Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Şimdi siyaset zamanı – Herkes her şeyi biliyordu!

Sözün bittiği yer diye bir yer yoktur. Söz bitmez, ama konuşmak için gereken mecali bulmak, hele şöyle bir ortamda kelimeleri seçip doğru cümleleri kurmak kolay iş değil.

Siyaset üstü diye bir şey de yoktur, her şey ve en çok da zamansız ve kitlesel ölümler dibine kadar siyasidir. Yıkım siyaseti, inşa siyasetinin imasıdır. Her inşa arzusu, bir yıkım iradesini ifade eder.

1999’da yaşanan o korkunç felakette fark ettik devletin yokluğunu. Enkazın altından insanları çıkarmaya gidenler önce komşuları, sonra yakın şehirdeki sıradan insanlar ve gönüllülerdi. Marmara Bölgesi’nde sivil toplum kent meselesini böyle gündemine aldı. Tersinden de söylemek mümkün, depremle birlikte kentler sivil toplumun başlıca meselesi haline geldi.

Öyle bir enerji birikti ki sivil toplumda, kendini devletin yerine koyan siyasi irade elinden geleni ardına koymayarak ortadan kaldırdı 2000’ler boyunca ürettiği tüm mekanizmaları ve ağları. 2010’larda Gezi Parkı’nın savunulması için ilk harekete geçenler, 1999 depreminin yıkıcılığına tanık olarak kentlerin devlete, siyasete ve onların işbirlikçisi hükmündeki müteahhitlere bırakılmayacak kadar hayati öneme sahip olduğunu bilenlerdi. Gezi Parkı yalnızca yeşil alan değil aynı zamanda kentin merkezindeki nüfusu yoğun mahallelerin sığınabileceği bir toplanma alanıydı çünkü. Bu yüzden üzerine bir kışla, müze ya da alışveriş merkezi dikilemezdi.

Gezi Parkı’nı örgütledikleri gerekçesiyle hapsedilen insanların tamamının ortak tek bir özellikleri var. Hepsi de hepimize ait olanları, müştereklerimizi savunanlar. Hapsedildiler, çünkü devlet bize ait olan her şeyin aslında kendilerine ait olduğu vehmine kapılmış bulunan bir güruhun aklından ibaret ne zamandır.

Gezi Davası’nın bir kez beraatle sonuçlandığını biliyorsunuz. Göstere göstere ikinci bir dava açıp mahkûm etmelerinin sebebi de kendilerince bir ibret-i alem sahnesi yaratmaktı. “Siz kim oluyorsunuz da toplumu, kamuyu, hakkı, hukuku, hem de bana, bana ya, hem de bana karşı savunuyorsunuz. Ben o halkın, toplumun, kamunun kimsesizliğine yaptım bütün gelecek yatırımlarımı” demek istiyorlardı. İkinci davayla verdikleri mesaj da açıktı: “sizi hukukla değil, aksine ve bilhassa hukuksuzlukla bertaraf edeceğiz ki, herkes sınır tanımamazlığımızdan korksun.” 1999 depremiyle uyanan sivil dayanışma ruhunun 2013’te bütün ülkeye yayılan bir şehir ve hak savunusuna dönüşmesi ne kadar tesadüf değilse, sonuna kadar haklı o savunuyu hem öncesinde hem sonrasında sürdüren insanların haksız-hukuksuz yargı süreçleriyle mahkûm edilmeleri de o kadar tesadüf değil yani.

Bugün sözü Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman ve Can Atalay’a bırakacağım. Aşağıdaki paragraflar onların 2000’ler boyunca iktidarın kent siyasetine neden itiraz ettiklerinin ifadesi. Hedef alınacaklarını bile bile konuştular, eylediler ve şimdi cezaevindeler. Oldukça uzun zamandır, toplumu, insanların hayatlarını ve haklarını, hukuku ve hepimize ait olanları savunan herkes başlarına bir şeyler gelebileceği riskini göze alarak konuşuyor.

Aşağıdaki alıntılar ne ki? Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman ve Can Atalay yüzlerce konuşma yaptılar iktidarın rant hırsının şehirleri nasıl bizim olmaktan çıkardığını, hepimizin hayatını ve geleceğini tehdit eden birer bubi tuzağına dönüştüğünü anlatmak için. Yalnızca onlar mı? Mahalleler konuştu, işçiler konuştu, hocalar konuştu, öğrenciler konuştu, ne olup bittiğine biraz uyanan herkes konuştu ve anlattı bunları.

Bütün bu kıssanın hissesini diyecek cümlelerim var ama yazmayacağım. Şimdi cümlelerimi terbiye edecek gücüm yok. Kalsınlar gırtlağımda düğüm olarak.

Niye mevzuyu burasından tuttuğumu izah etmekle yetineyim. Derdim bakın bu arkadaşlarımız bu olacakları zaten söylüyorlardı demek değil. Söyleyenlerimiz de söylemeyenlerimiz de 20 yıldır devam eden inşaat çılgınlığının bu denli ağır bir faturası olacağını biliyordu. Bu çılgınlığı iktidarda kalmanın tek yol ve yordamı olarak gören siyasi irade de olabilecekleri pekâlâ biliyor ve hesaplıyordu. Eğer bilmese ve hesaplamasa, buna direnen ve kriz anında toplumu savunmaktan geri durmayacak insanları, örgütlenmeleri ortadan kaldırmak için bunca uğraşır mıydı? Olabilecekleri öngörmese AFAD’ı merkezileştirmek için onca çaba sarfeder, insanları kimsesizleştirmek için bu kadar önlem alır mıydı? On binlerce kişinin hayatını kaybettiği, etkileri kim bilir kaç on yıl devam edecek bir depremden sonra bile sivil ve siyasi dayanışmayı ortadan kaldırmak için bunca uğraşmasının sebebi, ne yaptığını gayet iyi bilmesi.

Hiçbir şeyi akla, bilime yabancılıklarından, cehaletlerinden, bilmemelerinden vs. yapmadılar. Bu türde her izahat şu ya da bu şekilde bütün bu manzaranın faillerini temize çekmek, aklamak olur. Olabilecek her şeyi bilerek, şehirleri bu denli hızla ve fütursuzca yıkıp yeniden yapmanın yaratacağı sonuçların farkında olarak yaptılar siyasi ve ekonomik tercihlerini. Yaptıklarının sonuçlarını bildikleri ve kestirdikleri için ceberrutlaştılar, otoriterleştiler, hukuk dışına çıktılar. Bütün bu yaşadıklarımız 20 yıldır bu ülkeyi yönetenlerin yaptıkları siyasi tercihlerin bir sonucu.

“Derdiniz kaçak yapı değil…”

Aşağıdaki paragraf Mücella’nın Bianet için Özge Gözke’nin hazırladığı “Kaçak yapılaşmada ceza çözüm değil” başlıklı haberi için verdiği demeçten. Haberin yayın tarihi 9 Haziran 2004. Konu, Meclis Adalet Komisyonu’nun, Türk Ceza Kanunu’nda bir değişiklik yaparak, yapı ruhsatı almadan bina yapanlara 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası verme yönündeki kararı. Daha doğrusu bu kararın, gecekonduların yıkımıyla sınırlı olacağına dair işaretler. Bu nedenle yüreğine kurban olduğum Mücella söze, “Ruhsatsız yapıları önlemeyi planlıyorsanız önce Gökkafes yıkılmalıdır” diye başlıyor. Yani diyor ki, niye yoksulun gecekondusu batıyor gözünüze, deprem riski sizin yaptığınız plansız, projesiz binalar, projeler için geçerli değil mi? Gecekonduları da yıkın tabii demeye getiriyor, ama önce anayasada bulunan barınma hakkının gerektirdiği politikaları hayata geçirin.

“Barınma hakkı insanlık hakkıysa, güvenli, temiz ve insana yaraşır binaların yapılması amaçlanıyorsa, kaçak yapıların yasaklanması anayasaya da girmelidir, bu amaçla bütün yasal mevzuatın değiştirilmesi gerekir. TCK’daki düzenlemelere, depremde yıkılan binaları yapanların ve yaptıranların taammüden adam öldürmekten ceza almasına ilişkin bir madde eklenmelidir. 17 Ağustos depreminde ruhsatlı ya da ruhsatsız binaların yıkılmasıyla binlerce kişinin öldüğünü ve Ömerli havzasında, koruma yasaları hiçe sayılarak yapılan Formula 1 pistini düşündüğümüzde, kaçak yapı yapmanın TCK’daki cezalara karşın mümkün olabileceği akla geliyor. TCK’daki düzenlemeler bu örnekteki kaçak yapıları yapanlara ve malzeme sağlayanlara uygulanırsa düzenleme bir anlam kazanacaktır. Deprem bahanesiyle, plansız olarak bir sürü toplu konut alanı açılıyor. Yapılması gereken yeni binalar yapmak değil, varolanların iyileştirilmesidir. Gecekonduya yönelik yapılaşma, bir devlet politikası olarak ortaya çıktı. İç göç başladığında gecekondu bölgesinde oturanlar hem sermayenin ucuz işgücü ihtiyacını karşıladılar, hem de işverenlerin çözmesi gereken konut ihtiyaçlarını gecekondu yaparak kendileri sağladılar. Toplu konut ve gayrimenkul yatırım ortaklıklarıyla kent sermayesi gayrimenkul şirketlerinin kullanımına veriliyor. Bunlar İstanbul’a göçü de çağırıyor. Buna bağlı olarak yeni yollar köprüler de yapılıyor. Tersine göç, tarım politikalarının desteklenmesiyle hayata geçebilir.”

Sıradaki paragraf da Mücella’nın 2008’de o döneme kadar AKP Genel Başkan Yardımcılığı yapan Şaban Dişli’nin ailesine ait Sırma Su Fabrikası’nın kaçak olduğunun ortaya çıkması vesilesiyle verdiği demeçten. Mevzuyu CHP gündeme getirmişti. Haberin yayınlandığı tarih belli değil.

“Bu plan ayrıca usulsüz olarak yapılan ve burada olmaması gereken sanayi yapısını aslında meşrulaştırma ya da yasal hale getirmeye çalışıyor. Bu da planlama niteliğine ters ve kamu yararına aykırı. Türkiye ve dünya için büyük bir kaynak olan su havzalarının kullanılmasına yasal kılıf hazırlayan bir plan var elimizde. Zaten biz bu konuya afet hali olarak da bakıyoruz. Afetler sadece depremlerle meydana gelen doğa olayları değildir. Aynı zamanda suyun ve havzaların da bir şekilde yapılaşmaya açılması afettir. Gerçekten şu anda heyelan potansiyeli olan bir alandayız. Buradaki bitkisel doku heyelanı önlüyor. Bir miktar müdahale edildiğinde doğa kendini bırakmış.”

Mücella’nın, 10 Eylül 2009’da Mynet’te yayınlanan “14 yılda ne değişti” başlıklı haber için verdiği demece de bakalım. Ama önce bağlamı kısaca anlatayım. 2009 Eylül’ünde Ayamama, Tavukçu ve Papaz dereleri taşmış, 31 kişi hayatını kaybetmişti. Ayamama’daki seli daha sonra yaptığım bir saha çalışmasında pek çoklarından dinledim. Derenin önemli bir bölümü Başakşehir’in değerini artırmak için yapılan Sular Vadisi projesi nedeniyle yeraltına indirilmişti. Yani derenin yatağı kapatılmış ve sele davetiye çıkartılmıştı. Peki bu felaketten sonra vazgeçildi mi Sular Vadisi’nden… Hiç olur mu? Her büyük yağmurda Sular Vadisi kâbusa dönüşüyor hâlâ.

“Facia, bölgenin doğasına aykırı gelişen çarpık yapılaşmanın eseridir. Silivri, tarım alanlarının yoğun olduğu bir bölge. Doğa suyu emmeye alışkın. Ancak bölgenin altyapısı eksik ve ciddi bir yapılaşma var. Tarım alanları için toprak yasasının değiştirilen bir maddesine dayandırılarak yapılanma izinleri çıktı. Böylece bölgedeki toprak ve su dengesi bozuldu. Şu an gördüğümüz, bundan sonra göreceklerimizin çok küçük bir kısmı. Bölgedeki çarpık yapılaşma böyle devam ederse çok daha korkunç tablolarla karşılaşacağız.”

Gezi Parkı’na yaklaşıyoruz artık. Mücella, 16 Şubat 2012, Cumhuriyet’te yayınlanan “Taksim insansızlaştırılacak” başlıklı habere şu demeci veriyor. 

“Proje Taksim’deki her şeyi yeraltına alıyor. Taksim’in üzerinde kimse kalmıyor. Burada cami alanını görüyoruz. Artık Taksim’de yürünemeyecek, bütün İstanbul’un trafiği bir dehlizde olacak. Bugüne dek İstanbulda yapılan ve birçok vadiyi yok eden bütün geçitler ve tüneller deprem bahanesiyle ihalesiz yapılmıştır, bu plan da ihalesiz yapılmıştır, buldozerlerin taşınması an meselesidir. Tarihsel eserleri barındıran önemli bir bölgede, rant projelerine Taksim alet olmamalıdır.”

Bir paragraf daha Mücella’dan: “Gezi, Cumhuriyet dönemi şehircilik mirasıdır. İlk açık alan uygulaması, toplumsal belleği, kentsel mirasıdır. Özellikle ekolojik açıdan depremsellik düşünüldüğünde vazgeçilmez açık alan. O yüzden Gezi, Taksim Meydanı’nın ayrılmaz bir bütünü.” HaberTürk’e vermiş bu demeci, tarih 21 Mart 2012.

Kentlerimiz kırılgan

“Yeni Anayasa ve Orman” konulu bir panel düzenlenmiş Mart 2012’de. Tayfun uzun uzun anlatmış meselenin ne olduğunu. Serkan Köybaşı’nın aldığı notlardan aktarıyorum ben de.

2B tartışması… bizlerden, teknik insanlardan daha çok emlak yatırımcılarının dikkatini çekmekte. Bu, üzerinde mülkiyet hakkının kurulmasının mümkün olmadığı alanlara gözünü dikmiş olmalarından kaynaklanıyor. Ne oluyor 2Bde diye baktığımızda, bu alanların satışıyla gelecek gelirin afet yasasında kullanılması söz konusu. Sorunlu bir alandan elde edilen gelirle başka bir sorun halledilemeye çalışılıyor. Kaçak yapılaşmış, hiçbir mühendislik işlemine tabi olmadan yapılan yapıların satışını gerçekleştirerek elde edilecek gelirle yine bu yapıların dönüşümünü düşünmek bir çelişki. Kentlerimiz deprem gerçeği karşısında kırılganlar. Hepimiz mühendislik hizmeti almamış binalarda yaşıyoruz. İstanbul’daki binaların %70’i mühendis yardımı almadan yapılmış, %40’ı ise kaçak.

2B düzenlemeleriyle birlikte amacın köylü veya yoksulları kollamak değil, yeni kentsel rant alanları yaratmak olduğu görülüyor ki böyle bir sürecin vahameti hepimiz için çok büyük olacak. Ne yapmak gerekir? Çok kolay, satış değil, irtifak hakkı tanınarak alanları fonksiyonel şekilde yapılandırmak gerekiyor. Bunlar tasarlanana kadar 2B tasarılarının rafta bekletilmesi gerekiyor. Çok düşük bedellere satacağımız bu arazilerin kentsel arazi haline gelip çok büyük meblağlara ulaşacağını düşünmek gerekir. …Altı ay bütün kepenkleri kapatsak Türkiye yine büyük bir ekonomik faaliyete devam eder. Ancak bunun bedelini hepimiz öderiz.

Şu aşağıda aktaracağım paragrafın hikâyesini hayal meyal hatırlıyorum. Fikirtepe henüz yıkılmamıştı. Şehir Planlamacıları Odası açtığı davalarla projeyi, dolayısıyla yıkımı engellemeye çalışıyordu. Tayfun, mahalle halkından da tepkiler aldıklarından bahsediyordu o günlerde.

“İnşaat şirketleri Fikirtepe’de ada toplamak için dolaşırken İstanbul Şehir Planlamacıları Odası, İstanbul Mimarlar Odası ve İstanbul İnşaat Mühendisleri Odası, 8 Mart’ta askıya çıkan imar kararının iptali için dava açtı. Gerekçeleri ise bu kadar önemli bir dönüşümün özel sektörün inisiyatifine bırakılamayacağı ve kamu yararının gözetilmediği yönünde. İstanbul Şehir Planlamacıları Odası Başkanı Tayfun Kahraman, bu dava yüzünden Fikirtepe halkının kendilerine karşı cephe aldığını, ‘Fikirtepeliler bizi bir kaşık suda boğmak istiyor. Oysa bölge halkının menfaati için böyle bir dava açtık, ilerleyen yıllarda anlayacaklar’ sözleriyle anlatıyor. Yavuz Can (Can Gayrımenkul Şirketi’nin sahibi) da, ‘Bu davayı geri çekmeleri için tüm yasal haklarımızı kullanacağız. Gerekirse toplu gösteri için meydanlara çıkacağız’ diyor.

Dava sonucu ne olur bilinmez ama Büyükşehir Belediyesi Fikirtepe’de ‘imar bonusu’ vererek başlattığı pilot projeyi İstanbul’un genelinde uygulamaya hazırlanıyor. Bu proje, Maltepe Dragos, Kağıthane Cendere Vadisi ve tarihi mirasın korunmasına yönelik de Beyoğlu Perşembe Pazarı’nda devam edecek. Sırada ise Esenler, Güngören, Küçükçekmece, Zeytinburnu ve Okmeydanı var.”

Haberi yazan Zehra Alagöz Temiz, Forbes (web sayfasında haberin yayınlanma tarihi belirtilmemiş ama Fikirtepe’deki kentsel dönüşüm projesinin başlangıcında olduğu anlaşılıyor.)

Alıntı yapmayacağım, ama bu yazıyı yazarken baktığım kadarıyla yalnızca 1300 kişinin izlediği şu videoyu da dikkatlerinize sunmak isterim. Hem şehirleri birer afet yerine dönüştüren, kendisi bizatihi bir afet hükmü taşıyan 6306 sayılı yasanın hangi koşullar altında kamu yararına bir araca dönüştürülebileceğini, hem de İstanbul’u depreme hazırlamak için İBB’de yaptıkları çalışmaları anlatıyor. İktidarın, İBB’nin bu işleri yapmasından neden bu denli korktuğunu anlamayan artık kalmamıştır diye tahmin ediyorum.

6306’nın işlevi ne?

Size aktaracağım son paragraf Can Atalay’dan. Bizzat kaleme aldığı “Deprem güvenliği 123 yıla tamam inşallah,” 8 Kasım 2020’de yayınlanmış.

“6306 sayılı Yasa 2012 yılında yürürlüğe girdi. Kendisinden önceki mevzuata dayalı olarak yapılan uygulamalar gibi, 6306 sayılı Kanun uyarınca yapılan tüm uygulamalar da en uygun koşullarda (asgari maliyetle azami güvenlik) afet güvenliğini sağlayamamıştır. 6306 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinin üzerinden sekiz yıllık bir süre geçtikten sonra, ‘kentsel dönüşüm’ün üst orta gelir seviyesindeki bölgelerde bina düzeyinde yıkıp yeniden yaparak rant devşirme, öte yandan kent merkezindeki dar gelirli mahallelerde ise ‘kamulaştırma’ tehdidi anlamını kazanmıştır. 6306 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden bu yana geçen sekiz yıl, gerek anılan mevzuatın gerekse de bu mevzuata dayanak olan zihniyetin, ne İstanbul’da ne de Türkiye’de afet (deprem) güvenliğini sağlayamayacağını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya koymuştur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 05.11.2020 tarihinde, 18 yıllık AKP iktidarı döneminde 975 bin TOKİ yapısı yapıldığını; ancak ‘dönüştürülmesi gereken’ 6 milyon 700 yapının daha olduğunu açıklaması dahi durumu tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Daha açık bir söyleyişle ve basit bir hesapla mevcut kentsel dönüşüm modeli ile deprem güvenliğinin tümü ile sağlanabilmesi için 123 yıla ihtiyaç olduğu söylenmektedir!

Oysa, içinden geçtiğimiz iktisadi kriz (ana muhalefet partisi liderinin ifadesi ile ‘buhran’) göz önünde bulundurularak, kimisi mülkiyete kimisi ise kiracılığa yönelik ucuz ve nitelikli konut arzının sağlanması zorunludur ve bunun çok çeşitli finansman modelleri ile gerçekleştirilmesi mümkündür.

***

Hasıl-ı kelam, kader planı diye bir şey yok. Şu felaketin hangi süreçlerle, nasıl planlandığını herkes biliyor. Hepimiz biliyoruz. Bildiğimiz bu şeyle ne yapacağımızı henüz kestiremediğimiz için boğazlarımızda düğümleniyor cümlelerimiz. Yapabileceklerimizi yapmak üzere yola koyulduğumuzda başlayacağız hakkını vererek konuşmaya.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.