Türkiye, 6 Şubat’ta Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde meydana gelen depremlerin ardından yaralarını sarmaya çalışıyor. Ruşen Çakır, izleyicilerin soru ve yorumlarıyla deprem ve siyaset ilişkisini değerlendiriyor. Siyaset, depremin yol açtığı yaraları sarabilir, sorunlara çözüm üretebilir mi? İktidarın “depremin siyasi bir konu olmadığı” yolunda oluşturmaya çalıştığı algı toplumda karşılık buldu mu? Millet İttifakı’nın depremle ilgili yayımladığı yazılı bildiri nasıl değerlendirilmeli?
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Deprem felâketinde kayıplarımızın sayısı 40 bini aştı. Enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor. Artık sağ kurtarma imkânı kalmadı gibi. Umarız yeni mûcizeler olur; ama çok zor artık, çok zaman geçti. Bir yığın sorun, soru ortada duruyor ve tabiî ki dönüp dolaşıp olay siyâsete geliyor. Siyâset bu sorunları çözebilir mi, bu yaraları sarabilir mi? Bu soru önümüzde. İlk günden îtibâren depremin siyâset üstü olmadığını, tam da doğrudan siyâsetle alâkalı bir husus olduğunu söyledim, söylemeye devam edeceğim. Başkaları da yaptı bunu; ama özellikle siyâsî iktidâr bize bir anlamda, “Şu anda bunların zamânı değil” diye bir şeyi kamuoyuna vermeye çalıştı. Ama biliyoruz ki siyâsî iktidârın sözcüleri de ilk andan îtibâren aslında siyâset yaptılar ve yapmaya da devam ediyorlar.
Peki, siyâset depremin yaralarını sarar mı, ne yapabilir? Bu konuda önemli bir gelişme cumartesi günü yaşandı, mâlûm: Millet İttifâkı’nı oluşturan 6 parti, Saadet Partisi’nde bir araya geldiler ve deprem konusunu konuştular. Biraz geç kalmış bir buluşma olarak görülebilir; ama bir diğer yandan da bütün liderler kendi başlarına bölgeyi gezmiş bir halde o toplantıda bir araya geldiler. Sonuçta ortaya bir bildiri çıktı. Benim hep söylediğim gibi, yine bir yazılı metinle kamuoyunu baş başa bıraktılar. Halbuki kameraların karşısına birlikte çıkıp konuşsalardı, böyle bir olay hakkında, en azından çok daha etkileyici olabilirdi. Her neyse. Bu bildiri ne anlama geliyor? Birtakım eleştiriler tabiî ki var. Yetersiz bulanlar tabiî ki var. Ama bence çıkabilecek en iyi metinlerden birisi çıkmış diye düşünüyorum. Özellikle bu olayda, yani deprem felâketinde acıların katlanmasında Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin rolünün altının çizilmesi çok önemli. Bunu dün yazdığım “Asrın jübilesi” yazısında anlatmaya çalıştım. Zîrâ bize Başkanlık Sistemi’ni tam da böyle anlarda devletin daha iyi, daha hızlı, daha efektif sonuç alıcı bir şekilde müdâhale etmesi için önermişti, dayatmıştı kamuoyuna ve şu âna kadar yaşanan birçok krizde pek işe yaramadığını görmüştük; ama burada tam anlamıyla Başkanlık Sistemi’nin ciddî bir şekilde çuvalladığını gördük. Özellikle hızlı bir şekilde müdâhale yapılamamasında herkesin bir yerden tâlîmat beklemesinin rolü çok fazla oldu ve oradan gelen tâlîmatlar ya yetersizdi ya geç geldi. Her neyse; sonuçta normalin daha üstünde kayıplar verdiysek –ki verdik– bunda çok ciddî bir şekilde bu sistemin rolü var. Bu anlamda Millet İttifâkı’nın bu notu düşmesini, bu tespiti yapmasını çok önemli buluyorum. Bunun dışında tüm muhâlefet partileri; HDP dâhil, HDP’nin dışında Memleket Partisi ve Zafer Partisi de –Zafer Partisi, Ümit Özdağ bu olayı başka bir şekilde, sığınmacılara yönelik karşı propaganda için bir vesîle hâline getirmeye çalıştı, çok da başarılı olamadı–; ama bütün partiler bir şekilde seferberlik ilân ettiler ve bayağı da önemli işler yaptılar. Belediyeler, büyükşehir belediyeleri; İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere çok etkili çalışmalar yürütüyorlar.
Evet, depremin yaralarının sarılmasında siyâset ne yapabilir? Bu soruyu sizlerle berâber konuşmak için bu yayını yapıyoruz. Bu nasıl olacak? Benim ve Medyascope’un YouTube hesaplarından, oradaki chat bölümlerine sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi yazabilirsiniz.
İzleyicimiz Pınar Hanım demiş ki: “Bu depremin yaraları kolay kolay sarılacak gibi değil.” Gerçekten öyle. Zâten çok acayip bir olay yaşıyoruz, çok büyük bir felâket yaşıyoruz. Bu anlamıyla bakıldığı zaman “asrın felâketi” lâfı çok da abartılı olmayabilir — en azından Türkiye için olmayabilir. Bir de bunu, Cumhuriyet’in 100. yılında olması bağlamında da düşünmek lâzım. Çok kötü bir şey yaşadık ve bunun yaralarının sarılması, Pınar Hanım’ın dediği gibi gerçekten çok kolay değil; hele Türkiye gibi siyâsetin bu kadar kutuplaşmalar üzerinden yapıldığı bir ülkede… İlk andan îtibâren toplumun tümünü seferber edecek bir hareket yürütülmedi, iktidar tarafından yürütülmedi. Zâten Erdoğan yaklaşık bir gün sonra ortaya çıktı ve onda da doğrudan çok açık, net bir şekilde kardeşlik, dayanışma çağrısı, ayrılıkları ve farklılıkları yok sayma çağrısı yapmadı. Hattâ ne dedi? “Defter var, deftere yazıyoruz. Bâzı hesapları da göreceğiz” dedi. Orada da yine kutuplaştırıcı dilini muhâfaza etti. Daha sonra da gördük: Kimi sivil toplum kuruluşlarına yönelik karalama faaliyetleri, bâzı yerlerde sivil inisiyatiflerin üzerine kayyum atanması gibi birçok olay yaşadık ve o ilk günler geçti; şimdi yeniden toparlanma ve yeniden yapılanma aşamasına geçildiği zaman, Erdoğan’ın en iddialı olduğu alana girmiş olduk. Ama bu enkazın kaldırılması ve yerine yeniden şehirlerin inşâsı, hele bu şehirler Antakya gibi kültürün, târihin alabildiğine yoğrulmuş olduğu yerlerse hiç kolay olmayacak. Eğer Türkiye’de siyâset her türlü ayrımı bırakıp, el ele bir millî mutâbakat hâlinde –o meşhur lâfla–, yola koyulsa bile yine kolay olmayacak. Dolayısıyla Pınar Hanım’ın söylediği gerçekten çok önemli. Bu kadar büyük bir olayı çözme konusunda bütün herkes birleşse bile, çok zorluklar varken birleşme olayı gözükmüyor. Dolayısıyla iktidâra ve muhâlefete ayrı ayrı bakmamız gerekiyor.
Aytaç Gündüz demiş ki: “1999 depreminden ders alınmadı. Deprem vergilerinden toplanan paraları başka yerlere harcamak bizi kurtarmadı. Bilgisi olmayanın yetkisi olduğu sürece başımıza gelmesi sürpriz değil, bu ülkenin garibanına” diyor. Evet, deprem vergisi, paraların başka yerlere harcanması, becerikli olmadıkları belli olan kişilere, işin ehli olmayan kişilere önemli, kritik görevlerin terk edilmiş olması… bütün bunlara bakıyoruz ve gerçekten işimizin çok zor olduğunu görüyoruz. Birçok şey var; meselâ burada deprem vergisi deneyiminden hareketle insanlar şunu düşünüyor: “Şu anda yaptığım yardımlar da gerçekten hedefine varacak mı?” diye sorular soruluyor. Normalde bunların sorulmaması lâzım. Ama insanların ağzı çok kötü yanmış durumda. Depreme karşı alınmamış tedbirler ortada. Dolayısıyla bir ürkeklik var insanlarda, bir güvensizlik var. Bu güveni siyâsetin yeniden tesis edebilmesi çok zor olacak. Bunu iktidârın yapması artık iyice imkânsız gibi gözüküyor bana göre. Muhâlefetin bu konuda bir güveni verebilmesi gerekecek.
Ümit demiş ki: “Seçim yapılmazsa, iktidar seçimi kazanacağını düşününceye kadar bir daha seçim yapar mı? Muhâlefet bu tehlikeyi etraflıca düşünüyor mu?” Ümit, kadın mı erkek mi olduğunuzu bilemediğim için “Bey” diyemiyorum ya da “Hanım” diyemiyorum, ama Ümit diyeyim doğrudan. Seçim yapılamaz gibi şeyleri düşünmeyin. Seçim yapılacak. Yapılmak zorunda. Biz buna böyle bir ihtimal verdiğimiz anda zâten her şeyi bırakıp gidelim. Seçim yapılacak ve bugünün koşullarına bakıldığı zaman bu seçimde iktidârın yeniden kazanması artık iyice imkânsız hâle geldi bana göre. O zaman, “Yapılacak olan seçimden sonra muhâlefet ne yapabilir?” meselesinin üzerinde durmak gerekir. Muhâlefet seçimin yapılmama tehlikesi üzerine düşünüyor mu? Bakın, son cumartesi günü yaptıkları toplantıda seçimin ertelenmesi konusuna değinmediler. Zîra iktidardan resmî bir açıklama yapılmadı. Bülent Arınç üzerinden bir zemin hazırlanmak isteniyor olabilir. Ama iktidar, Erdoğan, açık açık “Seçimi erteleyelim” demedi. Onun için, ortada böyle bir şey olmadığı için onlar da cevap vermediler. Muhâlefet seçimin zamânında yapılması konusunda son derece kararlı.
Ensar İnce: “Siyâsîlerin ortalıkta görünmemesinin nedeni ne olabilir?” Görünüyorlar aslında benim bildiğim. Bugün meselâ nihâyet Devlet Bahçeli de Hatay’dan başlayarak çıktı. Erdoğan’ın yanında gidecek diye duyduk. Belki şu anda oradadırlar. Erdoğan, o yaptığı açıklamanın ardından bayağı bir dolaştı. Kılıçdaroğlu ilk günden gitti. Meral Akşener birkaç gün sonra gitti. Ali Babacan bildiğim kadarıyla tüm illeri gezdi. Davutoğlu gezdi. Temel Karamollaoğlu, Gültekin Uysal gezdi. HDP eş başkanları gezdi. Ümit Özdağ, Muharrem İnce gezdi. Haksızlık yapmayalım. Evet, gittiler, gördüler, insanlarla konuştular, bayağı yoğun bir şekilde. Meselâ Meral Akşener bugün yine Diyarbakır’da. Onu da vurgulayalım. Sonuçta ortalıktalar. Bir tek gezmeyen, gitmeyen Devlet Bahçeli’ydi. O da bugün başladı. Herhalde Erdoğan’la berâber başka illere de gidecektir. Fakat şunu söylemek lâzım: İktidârın yaptığı ziyâretlerle muhâlefetin yaptığı ziyâretler arasında çok fark var. Fotoğraflara baktığınız zaman da zâten bunu görüyorsunuz. İktidar daha böyle organize, korunaklı ziyâretler yapıyor. Muhâlefetin ziyâretleri daha böyle buldukları yere gitmek şeklinde özetlenebilir. Çok daha samîmî fotoğraflar: Kılıçdaroğlu’nun, Meral Akşener’in, Ali Babacan’ın verdikleri fotoğrafları karşılaştırırsanız ne demek istediğimi anlarsınız.
Kemal Uyanık: “2002’den 2023’e ekonomide de âfet yönetiminde de sorunları kabul eden iktidarlardan; ‘hiç sorun yok ki’ iktidârına geçiş yapmışız. En büyük problem bu değil midir?” Kemal Bey, doğru söylüyorsunuz; ama bu sefer bir istisnâ oldu sanki. İlk günden Erdoğan bâzı eksikliklerin, aksaklıkların olduğunu kabul etti. Bölgeden yaptığı basın toplantılarında da söyledi. Ömer Çelik o son, “Not ediyoruz” dediği açıklamada da bâzı aksaklıkların olduğunu kabul etti. O kadar büyük aksaklıklar oldu ki, sizin haklı bir şekilde, ” ‘Hiç sorun yok ki’ iktidârı” dediğiniz iktidar bile sorun olduğunu kabul etti. Ama olmayan ne var? Şu âna kadar tek bir Allah’ın kulu istifâ etmedi. Bir kişinin bile istifâ ettiğini görmedik. Gördüyseniz bana haber verin. Örneğin salgın sırasında yaşanan o kaosun ardından istifâ etmiş olan ve sonra istifâsı kabul edilmeyen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bu olaydan birinci derecede sorumlu, AFAD kendisine bağlı biliyorsunuz, gayet sâkin bir şekilde devam ediyor. Hattâ ânında olay yerinde olduklarını da söylüyor. Sonra HDP’li Silopi Belediyesi’nin aşevi açmasını, “Hazzetmememe rağmen çadır kurmalarına izin verdim” gibi şeyler diyerek acayip şeyler yapıyor. Çünkü biliyorsunuz Süleyman Soylu atanmış birisi. HDP’li Silopi Belediyesi az sayıda kayyum atanmamış belediyelerden birisi ve onların Pazarcık’ta çok ciddî yardım çalışmaları var. Ona sanki tenezzül etmiş de izin vermiş gibi şeyler yapıyor bir de böyle. İstifâ vs. hiçbir şekilde gündemlerinde değil. Çünkü “Birtakım aksaklıklar olabilir; ama o kadar aksaklıklar olabilir” yaklaşımı var.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bir izleyicimiz: “Hatay Belediye Başkanı istifâ etmeli mi sizce Ruşen Bey? İstifâ etmezse de ihraç edilmeli mi parti tarafından?” Şimdi tam istifâ konuştuktan sonra bu ilginç. Hatay Belediye Başkanı en son yaptığı açıklamada, sonuna kadar kalacağını söyledi. Daha önce AKP’den belediye başkanlığı yapmıştı, şimdi CHP’den seçildi, CHP’den belediye başkanı. Bilemiyorum açıkçası; ama bütün bu şeyde tabiî ki Hatay Belediye Başkanı bir soru olarak önümüzdedir. Ancak bütün bu yaşanan şeylerde Hatay Belediye Başkanı üzerinden konuşacaksak yanlış yapmış oluruz. Tıpkı îmar affı meselesinde “evet” oyu vermiş olan 8 CHP’li milletvekili olayında olduğu gibi. Evet, doğru, öyle bir şey var. Evet, Hatay’da çok büyük bir yıkım var ve belediyenin de kusuru olduğu muhakkak. Ama bunu böyle bir denge konusu yapmanın anlamı yok. Çünkü Adıyaman, Kahramanmaraş gibi yerler de çok kötü oldu. Burada her şeyden önce, esas sorumlu olan merkezî iktidar. Tabiî ki hepsinin, yerelde herkesin ayrı ayrı bu konuda vermesi gereken hesaplar var. Bunun yolu yordamı nedir bilemiyorum. Hatay meselesini de herhalde CHP kendi içerisinde değerlendiriyordur. Ama bunu, koca bir depremi ve koca bir başarısızlığı sadece Lütfü Savaş üzerinden konuşmak hakkaniyetli olmaz. Sorumlulukları var, bu anlaşılıyor. Onları söylemekle berâber, bunu özellikle vurgulamak istiyorum: Daha hakkaniyetli olmak gerekir.
Burak Özcan: “Meral Akşener suskunluğu tercih ederek fiilen siyâset dışında kalmış mıdır? Artık Altılı Masa’da tek söz sâhibi Kemal Bey diyebilir miyiz?” Hayır, diyemeyiz. Bu konuda cumartesi günü bir yayın yaptım, izleyenler olmuştur. İki farklı muhâlefet tarzı olduğunu söylüyorum. Birisi daha radikal, birisi daha ılımlı. Ama sonuçta ikisi de muhâlefet ediyor. Zâten cumartesi günkü toplantının ardından da o açıklamayı berâber yaptılar. Kimilerinin gözünde Kemal Kılıçdaroğlu daha öne çıktı; kimilerinin gözünde Meral Akşener daha doğruyu yaptı. Ben cumartesi günkü yayında da söyledim: Kişisel olarak, Kemal Kılıçdaroğlu’nun daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bu benim kişisel görüşüm; ama Meral Akşener’in izlediği stratejinin de bir anlamı olduğunu da kabul etmek lâzım. Hangisi doğru yaptı? Hani ne denir? Ben olsaydım şunu yapardım dediğim o; ama bu diğerinin toptan, külliyen yanlış olduğunu, bunun iktidarla işbirliği yapmak anlamına geldiğini düşünmüyorum. Onu özellikle vurgulamak isterim.
Büşra Koç: “Yaraları sarmak yanında yeni yaraların da önlenmesi gerekiyor. Deprem sonrasında birçok çocuk kimsesiz kaldı. Şu an, seçim kadar, bu çocukların korunması da muhâlefet için önemli bir başlık olmalı.” Tabiî ki haklısınız. Aynı zamanda okulların açık tutulması vs. daha birçok konu var. Meselâ Kılıçdaroğlu ne dedi? “Okulları açın, biz kalacak yer buluruz” dedi. Burada herhalde büyükşehir belediyelerine güvenerek bunu söylüyor. Ama iddialı bir çıkış. Aynı şekilde çocuklar meselesi var, buna benzer birçok konu var — ki bunları büyük ölçüde sivil toplumun farklı alanlarında değişik inisiyatifler, dernekler, vakıflar, birbirlerinden farklı insanlar bunları yapıyorlar zâten. Çocuklar konusunda, psikolojik danışmanlık konusunda, sağlık konusunda, görüyoruz: Gönüllüler var birçok yerden. Tabiî ki doğrudan yardım iletme konusunda da herkes birtakım sorumluluklar üstlenmiş durumda. Başta da söyledim; özellikle büyükşehir belediyelerinin çok ciddî çalışmalar yaptığını biliyoruz. Meselâ Kahramanmaraş’ta arkadaşlarımız, halk sağlığı alanında en etkili çalışmayı yapanlardan birisinin Ankara Büyükşehir Belediyesi olduğunu gözlemişler. Çok önemli ve çok takdire şâyan bir şey. Aynı zamanda sağlık alanında Tabip Odaları ve Yeryüzü Doktorları da meselâ Kahramanmaraş’talar, arkadaşlarımızın gözlemi bu. Başka şehirlerde başka kurumlar da var. İzmir Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Bursa, Konya, bunlar da hepsi bir şekilde bir yerlerinden tutmaya çalışıyorlar. Burada önemli olan tabiî ki bunların koordinasyonu. Bu koordinasyon konusunda açıkçası AFAD’ın ve siyâsî iktidârın bunu lâyıkıyla yaptığını ve yapabileceğini sanmıyorum. Ama tek adam yönetiminde, bu otoriter sistemde bunları aşabilmenin de imkânı yok. Şu âna kadar birtakım sorunlar çıktı. Bundan sonra başka türde yeni sorunlar pekâlâ çıkabilir. Burada işte muhâlefetin sivil toplumla birlikte eşgüdümlü bir şekilde hareket edebilmesi çok önemli olacak.
Sine Çakır: “99 depremi ve bu felâketin ardından, artık muhâlefetin, seçilmesi durumunda olası İstanbul depremi için atacağı adımları ve alacağı önlemleri çok açık şekilde seçim öncesinde ifâde etmesi gerekmez mi?” Evet. Zâten bunu yapmışlar. Şöyle yapmışlar: Hükûmet programı gibi bütün partilerin ortak yaptıkları çalışmada bu konu üzerine bayağı bir bölüm var ve cumartesi günü yaptıkları toplantıda bu bölümü tekrar bize hatırlattılar. Orada çok kapsamlı birtakım tespitler var, birtakım öneriler, programlar var. Önümüzdeki süreçte o konunun daha da görünür olmasının anlamlı olduğu ortada. Depremin Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi olarak bütün siyâsî partiler tarafından gündeme getirilmesi artık netleşti. Hele 3-4 ay içerisinde yapılması beklenen seçimlerde muhakkak öyle olmak durumunda.
Ahmet Baytursunov: “Muhâlefetin seçimin zamânında yapılması konusunda ısrârını, hükûmet, ‘Deprem, yıkım altında bunlar seçim düşünüyor’ şeklinde propagandaya dönüştürebilir mi?” Dönüştüremez. Tam tersine, kendisi seçimi ertelemeye kalktığı andan îtibâren, eğer böyle bir şey yaparsa, “Bunlar seçimden korkuyor, seçimden kaçıyor” havası yaratır. Dolayısıyla iktidar şu âna kadar zâten dikkat ederseniz resmî ağızlardan böyle bir şey söylemiyorlar. Olabildiğince temkinli davranıyorlar. “Bizim gündemimizde böyle bir şey yok” diyorlar. Yani propaganda malzemesi olarak, “Bunların derdi seçim” demeye kalktıkları anda, kendilerinin zarârına olur kanısındayım. Çünkü çok açık bir şekilde seçim isteyen ne diyor? “Görüyorsunuz, yönetemiyorlar. Seçimin zamânında yapılması ve bunların değişmesi gerekir” diyorlar. Dolayısıyla buradan da kazanma ihtimâli yok.
“İktidârın, ‘Deprem bölgesindeki toparlanmayı ancak biz yaparız. Bir yıl içerisinde evleriniz teslim edilecek’ vaadi bölgede ne kadar inandırıcı olur? Olursa buna karşı muhâlefet nasıl bir politika izlemeli?” Şu var: Şimdi görüyorsunuz birtakım vatandaşlarla yapılan röportajlarda –ki bizim arkadaşlarımız da çok karşılaştılar böyleleriyle– bütün yaşadıklarına rağmen, acılarına, yıkımlarına rağmen hâlâ Erdoğan’a desteklerini, siyâsî iktidâra desteklerini açık açık söyleyen, özel olarak bunu söylemek isteyen insanlar var. Yani bu depremin en büyük zarâra yol açtığı bölgelerde Cumhur İttifâkı’nın oyları hayli yüksekti. Bu oylarda bir gerileme olması pekâlâ mümkün. Burada tabiî ki bir yıl içerisinde evleri yapıp teslim etme gibi bir beceri siyâseten belki işe yarayabilir. Ama insanların yaşadığı acılar hâlâ çok tâze. Orada devletin ilk 2-3 gün kendilerine el uzatamaması gerçeği de ortada. Onu ortadan silebilecek bir ev inşâ edilemedi bence. Dolayısıyla Erdoğan tabiî ki zarârın neresinden dönülse kârdır diyerek bir yıl içerisinde evleri yaparak… ki yapıp yapmayacağı da ayrı bir mesele… Bu arada biliyorsunuz zâten bir dizi toplu konut projesi vardı — gençlere, şunlara bunlara yönelik. Bunların yanında bir de deprem bölgelerini nasıl yapacak? Bunlar da ayrı bir soru. Ama inşaat denince “Ben bu işten anlarım” diyen bir iktidar var. İnşaatı yapmak tek başına bir anlam ifâde etmiyor. Yıkılan yerlerde bunu gördük. Resmî binalar dâhil çok sayıda yeni binânın yıkıldığını gördük. İnşaat üzerinden bir propaganda yapıp buradan seçim kazanmak bana çok inandırıcı gelmiyor açıkçası.
Cafer Bakım: “Kaç seçimdir sandıktan çıkamayan Sayın Kılıçdaroğlu, depremin enkazından çıkarak seçilebilir mi?” Normal şartlarda, deprem öncesi yaptığımız daha önceki yayınlarda da “Kılıçdaroğlu seçilebilir mi?” sorusu vardı ve ben de genellikle şu cevâbı veriyorum: “Eğer muhâlefet partileri bir arada durursa, özellikle İYİ Parti kendisine çok açık destek verirse –HDP’nin de bir şekilde destekleyeceğini varsayıyoruz– Kılıçdaroğlu seçilir” diyordum. Şimdi Kılıçdaroğlu’nun seçilme ihtimâlinin bu yaşananlardan sonra daha arttığını söylememe izin verin.
Muharrem Palaz: “Seçim ertelenirse bunu siyâsî darbe veya bu YSK karârıyla olursa YSK darbesi olarak nitelendirebilir miyiz?” Muharrem Bey, isim koymaya gerek yok. Böyle bir şey olmaz. Bunun olasılığını konuşmak da çok anlamlı değil. Bu deprem darbesinden sonra bir de böyle bir darbenin Türkiye’de yapılabileceği kanısında değilim. Yapmak isterler mi bilmiyorum. İsteyebilirler; ama yapamazlar. Türkiye o kadar da değil, yani artık bunun târihi belli. YSK’nın normal görevi seçimlerin yapılışına nezâret etmek. Yoksa seçim târihi kararı vermek değil. Bunu siyâset yapar.
“Erdoğan seçimi 14 Mayıs’ta yapmaya karar verirse Millet İttifâkı’nın ortak aday açıklayabileceğini düşünebiliyor musunuz?” Tabiî ki. Zâten normalde geçen pazartesi günü toplanıp bunu büyük ölçüde belli edeceklerdi. Deprem olunca toplantı ertelendi. Şimdi Mart başına yapıyorlar ve orada ortak adayı da konuşacaklar. Seçim 14 Mayıs’ta ya da 18 Haziran’da, ne zaman olursa olsun herhalde Mart ayı içerisinde Millet İttifâkı adayını saptayacaktır.
Kemal Acat: “Her şeye rağmen Erdoğan’ın kazanma şansı var mı sizce? Kazanırsa ne olur?” Dünkü yazıma tekrar referans vereyim: “Asrın jübilesi” dedim. Onu okumanızı tavsiye ederim okumadıysanız. Kazanabileceğini sanmıyorum; çünkü kendisi eskisi gibi güçlü değil. Ortakları kendisinden zayıf. Kurmayları ona bakmaktan hiçbir şey yapamıyor, o tâlîmat verse de beceremiyor. Taban neye uğradığını şaşırmış durumda ve ekonomik kriz var. Ve.. ve… ve… diye devam ediyor. Buradan sonra Erdoğan’ın kazanma şansı olacağını düşünmüyorum. Dolayısıyla kazanırsa ne olur sorusuna da cevap vermenin çok anlamlı olduğu kanısında değilim.
Atakan Baş: “A Haber’in çadır haberini gördünüz mü? Ne düşünüyorsunuz?” Şöyle bir baktım. Ben bu tür şeylere çok fazla bakmıyorum. Gördüm tabiî, görmemem imkânsız. Ama baştan sona izlemedim. Yani… ne diyeyim yani? Ne düşüneyim? Düşünecek bir şey yok. Yazık yani, yazık. Kimse de inanmıyor. İnanmak isteyen inanıyor; ama kimse de inanmıyor.
Saba Altınsay: “Üniversitelilerin uzaktan eğitime geçirilmelerinin ve yurtlardan çıkartılmalarının amacının gençlerin olası bir toplaşmaya karşı ortalıktan çekilmesini sağlamak olduğunu düşünüyorum. Ne düşünüyorsunuz?” Böyle olduğunu sanmıyorum. Böyle bir cin fikir gelmiş belli ki birisinin aklına: “Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun yurtlarını depremzedelere verirsek hallederiz.” —“Peki okullar ne olacak?” — “Daha önce salgında yapmıştık. Uzaktan yaparız” filan. Böyle gelişti bence. Yani gençler toplaşmasın…, Türkiye’de gençler toplaşamıyor ki. Toplaşan gençlerin başına neler geldiğini görüyoruz. O anlamda öyle bir hesapla, hani gençlerin toplumsal patlamasının önünü kesmek için bunu yaptılar filan… Eğer patlayacağı varsa online eğitimdeki gençler de patlar, merak etmeyin. Üniversiteye gittikleri zaman orada birbirlerini gaza getirip yapacaklar diye bir şey yok. İsterlerse sosyal medya ortamında her zaman yaparlar. Buradaki mesele tamâmen bir çâresizliğin îtirâfı. Depremzedelere kalacak yer sağlayamama endîşesiyle alelacele alınmış bir karar.
Reşat Can Onur: “Deprem AKP’de seçime dâir bir umutsuzluk yaratmış, çelik çekirdeği kırmış olabilir mi?” Güzel soru da… çelik çekirdek kimdir, nedir, ne kalmıştır geriye? Çok fazla emin değilim. Ama çok büyük bir umutsuzluk yarattığı belli. Erdoğan’ın o ilk yaptığı basın toplantısındaki ruh hâlini, yani görüntülere de yansıyan ruh hâlini hatırlayın. Orada bambaşka bir Erdoğan vardı. Her hâliyle o şoku üzerinden atlatamamış bir Erdoğan vardı. Yayının başında da söyledim, bu deprem hep birlikte bile yarası sarılması çok zor olan bir deprem. Erdoğan bunu –kendisi öyle inandığı için– tek başına yapmaya çalışıyor ve tek başına yapamayacağını da o basın toplantısını yapana kadar çok net olarak gördü anlaşılan. Çünkü ilk 24 saat, 48 saat, hattâ 72 saat boyunca birçok yere Erdoğan’ın tek adam rejimi ulaşamadı. Bunu kendisi de biliyor. Tabiî kar vardı, hava koşulları kötüydü vs. ama Erdoğan’ın o târif ettiği büyük devlet, güçlü devlet, her şeye ânında yetişen Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin nasıl bir fiyasko olduğunu orada o da gördü ve bunun yarattığı bir umutsuzluk ilk günlerde çok net bir şekilde vardı. Bölgeden ilk yaptığı basın toplantılarında da ben açıkçası bunu gözledim. Şimdi toparladı mı? Bugün Bahçeli ile yapacağı gezilerdeki görüntülerine bakmak lâzım. Ama bu kolay kolay toparlanabilecek bir şey değil. O ilk günlerin şoku ve geride resmî rakamla 40 bini aşkın can kaybı. Bu çok çok büyük bir olay. Çok çok büyük bir olay. Bu, “kader planı” diyerek geçiştirilecek bir olay değil. “Kader planı” demişken, biraz sonra saat 14.00’de İlâhiyatçı Prof. Mustafa Öztürk ile tam da bunu konuşacağız. “Kader planı” ne demek? Gerçekten böyle bir şey var mı? Depremde İslâm, genel olarak dinler bu tür doğal âfetler konusunda ne yaparlar? Ne tavsiye ederler? Nasıl bir perspektif sunarlar? Bunu konuşacağız.
Naci Güneş Güven: “1999’da medya daha rahat bir şekilde iktidârı eleştirebiliyordu. Bugün bu mümkün değil. Sizce bu olayın siyâseti ve insanların eğilimlerini etkilemesi bu baskıcı ortamda mümkün müdür?” Tabiî ki mümkündür. Etkiledi zâten. Baskı ortamının bir ölçüde gevşediğini de görüyoruz. Ne kadar baskı yaparsa yapsın, devletin buradaki ihmâlini, hatâlarını örtbas etme imkânları olamıyor farkındaysanız ve bâzı insanlar daha yüksek sesle konuşur oldular. İsimleri lâzım değil; ama eskinin birtakım ana akım medyasında olan bâzı isimlerin daha yüksek perdeden eleştiriler dile getirdiklerini görmeye başladık. Bu da bir şeyi gösteriyor. İçeriden de birtakım şeyler çıkacaktır zamanla. Ama şunu özellikle unutmayın: Şu hâliyle bakıldığı zaman iktidâr medyasında var olan isimlerden herhangi birisinin saf değiştirmesinin bile bir anlamı kalmadı — onu özellikle vurgulayayım. Hani “Şurada yazan şu kişi artık Erdoğan’ı eleştiriyor” filan… önemi olan hiç kimse şu anda bu iktidar medyasının havuzunda yüzmüyor. Onun dışında, ârafta gibi duranların sesinin daha çok çıkmaya başladığını görüyoruz.
Bir izleyici diyor ki: “Depremden önce Kılıçdaroğlu’nun adaylığına hiç sıcak bakmadım, ama deprem kafamda çok şeyi değiştirdi.” Kılıçdaroğlu da ne dedi? “Ben çok değiştim” dedi depremi yerinde gördüğünde. Bu çok anlamlı bir sözdü bence. “Hepimizin değişmesi gerekiyor” dedi. Çünkü gerçekten çok büyük bir olay. Herkes bir şekilde bu olaya karşı verdiği tepkiyle, attığı adımlarla, yaptıklarıyla… meselâ her şeyini bırakıp, okulunu, işini, âilesini bırakıp deprem bölgesine koşan gençler var. Her biri çok değerli şeyler yapıyor. Kimisinin belli bir yetkinliği var, kimisi ne iş olsa yapıyor; yeter ki yardımda bulunayım diye. Onların hayâtı acayip değişiyor. 99’da da böyle olmuştu. Şu anda aslında burada yaşanan toplumsal seferberlik Türkiye’nin kültürel zenginliğini artıran bir şey. Tabîi ki deprem çok acı bir şey; ama burada yaşanan sosyal dayanışma ruhu, birtakım kişilerin kendilerini başkalarına adaması vs. bunların hepsi çok değerli. Buralardan bir şeyleri çıkartabilmek gerekiyor. Değişebilmek gerekiyor. O anlamıyla siz değişmişsiniz, Kılıçdaroğlu’na oy verebileceğinizi söylüyorsunuz. Daha doğrusu Kılıçdaroğlu’nun seçilebileceğini düşünüyorsunuz. Kılıçdaroğlu “Değiştim” diyor; neye doğru değişti, bakalım göreceğiz. Ama aldığı tavırlar vs. daha bir kararlı olduğunu bize gösteriyor.
“Deprem sonrası, retrospektif bakıldığında, hâlâ Millet İttifakı’nın adayının açıklanmamış olmasını seçim için Millet İttifâkı’nın lehine mi aleyhine mi görüyorsunuz?” Bence açıklanmış olsaydı daha iyi olurdu ve o aday etrâfında muhâlefetin deprem konusunda bir ortak hareketi söz konusu olabilirdi. Keşke aday açıklansaymış, muhâlefet açısından diyorum. Ama kimileri, “Ya, işte zâten deprem de oldu” vs. diyebilir. Sonuçta deprem oldu diye var olan isimlerde değişiklik olmayacak. Aday belli olsaymış, onun üzerinden tüm Millet İttifâkı pekâlâ depremde seferber olabilirmiş.
Fatma Demiral: “Halkın en büyük destekçisi yine halk oldu. Hiçbir siyâsînin bunu görmezden gelmemesi gerekiyor. Bu çok büyük bir değişim ve fark ediliş olabilir mi Ruşen Bey? Siyâsî karşılığı var mıdır?” Tam demin söylediğim şey işte. Bu gençler, halk, sivil inisiyatif, bu çok büyük bir değişim, çok büyük bir silkinme ve çok değerli bir şey. Buradan siyâsetçilerin ders çıkartması gerekiyor ve bu kalkışların, bu dayanışmanın da kendisine bir siyâsî dil bulabilmesi gerekiyor.
Emre Kardeş: “Seçimin yapılması, iktidârın kaybetmesi ve sonrasında AKP’nin güçlü muhâlefet yapabileceğini öngörüyor musunuz? Sonuçta depremin tüm yaralarını sarmak, muhâlefet etme olanağı verecektir. Yoksa bir dağılma ufukta görünüyor mu?” AKP seçimi net bir şekilde kaybederse kolay kolay belini doğrultamaz. Muhâlefette bir tek Erdoğan çok ses çıkartır. Elindeki tüm imkânları kullanır; ama etkisinin çok olacağı kanısında değilim. Ben seçimi net bir şekilde kaybederse, AKP’nin çözüleceğini ve bundan da en çok İYİ Parti başta olmak üzere sağ kökenli partilerin istifâde edeceğini düşünüyorum.
“Hulki Cevizoğlu’nun Ecevit yorumu için ne düşünüyorsunuz, 99’da sâhada olan bir gazeteci olarak?” Şimdi ben bu tür şeyleri çok sevmiyorum; ama şunu özellikle söylememe izin verin — Hulki Cevizoğlu olayını gördüğümden beri aklıma gelen husus şudur: Bu aslında yeni bir olay değil; bu arkadaş bir süredir net bir şekilde pozisyon değiştirdi; yıllarca Türkiye’de AKP vs. eleştirisinde ulusalcıların, muhâliflerin gözde gazetecisi olarak durdu. O târihte de kendisiyle hiçbir şekilde –hani “ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde”– aynı yerde olmadım. Bugün de olmuyorum. Hulki Cevizoğlu’nun kalkıp Ecevit’e böyle bir konuda göz göre göre –ki ânında yalanlandı– böyle bir iftirâda bulunmasını –yani Ecevit’in anısına bir saygısızlık olması bir yana–, düne kadar bu kişiyi baş tâcı edenlere, onun verdiği gazlarla muhâlefet yaptığını sananlara sorun. Yani şimdi şunu söyleyeceğim: Dün ne yapıyorsa bugün de aynısını yapan bir kişiden bahsediyoruz. Olay bu kadar basit. Tekrar bu anlamda Bülent Ecevit’i rahmetle ve saygıyla analım. En azından buna vesîle olmuş olsun.
Fevzi Turan: “Ümit Özdağ sâhada sınıfta kalmadı mı sizce?” Evet, kaldı. Olmadı; buradan bir şey çıkacağını düşündü, olmadı. Demek ki her ne kadar insanların sığınmacılık konusunda şikâyeti de olsa; böyle bir olayda, insanların hep birlikte hayâtını kaybettiği, hep birlikte mağdur olduğu bir olayda böyle bir yarışa girmek istemediler. O anlamıyla Ümit Özdağ bence yanlış yaptı ve gördüğüm kadarıyla da çok fazla bir şey elde etmişe benzemiyor.
“Seçime doğru birkaç bakan istifâ edip Erdoğan’a ‘Sen de çekil’ diyebilir mi?” Olmaz. Yani burası Türkiye, olmaz. Yok öyle bir şey, yok. Yani diyelim ki bakanlar istifâ etti, peki Erdoğan’a “Çekil!” diyebilecek bir Allah’ın kulu var mıdır yani iktidâr içerisinde? Bakın, çok sevdiğim bir fıkradır. Daha önce de anlattım, yine anlatayım: Zamânında Stalin ölüyor ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi toplantı yapıyor, Stalin’in ölümünden sonra. Bir saat boyunca kimsenin ağzını bıçak açmıyor. En son birisi diyor ki: “Bunu ona kim söyleyecek?” Dolayısıyla olay budur. Yani kimsenin Erdoğan’a “Sen de istifâ et” diyebileceği bir ülkede –yani iktidar içerisinden kimsenin– diyebileceği bir ülkede değiliz.
Cem Bilici’nin sözleriyle bitirelim: “Umut veren tüm dayanışma, barışma, kardeşleşme süreçlerinde, bir süre sonra bu ülke fabrika ayarlarına dönüyor. Fabrika ayarlarına dönüşe nasıl engel olabiliriz? Bunu konuşmak gerekmiyor mu?” Konuşacak çok şey var. Biz şimdilik dayanışmayı konuşalım. İyi şeyleri konuşalım. İyi şeylerden nasıl daha iyi şeyler yapabileceğimizi konuşalım.
Evet, çok sağ olun. Sizlerin katkısıyla iyi bir yayın oldu. Şunu tekrar vurgulayayım: Depremin ilk ânından îtibâren –hani herkes değişiyor, biz zâten çizgisi belli olan bir yayın kuruluşuyuz–, ilk andan îtibâren haberin kutsallığını –biraz abartılı gelebilir ama gerçekten böyle, kutsallığını– gözeterek ânında olay yerine arkadaşlarımızı yolladık. Sonra dönüşümlü bir şekilde gidiyorlar, geliyorlar. En son bugün yine üçüncü tur başladı, bizim açımızdan üçüncü tur başladı. Hatay’da, Adıyaman’da arkadaşlarımız var. Yarın da Maraş’ta olacaklar. Bütün arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum, çok iyi işler çıkartıyorlar. Orada yaşananları doğrudan aktarıyorlar. Bütün sorunları, iyi giden işleri, kötü giden işleri doğrudan yaşayanların tanıklıklarıyla anlatıyorlar ve bunları biz ancak sizlerin desteğinizle yapabiliyoruz. Tekrar söylüyorum; bu tür olaylarda –bugün deprem, yarın seçim–, Türkiye’nin yaşadığı ve yaşayacağı kritik olaylarda bağımsız medyanın ne kadar önemli olduğunu çok açık bir şekilde görüyorsunuz. Dolayısıyla bağımsız medyaya, özgür medyaya lütfen sâhip çıkın. Evet, saat 14:00’te ilâhiyatçı Prof. Mustafa Öztürk’le “kader planı”nı konuşacağız. Onu da şimdiden duyurmuş olayım. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.