Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Bir siyasi mesele olarak keder

“Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demiş Adorno, sonra da devam etmiş: “Ve bu, bugün şiir yazmanın neden imkânsız hale geldiğinin bilgisini bile aşındırıyor.” Üstat bu cümlesiyle neyi kast etmiş çok tartışılmış ama “şiir yazmayın!” demediği kesin, “Auschwitz’in mümkün olduğu bir dünyada yazdığınızı bilerek yazın” dediğini düşünüyorum ben. Ayaklarımızı bastığımız toprak bu, farkında olalım.

Yazmayı çoktan bırakmış olması gereken insanlarız biz. Soma’dan, İzmit’ten, Roboski’den, Suruç’tan, Ankara Garı’ndan, Neve Şalom’dan, Dolmabahçe’den ve burada say say bitmez çok sayıda “felaketten” sonra tek bir kelime sarf edemiyor olmamız gerekiyor. Her seferinde “unutursak kalbimiz kurusun!” dedik, ama yaşamaya ve yazmaya devam ettik. Kötü insanlar olduğumuzdan değil, insan olduğumuzdan ve yaşama tutunmaya çalıştığımızdan. Söz de yaşamın uçuculuğunu ve saçmalığını bir anlığına unutturan bir tür afyon işte, tıpkı diğer gündelik çabalar gibi.

Kahramanmaraş’tan “sonra” bile değilken yazmak çok daha zor. Söylediklerimizin kimseye faydası olmayacağını, kimsenin işini kolaylaştırmayacağını ve belki de hiç istemediğimiz şekilde yazacağımızı bilerek yazmak, söz söylemek başlı başına bir çile. İhtiyacımız olan sessizlikken, televizyonu, sosyal medyası ve gazetesiyle korkunç bir kakofoni varken; bir ses daha eklemek ne kadar doğru, bunun yanıtı vererek yazabilmek gerekiyor. “Söylediğim neyi değiştirir?” sorusunu bir aşamada sormak gerekiyor, “bu söz olmasa dünyada ne eksik olurdu?” Aile arasındaki WhatsApp gruplarında dahi bu “litmus” testini şart koşmak lazım belki de.

Öte yandan insanız ve insan olduğumuz için kusurluyuz. Bu dünyadaki varlığımızın bir nefesten öte anlamı olabilmesini can-ı gönülden istiyoruz. Varlığımızın ne kadar kırılgan olduğunu hissettiğimiz her anda anlam arayışımız artıyor ve derinleşiyor. “Akışkan” dünyada varlığımızı ispat eden şeyler, sahip olduğumuz eşyaya ya da sanal dünyadaki görüntülerimize kadar inmişken, bu arayışı daha da seçici bir şekilde yapmadığımız kesin. Düşünün, biz gittikten sonra geriye kalanların ne kadar çoğu sanal dünyada bitler halinde depolanmış olacak. Anlam arayışının bu kadar acilleştiği bir anda, “varmış” gibi hissettiren yollara başvurmamız ve kendimizi kandırmamız anlaşılabilir herhalde. O yüzden de susmak gerekirken, konuşuyoruz.

Başımıza gelen felaketlerin ve yaşadığımız kayıpların en önemli etkisi kendi ölümlülüğümüzü de hatırlamamız. Bugün orada olan, yarın burada olur; bizi ve sevdiklerimizi koruyacak hemen hiçbir şey yok. Mühendisvari bir bakış açısı pragmatik sorular sorduruyor, “evin sağlam mı?”, “eşyalar sabit mi?”, “çantan hazır mı?”. Çok doğru sorular, ama korkumuzu gidermiyor çünkü felaketlerle randevulaşılamıyor, nerede ne zaman bilmiyoruz her zaman. O zaman da bu rasyonel sorularla meşgul olmak yerine, “ölümsüzmüşüz” ve “bizim başımıza gelmezmiş” yanılgısına sarılıyoruz. Ölümden sonra yaşam vaat eden mistik inançlar, dünyayı keskin çizgilerle tasvir eden radikal ideolojiler ve her şeye karşı koruyabileceğini iddia eden çatık kaşlı liderler cazip geliyor. Kitlesel felaketleri aşırı görüşlerin siyasi zaferlerinin takip etmesi şaşırtıcı değil; ölümsüzlük ve dokunulmazlık yanılgısını en iyi onlar yaratıp körüklüyorlar.

Özellikle bizim gibi felaketlerin eksik olmadığı bir coğrafyada bir gün öleceğimizi inkâr etmeden yaşamak çok daha zor. Binlerce yıldır depremlerin eksik olmadığı bir ülkede, fay hatlarının yerini depremden sonra öğrenmek ve hâlâ depreme dayanıklılık gibi bir kavrama aşina olmamak bunun en iyi göstergesi. Sadece deprem değil, yangınlar, kuraklık, hastalıklar; ekleyelim savaşlar, terör saldırıları, siyasi ve ekonomik krizlerin eksik olmadığı bu ülkede her şeyi her seferinde ilk defaymış gibi yaşamamız bunun bir emaresi değil mi? “Neye hazırız?” yanıtını veremediğimiz sorulardan biri. Aslında genelde asrileşme çabamızın, özelde de Cumhuriyet’in yapmaya çalıştığı şey bu değil mi? Kendi kaderimizin iplerini elimize almamız ve kurban olmaktan çıkmamız. Cumhuriyet, Orhan Kemal’in romanlarında anlattığı kaymakam gibi, sıtmanın kader olmadığını köylülere anlatamadığı için arkasından “teneke” çalınarak köyden kovulan kaymakam. Bu tasvirde yanlış olan şey, aklın karşısına cehaletin konmuş olması, oysa çıkarın konulması gerekiyordu. Aklın ve bilimin vazettiği uygulanmıyorsa, bu bir bilme meselesinden çok, bir çıkar meselesi; köye öğretmen göndermekle çözülmez yani.

Bugün on üç milyon kişiyi doğrudan, geri kalanları da dolaylı yoldan etkileyen Kahramanmaraş depremi de, başımıza gelen diğer felaketler de eğitim ile çözülecek meseleler değil. O binaları, o zemine, o şekilde inşa edenler de buna göz yumup denetlemeyenler de, o sitelerdeki “modern” yaşam tarzlarını körü körüne pohpohlayanlar da bir çıkar şebekesinin parçaları. Yalova’da meyve bahçeleri ve Hatay’da zeytinlikler yüksek apartman bloklarına dönüştürülürken bunu modernliği bir yerinden yakalamak olarak pazarlayanlar ve ses çıkarmayanlar da bu şebekeye dahil. Ülkenin en büyük kentinde dahi imar planlarındaki değişiklikler vatandaşı değil, rantiyeyi düşünerek yapılırken; her türlü belediye meclisi müteahhitler ve yardakçılarıyla işgal edilmişken;  kentsel dönüşüm üç katı beş kat yapıp sermaye biriktirmek haline gelmişken; ülkenin geri kalanında bu işler nasıl dönüyor, bir düşünsenize…Siz hiç “burayı da imara açmayalım”, “burayı da dönüştürmeyelim”, “kat sayısını sınırlayalım” diyen belediye meclisi üyesi gördünüz mü? Daha da kısadan sorayım, siz hiç belediye meclisi üyesi gördünüz mü?

Çok üzgünüz. Uyanmak içimizden gelmiyor, gülmek neredeyse ayıp ve imkânsız. Suçluluk duyuyoruz, çünkü yaşıyoruz, orada değiliz, yapabileceklerimiz çok sınırlı. Öfkeliyiz, çünkü bütün olan bitenin bir adaletsizlik olduğunun farkındayız, kimse orada, o şekilde yaşamını yitirmeye mecbur değil. Utanıyoruz, çünkü bu yaşananların geleceği bu kadar önceden söylenmişken umursamadık, söyleyenleri de duymazdan geldik.

Ama bütün bu duygular geçecek, insan olmak unutmayı gerektiriyor, unutamazsak yaşayamayız. Çok uzağa gitmeyelim, daha dün olan COVID-19 salgınında yaşadıklarımızı unutmadık mı? O günlerdeki sorgulayıcılığımız, hassasiyetimiz ve dikkatimiz nerede? Sadece biz değil, küresel olarak pandemi hiç olmamış gibi yaşamaya geri döndük. Bu yüzden unutacağız, başka bir felaket kapımızı çalana kadar.

Yine de iyileşmeyeceğiz. Orada olanlardan bahsetmiyorum, sevdiklerini kaybedenlerden; onlar da unutsalar bile asla iyileşmeyecekler, bir titreşim, bir ses, bir söz yaşadıklarını yeniden yaşatacak onlara. Marmara Depremi sonrasında olduğu gibi bazıları şehirlerini, çocukluklarını ve yaşamlarını terk edecek, başka şehirlerde yeniden yaşamlarını kurmaya çalışacaklar, ama olmayacak, “arkalarından gelecek şehir”. Şimdi orada yardım için bulunan ve çaba harcayanlar da iyileşmeyecek, şahit oldukları her görüntü herhangi bir anda kendisini hatırlatıp bu karanlık günlere geri getirecek. Ve, biz, diğerleri, olan biteni uzaktan çaresizce izleyenler de iyileşmeyeceğiz bir daha. Unutsak da, ölümlülüğümüz kendisini bize hatırlatacak arada bir.

Ancak bu ülke başka bir ülke olmayacak. Keşke olabilse, keşke ne kadar büyük hata yaptığımızın farkına varıp bari bundan sonra başka bir yol izleyebilsek. Daha bugün bile nelerin yanlış ve eksik olduğunu görebiliyoruz, bunları düzeltebilecek bir çabaya girişebilsek. Ama olmayacak. Bu deprem de, diğer felaketler gibi magazinleşecek, iki kahraman üç fotoğrafa indirgenecek. Olanları mümkün kılan siyasi sınıf yerini korumaya devam edecek, tıpkı Marmara Depremi’nin sorumluların muteber siyasetçi ve iş adamı olarak ortalıkta dolaşmaya devam edebilmesi gibi. Bugün solan şehirler başka bir şekilde yeniden canlanacak, aynı şehirler olmayacak, aynı insanlar da ancak en azından isimleri yaşamaya devam edecek. Şu anda yaşadığımız üzüntü, suçluluk, öfke ve utanç birer sızı gibi yüreğimizde kalacak, ancak biz de gündelik gailemize geri döneceğiz; bir ya da iki aya kalmaz siyasetin fay hatlarında dövüşmeye devam edeceğiz.

Adorno “şiir yazılmaz” demiş, “yazmayın” dememiş. Yazdığımız her kelimenin, söylediğimiz her sözün Kahramanmaraş’tan sonra olduğunu bilerek yazmak, “yaraya tuz basmak” gibi olursa, yazın; söyleyin. Yaşananları estetikleştirmeden, “şeyleştirmeden”, analiz nesnesi etmeden; yapabiliyorsanız kendinizin de bu öykünün parçası olduğunu bilerek ve hatırlayarak yazın; hepimiz Kahramanmaraş’ın enkazından çıktık çünkü.

Şehirler isimlerini koruyorlar ama anılarını değil. Yalova’da, sahilde, deprem sonrası yapılan bir parkta, bir deprem anıtı var. Mermerin üzerinde hayatını kaybedenlerin isimlerini yazmışlar, aynı zamanda bir tür müze; depremle ilgili fotoğrafları da görebiliyorsunuz. Her ismin yanında bir delik var, sevdiklerinizin isimlerinin yanına birer çiçek koyabilesiniz diye. Kahramanmaraş’tan sonra yazmak, söz söylemek oraya gidip kaybolan yaşamınızla yüzleşebilmek, o acıyı yeniden yaşayarak ve yaşamınıza devam ettiğinizin farkına vararak yazmak gibi olmalı; taşınması gereken bir yük gibi.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.