Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: Allahu ekber demesinler de ne desinler?

Bizim oralarda durduk yerde sağa sola çatan veya inatla olmadık işlere sardırarak ortamı terörize edenlere “Yine ne kudurmuşsun?” diye sorarlar. Kudurmakla itham edilen genellikle yediği önünde yemediği arkasında ve işleri yolunda giden kişidir. Etrafı bu şekilde taciz etmesi için rahatın batması dışında akla yatkın hiçbir gerekçesi de yoktur. Sözüm meclisten dışarı ama maalesef Türkiye’nin son on yılında toplum olarak bu tür bir kudurganlığın pençesinde oradan oraya savrulduk durduk.

İlk yıllarında çeşitli engellemelere ve dışlamalara maruz kalmış olsa da AKP iktidarları toplumun farklı kesimlerinden ve birbirinden çok farklı yaşam dünyalarından ama Kürt sorununun çözümü diye, ama beka diye, ama darbe girişiminde bulunuldu diye neredeyse sınırsız bir destek de aldı. Bu desteğe rağmen nedense iktidarlarının devamını toplumu kutuplaştırmada gördüler. Her üç günde bir sahneye yeni bir çatışmalı konu sürüp, koca ülkeyi hop oturup hop kaldırarak popülist atakların peşinde sürüklenmeye zorladılar.

AKP iktidarlarının bu şekilde önümüze koyduğu meselelerin hepsini değilse de son on yılımızı kaplamış birkaç büyük meseleyi hatırlayabiliriz. Taksim’e Topçu Kışlası inşası ve bu amaçla Gezi Parkı’na göz dikilmesi, Ayasofya’nın ibadete açılması, İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, bir türlü başlanılamamış olsa da Kanal İstanbul projesi ve son olarak başörtüsü meselesi… Memleketin bunca derdi varken hiçbiri bugün hakiki bir derde tekabül etmeyen, hakiki bir derde derman sunmayan meselelerle niye uğraşıldı?

Bunları birbirimize anlatıp durmaktan yorulduk ama deprem mevzuu ile ilgili olması nedeniyle buraya İstanbul Sözleşmesi’ne dair bir parantez açmak istiyorum. Sözleşmenin feshinin evvelinde, toplum zararlısı kimi isimler aile elden gidiyor diye, yıllarca düzenli aralıklarla feryat figan etmiş ve bu feshi kışkırtmıştı. Ailenin elden gidiyor olduğu tezi, sözleşmede, sadece bir kez geçen cinsel yönelim ifadesine dayandırılıyordu ki bu ifade de esasen ayrımcılıkla ilgili bir maddeydi ve kimsenin cinsel yönelimi nedeniyle ayrımcılığa maruz bırakılamayacağını söylüyordu. Şimdi an itibarıyla 40 bini de geçtiği anlaşılan deprem kayıpları karşısında sözleşmeyi hatırlatıyor olmam da bu sözüm ona “aileyi koruma” gayesiyle ilişkili. Ne menem bir gayeyse, apartmanlar dolusu ailenin malını ve canını afetlerden ve başka felaketlerden korumaya yirmi bir yılda hiç yönelmemiş bile. Kadınları ve çocukları aile içinde yaşanan şiddet karşısında yalnız bırakmakla kalmamış, bu konudaki kazanımlara da saldırmış. Fakat yine de semalarımızda gizemli bir “aileyi korumak” teranesidir ki mütemadiyen dolanıp durmuş…

Deprem sonucunda ortaya saçılan kimi bilgiden bir kez daha anladık ki aileyi korumak dedikleri şeyin içinde oğulların, kızların, ebeveynlerin ve minicik torunların hayatını korumakla ilişkili bir odaklanma hiç olmamış. “Aile” enkaz altında. Adıyaman’da ellili yaşlardaki bir anne ve baba, yaşları 20, 26, 27 olan birisi tıp fakültesi öğrencisi ikisi doktor üç evlatla birlikte yana yana toprağın altında. Onları defneden kuzenleri Gürcan Duygu Baysal’ın sözleri insanın kalbini paramparça ediyor: “Ailemi gömdüm geldim, ellerimle yazdım o tahtalara isimlerini… Çocukluklarını yaşamadılar doktor olacaklar diye…”

Enkazdan sağ çıkarılanların başında var gücüyle “Allahu ekber” diye bağıranları ekrana getirip duruyorlar. Böylece felaketin günahını kendilerinden uzaklaştırabileceklerini sanıyorlar! Hilal Kaplan günler sonra enkazdan çıkan bir bebeğin tertemiz olmasından söz ediyor ve görüntüsünü paylaştığı bebeğin apaçık bitkinliğini “sanki uykusundan kaldırılmış gibi huzurlu” sözleriyle betimliyor; “Allahu ekber demeyelim de ne diyelim” diye soruyor. Sanırsın ki Allah bu güzelim bebekleri, koca bir ülkeyi deprem karşısında kaderine terk etmiş ve yirmi bir yıldır hiçbir şey yapmamış AKP iktidarlarını temize çıkarmak için günlerce korumuş. Öyle tuhaf bir haleti ruhiyeyle ve kibirle paylaşıyorlar bu haberleri! Hiçbir şey yapmamış demek de yanlış olur, mesela afetin vurduğu şehirlerden İskenderun’da bazı alanları riskli kabul eden 2013 tarihli Bakanlar Kurulu kararını, depremden tamı tamına bir yıl evvel Cumhurbaşkanı bir kararıyla iptal edivermiş.

Bunlar hatırlanmasın diye, yüzde 82.7’nin kendisini Müslüman olarak tanımladığı bir ülkede, (haşa) “tekbir”e de çökmeye kalkışıyorlar. Örneğin “Aleyna Ölmez” gibi, on ikinci gün enkazdan bilinci açık olarak çıkan ve organ fonksiyonları şükür ki bozulmamış olan depremzedeyle ilgili haberleri, sonuçta “imansız muhalefeti” alt edecek bir kanıt bulmuş gibi paylaşıyorlar! Başımıza çalar gibi… O “betona” kesmiş yüreklerinde enkazdan sağ çıkanlar karşısında duyduğumuz büyük sevincin onda birini yaşayacak insanlık kalmış olsaydı keşke… Tekbiri, Müslümanlığı, bu dünyayı ve öbür dünyayı tümden temellük etmişler ya, bu “mucizelerle” parti devletini sorumluluktan sıyıracaklarını sanıyorlar. Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi “bu mucize değildir, bu bizim ayıbımızdır, günahımız ve toplumsal suçumuzdur.” Önder bu “mucize” söylemini çok tehlikeli bulduğunu da ekliyor. Kim bilir Aleyna gibi kaç genç, toprak altında günlerce yardım bekledi, korku ve acı içinde hayatını kaybetti. Aleyna’nın elimize verdiği bir kanıt varsa o da bu. Binlerce insan enkaz altında günlerce “Sesimi duyan yok mu” diye bağırdı…

Sözün özü, kimsenin tekbirle bir derdi yok. Daha doğrusu tekbiri kalbinde olanla kimsenin hiçbir derdi yok. Fakat yine bir arkadaşımın sorduğu gibi, bu coğrafyada kafa keserken “Allahu ekber” diye bağıran IŞİD hafızasını, enkazdan çıkarılan dehşet içindeki insanların başında canlandırmanın gereği var mı? Yine de sözüm orada tekbir getiren sıradan yurttaşa değil. Onlara bunun yanlış olduğunu, aç susuz ve şok halindeki bir insanın başında böyle bağırmanın ciddi risk yaratacağını anlatmak yerine, tekbirden bile rant devşirmeye çalışanlara.

AFAD’ın Ekim 2019’da Kahramanmaraş merkezli 7.5 büyüklüğündeki deprem senaryosunun tatbikatını gerçekleştirdiği ortaya çıktı.

Tekbir ve mucizelerle üstü örtülmek istenen skandallara her gün bir yenisi ekleniyor. Linkteki haberde göreceksiniz, çok değil daha sadece üç yıl evvel, AFAD tarafından hazırlanan 2020 tarihli İl Afet Risk Azaltma Planı’nda (İRAP), Kahramanmaraş’taki güçlü deprem ihtimalinden başlayarak, depremin büyüklüğüne ve nasıl bir yıkım olacağına kadar tüm ayrıntılara yer verilmiş. Planda 7.5 büyüklüğündeki bir deprem öngörülmüş, risk dağılım haritası bile yapılmış. Deprem senaryosu oluşturulmuş. Mahalleler, semtler, binalar tespit edilmiş ve oluşacak hasarlar da ayrıntılarıyla kayda geçirilmiş. Alınması gereken önlemler tek tek anlatılmış. Peki bölgedeki on binlerce insanı ve binlerce aileyi korumak için yirmi bir yıllık iktidar ne yapmış dersiniz? Yukarıda anlattığım gibi, aynı dönemde İstanbul Sözleşmesi’ne ve LGBTİ+lara savaş açılmış, aileyi depremden değil ama bunlardan korumak için hummalı bir faaliyete başlanmış ve gelinen noktada bir deprem olmasaymış, bu bağlamda “aileyi korumak” için hazırlanan Anayasa değişikliği TBMM Genel Kuruluna getirilmeye hazırlanıyormuş…

Şimdi de bize sanki depremin büyüklüğünü tartışıyormuşuz gibi, “yüzyılın felaketi” senaryosunu benimsetmeye kalkıyorlar? Ekipler kurulmuş, görseller hazırlanmış, troller sosyal medya ortamlarına salınmış, gazetelerin manşetleri saptanmış. Deprem iletişim stratejisi “yüzyılın felaketi” söylemi üzerine oturtulmuş… Oysa sadece Türkiye bile yüzyıldan biraz fazla bir süre içinde 7’den büyük olan 20 civarında deprem yaşamış bir ülke.

Ayrıca, yüzyılın felaketi deyip duranlara sormak lazım, yaşanacağı çoktan beridir bilinen bu depremin küçük olacağını kim söylemişti ki? Topçu Kışlası’na, Ayasofya’ya, İstanbul Sözleşmesi’ne ve Kanal İstanbul’a odaklanan akla zarar enerjinin ya da yurt içi ve yurt dışında itibara vs. harcanan kamu kaynaklarının yarısı, bağıra çağıra gelen depremlere yönelmiş olsaydı, Hatay, Maraş ve Adıyaman’ı baştan ayağa yeniden inşa etmek mümkün olabilirdi. Gerçekten de riskli bölgeler ilçe ilçe, mahalle mahalle, bina bina kurtarılabilirdi… İstanbul bile olası bir depremin tahayyülfersa yıkımından büyük ölçüde korunabilir(di). Heyhat ki AKP iktidarları itibarı burada görmedi. Görmeyecek…

Bir de kamu kurumlarınca yapılan deprem bağışları meselesi var. Bir yurttaş yapılan bağışların toplamını hesap etmiş ki gerçekten ibretlik; Türkiye Tek Yürek kampanyası ile kaba bir hesapla, “Türkiye’de her bir yurttaş 809 TL bağış yaptı, bağış yapamadık diye üzülmeyin” diyordu. Kamu kurumlarının hesaplayamadığım bağışları düşünülürse, depremde ölenler dahil her birimiz en az 1000 TL yardım yapmış olduk diye ekliyordu. Öyle gerçekten, çünkü 85 milyonluk ülkede sadece Merkez Bankası, Ziraat Bankası, Vakıfbank ve Halkbank’ın yaptığı bağışların toplamı 69 milyar liraya ulaşmış durumda. Kamu kurumlarınca yapılan her kuruş para yurttaşın cebinden çıkan bir paradır sonuçta. Bu miktarlarda bağış yapmanın para basmaktan ve paramıza biraz daha değer kaybettirmekten başka yolunun olmaması bir yana, zaten vergi mükellefleri olarak da bu bağışlar bizim cebimizden çıkıyor. Buyrun şu linkteki bilgilere de bir bakın. Her birimiz, ölülerimiz de dahil olmak üzere, 1000 TL bağışı hangi kurumlar ve hangi kamu kaynakları üzerinden yapıyoruz, rahatlıkla görebilirsiniz.

Burada devlet yok diye derdini anlatmaya çalışan yurttaşa “şerefsizler, haysiyetsizler” diyebiliyorlar. Bitmeyen ve hiçbir koşulda eksilmeyen o patolojik öfkeyle… Yer yerinden oynamıyor. Bir kişi bile istifa etmiyor. Sorumluluk denen şey o kadar unutulmuş. Yüzyılın felaketi yirmi yıllık iktidara değil de bir “beton cumhuriyetinde” yaşıyormuşuz gibi üç beş müteahhide fatura ediliyor.

On binlerce insanımızın depremle ölme ihtimalinin sınır ötesinden gelecek saldırılarla ölme ihtimalinden yüz kat daha güçlü olduğu bir ülkede her fırsatta tezkere çıkarmaya, her fırsatta sınır ötesi operasyon düzenlemeye gösterdikleri fetihçi hevesin milyonda birini bile yurttaşları diri diri enkaza gömmemek için önlem almaya göstermediler. Çünkü sessiz sedasız yürüyecek bina güçlendirme çalışmalarında ya da sığınma ve toplanma alanları inşasında, Avrupa’yı kıskançlıktan çatlatmak, tabanı konsolide etmek veya kendi bekalarını sürdürmek noktasında bir fayda telakki etmediler. Hepsi bu…

Bir “halka,” bir hırka çıktıkları yolda, kendileri, çocukları, çocuklarının arkadaşları, akrabaları, akrabalarının yakınları akla da ömre de sığmayan bir zenginleşme yaşadı… Dört dörtlük bir saadet zinciri. Gerisi enkaz…

Allahu ekber demesinler de ne desinler?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.