geçmiş olsun.

Kemal Can: Başımız sağ olsun.

Ruşen Çakır: Tüm ülkenin başı sağ olsun. Umarız, Türkiye bunu olabildiğince az can kaybıyla atlatır. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.