Türkiye 6 Şubat Pazartesi günü saat 04:17’de merkez üssü Kahramanmaraş-Pazarcık olan 7,7 büyüklüğünde ve aynı gün 13:24’te merkez üssü Kahramanmaraş-Elbistan olan 7,6 büyüklüğünde iki büyük depremle sarsıldı. Depremler Kahramanmaraş, Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya, Elazığ ve Adana’da yoğun şekilde hissedildi. Yaşamını yitirenlerin sayısı ise 43 bini aştı. Enkaz kaldırma ve yardım çalışmaları sürüyor.
Depremin üzerinden 18 gün geçmesine rağmen henüz herhangi bir devlet yetkilisi ya da belediye başkanı istifa etmedi.
Niçin hiç istifa yaşanmadığını sorgulayan Ruşen Çakır, istifa etmeyi düşünen bir yetkili olsa bile, başkanlık ya da tek adam rejiminin oluşturduğu baskı nedeniyle kimsenin buna cesaret edemediğini ve edemeyeceğini belirtti. İstifa etmeyi bir “meydan okuma” ve “siyasi bir pozisyon alış” olarak nitelendiren Çakır, aslında bir bakıma daha üst mevkilerdeki kişi ve kişileri de suçlu göstereceği için, istifayı düşünen yetkililerin, yaşanacak bir cezalandırma sürecinden ve başlarına geleceklerden korkmaları nedeniyle bu fikirlerini hayata geçiremediklerini dile getirdi.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. O kadar zaman geçti, o kadar büyük kayıplar, ihmaller, yetersizlikler var. Ama bir Allah’ın kulu bile şu âna kadar istifâ etmedi, edeceğe de benzemiyor. O zaman “Neden?” diye bir soru var ve “Niçin?” diye bir soru var. Ben başlığa “Niçin?” sorusunu çıkardım, bir de “Neden?” var tabiî ki. En çok sorulan “Neden?” bir de “Niçin?”i var. Bu yayında birazcık bunu ele almak istiyorum. Neden ve niçin arasında çok ince bir ayrım var. O ayrımın önemli olduğu kanısındayım. Ama önce şuna bir bakalım — bir video, kısa bir video: Arkadaşımız Edanur Tanış, Hatay’da CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu izledi ve dün yanında belediye başkanları da vardı Kılıçdaroğlu’nun. Aynı zamanda tabiî ki Hatay’ın Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş da vardı. Berâber dolaştılar ve bir vatandaş istifâ etmesini istedi Belediye Başkanı’ndan. Bir bakalım, sonra devam edelim.
22 Şubat 2023 târihinde Hatay’da Medyascope ekibinden Edanur Tanış tarafından kaydedilen video:
Yurttaş: Başkanım sizden de râzıydık. Ama sizden ricâ ediyorum, lütfen, yani bir onur meselesi olarak istifâ etmenizi istiyorum. Lütfen.
Lütfü Savaş: Neden? Nasıl edeceğiz?
Yurttaş: Biz sizden çok râzıyız. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ülkemizin diğer ucundan ülkemizin güneyine kadar geliyor, burada Âfet Koordinasyon Merkezi kuruyor. Ondan sonra Hatay Büyükşehir Belediyesi ortada yok. Defne İlçe Belediyemiz ortada yok. Maalesef halkımız kaderiyle baş başa.
Lütfü Savaş: Sen mağdursun. Bizim arkadaşlar da mağdur. Bu arkadaşlarımız hepinize destek veriyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Yurttaş: Başkanım 20 yıldır Hatay Büyükşehir Belediyesi’nde, Hatay Büyükşehir Belediyesi olmadan önce de Antakya İlçe Belediyesi’nde belediye başkanlığı yaptınız. 20 yıldır bu kenti maalesef ıslah edemediniz. Bu felâketi öngöremediniz. Biz sizden râzıydık, ama bu saatten sonra lütfen sizin yanımızdaki kıymetiniz yerinde kalsın diye lütfen istifâ edin. Teşekkür ederim.
Evet, çok anlamlı bir video. Tabiî ki muhâlefet partisinden bir belediye başkanı olduğu için mümkün olan bir video. Belediye başkanı daha önceki dönemde AKP’den belediye başkanıydı. Yine AKP’den girip kazanmış olsaydı ve yine bu deprem olsaydı –ki olacaktı belli artık, görüyoruz– bu sahne yaşanır mıydı sorusu tabiî ki ortada duruyor. Şu âna kadar vâli protestoları filan gördük uzaktan; ama bu tür diyaloglara tanık olmadık. Olduysa bile kaydedilmedi. Nitekim bunu da biz kaydettik ve birçok yayın kuruluşu, özellikle sosyal medyada, büyük bir kısmı Medyascope’u referans vererek, bâzıları da hiç şaşırtmayacak bir şekilde çalarak bunu kullandılar.
Çok anlamlı. Türkiye’nin bir diğer yüzünü gösteren bir video. Çünkü burada açıkçası bir demokrasi var, bir talep var. Vatandaş doğrudan seçtiği kişileri –kendisi oy attı mı atmadı mı bilmiyoruz ama– sonuçta halkın seçtiği kişileri halktan birisi açık bir şekilde, somut bir şekilde eleştirebiliyor ve onu istifâya dâvet ediyor. Pazartesi günü izleyicilerin katılımıyla yaptığım yayında da bana bu sorulmuştu: “Hatay Belediye Başkanı niye istifâ etmiyor?” diye. Orada verdiğim cevâbı hayal meyal hatırlıyorum, ama bugün de aynı şeyi düşünüyorum. Pekâlâ bu gündemde olabilir. Bu çok meşrû bir taleptir. Bu tartışılır, edilir, kendisi de değerlendirir. İstifâ eder, etmez; o ayrı bir husus. Ancak unutmayalım, 11 ili kapsayan bir olay var ve bu illerin içerisinde Adana da CHP’nin, ama Adana’nın depremle ilgili çok fazla adı geçmiyor. Esas olarak Hatay’ın ilçe belediyelerinin de önemli bir kısmı CHP’de, orası söz konusu; ama onun dışında Adıyaman, Kahramanmaraş, Gaziantep, Malatya gibi yerlere baktığımız zaman, bunları çoğu AKP’li ve bir tânesi de MHP’li. Oralara yönelik olarak kimse bunu dile getirmiyor. Halbuki bütün her yer için geçerli olmalı. Bir de diğer yönden, tabiî ki esas olarak merkezî iktidar için söz konusu olabilmeli. Keşke şu görüntüyü diğer illerde de görebilseydik. Tüm Türkiye’nin deprem yaşayan 11 ilinde de 11 yerel yetkiliye vatandaşlar benzer şekilde hesap sorabilselerdi diyelim. Bunun olamayacağını da tabiî ki vurgulayalım.
Neden hiç kimse istifâ etmiyor? Öncelikle bunun nedenine bakalım, yani sebep. Ne oldu? Aslında hepimiz biliyoruz bunun neden olduğunu. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi diye acayip bir sistemimiz var ve burada tek adam yönetimi var. Bunu bugün kendisiyle yaptığım canlı yayında tekrar DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’a sordum. Ali Babacan’a Gazete Duvar’dan iki gazeteci arkadaşımız da bunu sormuşlar. Ali Babacan’ın verdiği cevâba herhalde büyük bir kısmınız katılıyorsunuzdur; şöyle diyor Ali Babacan: “Şu ândaki sistemde alt düzeydeki bir kamu yöneticisinin istifâsının bir anlamı yok, çünkü yetki bir kişide toplanmış durumda. Bu sistemde, o bir kişi tâlîmat vermedikçe kimse kılını kıpırdatamıyor. Eğer bir istifâ gerekiyorsa, istifâ etmesi gereken bir kişi var. Yoksa zâten yetkisi olmayan, gücü olmayan, sorumlusu olduğu kurumla ilgili bilgisi, becerisi olmayan insan istifâ etse ne, istifâ etmese ne? Şu anki yönetim sisteminde istifâ müessesinin bir anlamı yok. Bütün yetki, sorumluluk bir kişide. İstifâ edilmesi gerekiyorsa, bir kişinin yapması gereken iş. Suçu kimseye yıkmasın.” Evet, bunlar doğru; ama bu olayın teknik kısmı bence. Olayın bir de siyâsî ayağı var. O daha çok “Niçin?” kısmında söz konusu. Tabiî burada Ali Babacan’ın söylediklerinde bir başka boyut da şu: “Neden?” sorusuna baktığımız zaman, çok açık bir şekilde istifâ etmeyi aklından geçirenlerin bile o bir kişiden ödleri kopuyor. Yani istifâ ederlerse başlarına ne geleceğini düşünmek dahi istemiyorlar herhalde. Yani bu bir belediye başkanı, bir vâli, bir kaymakam, bir bölgede herhangi bir AFAD yöneticisi vs. olabilir. Diyelim ki ben işimi yapamadım ya da yapmama engel oldular, yapamıyorum. Bir “Yapamadım” var, bir de “Yaptırmıyorlar” var. Şu ya da bu nedenle istifâ ettiği zaman, dolayısıyla bir sistemi sorguluyor oluyor. Ali Babacan’ın söylediklerine de bakarsak, herhangi bir yöneticinin istifâsı, aslında en tepedekinin yanlış yaptığını bize işâret eder. İstifâ, bir şeyin yanlış olduğunu kabul etmek anlamına geliyor ve kimse de, “Ben sorumluluklarımı yerine getiremedim, onun için istifâ ettim” diyemiyor. Çünkü sorumlulukları vs. her bir şeyi zâten tek bir kişi tarafından sınırlanmış durumda. Dolayısıyla korkuyorlar. Bunun bir bedeli var. Zâten istifâ ettiğiniz anda iktidârınızı kaybediyorsunuz; ama bir de bunun devâmı da gelebilir. Bunun cezâlandırılması da olabilir. Az sayıda yaşananlara bakarsak, Erdoğan’a yönelik, başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı döneminde –meselâ Mersinli çiftçi ya da Somalı mâdenci âilesi–, oralarda yönelen kişisel protestoları hatırlayın ve o kişilerin neler çektiklerini hatırlayın. Bir de bunu, adı sanı belli, belli bir sorumluluğu olan insanların yapması durumunda, iş gerçekten çok zor. Böyle bir nedeni de var.
Ve buradan, “Niçin?”e geçebiliriz. Bu olay, istifâ olayı, her şeyden önce bir meydan okuyuş, siyâsî bir pozisyon alış. Şu âna kadar pek yaşamadık böyle bir olayı; ama meselâ Süleyman Soylu istifâ etmişti. Salgın döneminde sokağa çıkma yasağı öncesinde yaşanan kargaşadan dolayı istifâ etmişti. O, “Ya, ben yapamadım, özür dilerim” gibiydi; ama Erdoğan’ın bunu kabul etmemesinin de gösterdiği gibi, orada kolektif bir şey vardı. Doğrudan Erdoğan’ın mesûliyeti vardı. Soylu’ya, “Yanlış yaptı ve dolayısıyla istifa ediyor” dediği andan îtibâren kendi yanlışlarının da tartışılmasına imkân sağlayacaktı ve biraz gerildi ortalık, hatırlayacaksınız ve sonra istifâsı kabul edilmedi. Bu da Soylu’nun lehine bir siyâsî hamle olarak kayda geçti. Tabiî ki insanların kalbini okumak mümkün değil, fakat şunu düşünüyorum: Soylu o zaman istifâ etmiş olsaydı, bugün siyâsî olarak çok daha güçlü bir yerde olurdu. MHP’de mi olurdu, bağımsız mı kalırdı, muhâlefette başka bir partiye mi geçerdi bilmiyorum; ama şu hâlinden çok daha iyi bir durumda olurdu. Çünkü açıkçası bugün tabiî ki herkesin aklına önce Erdoğan geliyor, birinci derecede sorumlu; ama bir aşağıya indiğimizde karşımıza çıkacak isim İçişleri Bakanlığı ve Süleyman Soylu. Çünkü AFAD ona bağlı ve buradaki esas sorumluluk, bu âfet işlerinin koordinasyonu meselesi — ki en büyük sorunun, özellikle ilk üç günde, bu beceriksizlik, bu koordinasyonsuzluk olduğu düşünülürse, öncelikle Süleyman Soylu’nun sâhiden istifâ etmesi gerekiyordu. Eğer o dönemdeki istifâsı gerçekten bir yanlışın altında ezilmemek için yapılmış bir hamleyse, bugün haydi haydi yapılması gerekiyordu. Yapılmadı. Çünkü biliyoruz ki istifâ siyâsî bir çıkış. Şu anda yapacağı bir siyâsî çıkışın ona getirebileceği hiçbir şey yok. Kimsenin –zâten en önemli sorun da bu–, istifâ edecek olan kişilerin gidecek yeri yok. İstifâ ettiğiniz zaman, böyle bir meydan okuyuşla bir kaymakam, bir vali vs. istifâ ettiği zaman, onları kim bağrına basacak, hangi siyâsî parti? Bir de önlerini göremiyorlar ve hepsi zâten şu anda Erdoğan’la kader birliği etmiş durumdalar. Bu sistemin herhangi bir şekilde çatırdamasını istemiyorlar. Çünkü bir yerden koparsa, bunun arkası çorap söküğü gibi gelebilir. Bu kader birliği en önemli mesele.
Ama bir diğer mesele de: Önlerinde bir şey yok. Önlerinde muhâlefet –şimdi “Yine muhâlefeti eleştiriyorsun” diyeceksiniz; muhâlefeti eleştirmek olarak da alabilirsiniz–, bir ara biliyorsunuz Kılıçdaroğlu bürokratlara seslenirdi, çağrı yapardı ve Erdoğan’ı bu çok rahatsız etmişti. Muhâlefet bu çağrıların ısrarlı bir şekilde üzerinde durmuş olsaydı –özellikle AKP’den kopmuş, AKP’ye daha komşu sayacağımız Gelecek, DEVA partileri, buna Saadet’i de bir ölçüde ekleyebiliriz, MHP’den ülkücü kökenli bürokratlar bağlamında İYİ Parti’yi de ekleyebiliriz–, bu partiler belli bir gücü göstermiş olabilselerdi ve eski çalışma arkadaşlarına, yol arkadaşlarına düzenli bir şekilde çağrılar yapıyor olsalardı, durum farklı olabilirdi. Oralarda bürokrasiye yönelik bir çaba pek yok. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı bile korkutmuştu — ki normalde şu anda devlet bürokrasisinin değişik kademelerinde yer alıp CHP’ye siyâseten yakın olan insan sayısı herhalde çok çok azdır; AKP ya da MHP dışında bir başka partiyi tercih edecek olmaları durumunda herhalde CHP sonlarda yer alır. Diğer partilerin bu konuda, özellikle bu konuda muhâlefetteki sağ partilerin belli bir çaba içerisinde olmaları ve bu insanları çağırmaları, kafalarını karıştırmaları, onlara geleceğe yönelik de bir şeyler söyleyebilmeleri gerekiyor. Bu tür olaylarda biliyorsunuz bunun iki ayağı var. Birisi çok kolay: Havuç. Diğeri de: Sopa. Hep böyle söylenir. Bir tarafta ödüllendirme, bir tarafta cezâlandırma. Şimdi bakıyoruz, hep kimlerin adı geçiyor? Müteahhitlerin adı geçiyor cezâ anlamında. Halbuki yerel anlamda mülkî âmirlerin, yerel yöneticilerin de burada çok ciddî payları var. Ama şimdi olayı tespit ederken söylenen, “Ya, bu tek adam sisteminde bütün her şeyden tek bir kişi sorumlu” dediğiniz zaman, aslında bu kişilerin hepsini bir şekilde atlamış oluyorsunuz. Dolayısıyla hiç kimse, “Yarın iktidar değişirse benden bunun hesâbını sorarlar” gibi bir endîşe de pek taşımıyor. “Nasıl olsa bütün bunların faturası Erdoğan’a yıkılacak” deniyor. Halbuki bir yanıyla insanlara, şu anda önemli yerlerde bulunan kişilere, iktidar değişikliğinde bugün yaşananların yarın bir bedeli olacağının söylenmesi durumunda, birileri önleyici tedbir olarak istifâyı tercih edebilir — bu birinci ayağı. İkinci ayağı da tabiî ki ödüllendirme. Ödüllendirme de hem bir yandan şu anda yollarını ayıran kişilerin cezâdan muaf tutulacaklarını söylemenin dışında, onlara birtakım yeni gelecekler sunabilme imkânı — siyâset böyle bir şey. Yani herkes çok ideal bir şekilde bunu yapıyor görünüyor olabilir; ama bütün bu hesapların çok ciddî bir şekilde gündemde olduğunu akılda tutmak lâzım. Depremin olduğu andan îtibâren, her ne kadar herkes, “Bu siyâset üstü bir olaydır, ayrıyı gayrıyı bırakalım” dediyse de, herkes, özellikle siyâsetçiler, yetkililer, iktidarla ilişkili olanlar, muhâlefetle ilişkili olanlar, hep şunu sordu: “Bu büyük felâket Türkiye’nin yarınında” –yarın derken de çok uzak yarınlar değil, hemen yakında– “seçimi nasıl etkileyecek? Ondan sonraki ekonomik durumu nasıl etkileyecek?” Bunları düşünmeye başladılar. Ve hemen şu anda biliyoruz ki Erdoğan’ın, “Bana 1 yıl verin, yeniden şehirleri yapılandırayım” önermesinin ardından, Erdoğan’ın etrafında kümelenen birtakım müteahhitler vs. arasında, tekrar betonlarını, harçlarını, iş makinelerini hazır edip, çok büyük rantların, şimdiden rant paylaşımlarının içerisine girenler var. 11 il söz konusu; düşünün, bunlardan Hatay, Adıyaman, Maraş gibi yerlerde çok büyük yıkımlar var. Her yerde var, ama bu 3 ilde çok büyük yıkımlar var ve bunların her biri de çok ciddî bir rant kapısı. Onu da unutmayalım ve muhâlefetin burada, bu konuda da belli duruşları sergileyebilmesi gerekiyor.
Şu hâliyle baktığımız zaman, o kadar büyük bir yıkıma rağmen siyâseten ve idarî anlamda çok da fazla bir şey değişmedi: Görevden alma yok, istifâ etme yok, toplu hâlde bir yerden bir yere vatandaşlar göç etti, ama siyâsî olarak büyük kayışlar yok. Hattâ kimileri diyor ki: “Böyle kaos ortamlarında iktidâr etrafında kenetlenme çok daha güçlü olur”. Kimileri de diyor ki: “Bu olayın ardından, özellikle 2-3 günde yaşananların ardından iktidâra olan destek iyice azalıyor”. Olay baştan sona siyâsî. Dolayısıyla eğer birileri istifâ etmiyorsa, tek bir Allah’ın kulu bile istifâ etmiyorsa, o zaman bu olay siyâsîdir. Önlerini siyâseten göremiyorlar ve en bildikleri yerde kalmaya devam etmek istiyorlar. Birileri onlara siyâseten yeni kapıları açabileceklerini gösterirse belki o zaman akılları çelinebilir. Türkiye o vicdanlı devlet görevlisi, kamu görevlisi aşamasını çoktan geçti. Hani böyle içi kan ağlayıp, “Biz buna nasıl sebep olduk? Bedeli neyse olsun, ben bu işi bırakıyorum” vs. diyecek insanların devri çoktan kapandı. Onu kabul etmemiz lâzım.
Son olarak bir not düşmek istiyorum. Bütün bu olayların hepsi tabiî ki siyâsî, aynı zamanda çok ciddî bir şekilde sınıfsal. Yoksullar yoksulluklarının bedelini çok daha ağır bir şekilde deprem sonrası yaşıyorlar. Çadır bulamayanlar var. Çok kötü koşullarda devletin kendilerine sunduğu kısıtlı imkânlarla ayakta kalmaya çalışıyorlar. Başka yerlere gidemiyorlar, imkânları yok. İşleri yok, işlerini kaybediyorlar ya da giderlerse iş bulamayacaklarını düşünüyorlar. Bütün bunların hepsi çok haklı endîşeler ve Türkiye’de zâten iyice artmış olan gelir adâletsizliğinin, iyice büyümüş olan sınıfsal farklılıkların depremle berâber daha da katlandığı ortada. Çok güvendiğim, özellikle Hatay’dan çok güvendiğim bâzı kişiler bâzı şeyler söylüyorlar. Bir ayrıntı gibi gelebilir; ama hiç de yabana atılmaması gereken bir olay. Mâlûm, biliyorsunuz bâzı depremzedelerin güneyde birtakım otellere yerleştirilmesi söz konusu oldu ve bu yapılıyor. Duyduğum kadarıyla birtakım hâli vakti yerinde insanların, çok kolaylıkla Türkiye’nin herhangi bir yerinde istedikleri yerlerde konaklayabilecek, istedikleri yerlere taşınabilecek insanların; normal şartlarda imkânları kısıtlı olan vatandaşlara yönelik olması beklenen bu imkânları çok rahat bir şekilde kullandıklarını duyuyorum. Umarım bana bunları aktaranlar yanlış aksettirmişlerdir. Ama Türkiye’de yaşıyoruz, hepimiz biliyoruz; bunun doğru olma ihtimâli çok daha yüksektir. Umarım yanlıştır. Ama şunu da biliyoruz ki her şeyin olduğu gibi depremin de esas yönü sınıfsal. Tüm ülke acı çekiyor tabiî; ama en büyük acıyı, en büyük kederi özellikle yoksullar çekiyor, alt gelir grupları çekiyor ve bu anlamda da siyâsetin bu kesimlerin ihtiyaçlarını çok daha fazla öne çıkartan sosyal politikaları geliştirebilmeleri gerekiyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.