Transatlantik: Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı Batı’da nasıl yankılandı? ABD’nin Ortadoğu ilgisi

Altılı Masa’da yaşanan kriz çözüldü. Millet İttifakı, 2023 Genel Seçimleri’nde yarışacak cumhurbaşkanı adayını sonunda açıkladı: CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu. Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs’ta yapılması planlanan 2023 Genel Seçimleri’nde AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısında yarışacak. Peki Kılıçdaroğlu’nun adaylığı Batı’da nasıl yankılandı?

ABD Genelkurmay Başkanı Mark Milley, cumartesi günü Suriye’nin kuzeydoğusuna bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaretin ardından ABD’nin Ankara Büyükelçisi Jeff Flake, Dışişleri Bakanlığı’na çağırıldı. Diplomatik kaynaklardan edinilen bilgiye göre Flake’den ziyarete ilişkin izahat istendi. Bu ziyaretin zamanlaması bize ne anlatıyor?

Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar, Transatlantik’te değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok, Washington’da Ömer Taşpınar ile dünyayı ve Türkiye’yi konuşacağız. Ömer, merhaba.

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Öncelikle geçen hafta Washington’da bana gösterdiğiniz ev sâhipliği için tekrar burada teşekkür etmek istiyorum; ama bir ülkeye döndüm ki… ülkede yüz seksen derece şeklinde dönüşler yaşandı, çok acayip ve bambaşka bir yere geldik. Önce onunla başlayalım Ömer. Kılıçdaroğlu artık aday. O büyük krizin ardından adaylığı netleşti. Zâten en çok adı geçen isimdi, ama yine de belli değildi. Batı’da, ABD ve Avrupa’da, senin gördüğün kadarıyla, duyduğun kadarıyla bu olay bir ilgi yarattı mı? Ne tür yorumlar gözüne çarptı?

Ömer Taşpınar: Evet, ilgi yaratıyor; yani Türkiye’de seçimlere gidiliyor oluşu Batı basınında ilgi buluyor. Hattâ Washington Post’ta ve Bloomberg’de berâber yazı yazan bir kişi 2023’ün küresel anlamda en önemli seçiminin Türkiye’de olacağını söylemişti — ki Nijerya’da geçtiğimiz haftalarda seçim oldu. Nijerya da 250 milyon nüfuslu bir ülke, Afrika’nın en önemli noktası. Oraya da çok ciddî bir Batı’nın ilgisi vardı; fakat Türkiye konusuna geldiğimizde, Erdoğan o kadar domine ediyor ki Türkiye gündemini, dünyanın Türkiye’ye bakışını, Batı’daki grupları şöyle bir ikiye ayırdığımızda, Türkiye’yi çok iyi tanımayan okurlar, analistler, entelektüeller, yani Türkiye’ye dışarıdan bakıp özel olarak Türkiye ile ilgilenmeyen kişilere baktığımızda, bu kişiler için Erdoğan’ın kaybetme ihtimâli diye bir şey yok. Türkiye’de seçimlerin oluşu neredeyse göstermelik bir şey gibi. Ben gerek akademik dünyada gerek think tank dünyasında Türkiye ile çok ilgilenmeyen bâzı meslektaşlarımla konuştuğumda, yirmi yıldır iktidarda olan bir Erdoğan’ın kolay kolay seçimle gitmeyeceği konusunda böyle basmakalıp bir gözlem var. Onlar çok ilgilenmiyorlar ne olup ne bittiğiyle. Eğer Erdoğan seçimleri kaybederse, çok büyük bir sürpriz olacak onlar için; çünkü dünyada artık otoriter rejimler ve demokrasiler olarak ikiye ayrılmış bir kutuplaşma var. Çin ve Rusya bu kutuplaşmanın bir boyutu, Batı dünyası diğer boyutu. Türkiye’yi tam olarak Batı dünyası içinde göremiyorlar; hattâ daha fazla Çin ve Rusya’ya yakın görüyor bu kişiler. Yirmi yıldan beri de Türkiye’de aynı kişinin olması; son beş altı yılda, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye’deki otoriterleşmenin çok artmış olması nedeniyle de iyice Türkiye’yi, neredeyse bir diktatörlük olarak gören var. Onların gözünde bir heyecan yaratmıyor. Fakat Türkiye’ye daha detaylı bakan yani profesyonel olarak Türkiye’yi analiz etme konumunda olan, Avrupa Birliği’nde ve Amerika’da Dışişleri Bakanlığı yetkilileri açısından bu son yaşanan gelişme önemliydi. Amerika’da, Avrupa’da Türkiye konusunda dikkatli analizler yapan basında da dikkat ediyorlar; fakat kriz o kadar çabuk gelişip, o kadar çabuk nihâyete erdi ki — yani analiz yapmaları için bir vakit bile kalmadı. Yani Meral Akşener’in kim olduğu konusunda yazılar çıkacakken, birdenbire şu anda son 24 saat, 48 saat îtibâriyle Meral Akşener ikinci plana düştü –yani krizi yaratan siyâsetçi olarak–, Kılıçdaroğlu yazıları ön plana çıkmaya başladı. Önümüzdeki günlerde ve son bir iki gündür gördüğümüz, “Kılıçdaroğlu kimdir?” “Aday nihâyet belirlendi ve kazanma şansı var mı?” “Kılıçdaroğlu nereden geliyor, daha önce nasıl bir performans gösterdi?” başlıklı yazılar var. Bu yazılarda da bir paragraf bu son dönemde ne olduğundan, yani bu son iki gün içinde neden bir yalpalanma yaşandığından da bahsediyor. Şimdi bu analizlere baktığımızda, “Türkiye’de bu sefer ciddî bir seçim olacak ve Erdoğan’ın kaybetme şansı yüksek” diye bakan, o analizi yapan yazılarda ve analizlerde, Türkiye’de bu sefer üç nedenle Erdoğan’ın kaybetme riskinin yüksek olduğu konusunda bir mutâbakat var. Yani bu üç neden genelde ekonomini bu kadar kötü oluşu, yani %80, neredeyse %100 oranında enflasyon yaşayan bir ülkede, bu enflasyondan sorumlu politikalar yürüten ve bütün kurumları ele geçirmiş, Merkez Bankası’nı dahi ele geçirmiş, mâlî politikaları dahi belirleyen bir liderin iktidarda kalma şansı çok zayıftır. Bu konuda bir uzlaşı var. Yani ekonomi bu kadar kötü gidiyorsa, bu kişinin demokratik seçimlerle –eğer bu seçimler şeffaf ve özgür olacaksa–, bu seçimleri kazanmasına imkân yok deniyor. İkincisi: Muhâlefetin birleşmiş olması. Bunu İstanbul seçimlerinde gördük, İstanbul’daki ve Ankara’daki muhâlefetin başarısında gördük. Bütün büyük şehirleri 2019’da kazandılar, bu ortaklık devam ediyor. Yani sonuçta önemli olan buydu; hâlâ Türkiye’de 2019’da oluşmuş olan Millet İttifâkı’nın ana omurgası devam ediyor. O hafta sonu çatırdadı; fakat tekrar oluşturuldu ve bu ortaklığın devam ediyor olması Erdoğan’ın kaybetme riskini artırıyor — bu analiz yapılıyor. Üçüncüsü de: Türkiye’nin son yaşadığı trajik deprem; yani 50 bine yakın insanın öldüğü bir deprem ve bu depremde devletin performansının son derece zayıf olması — özellikle ilk iki üç gün. Erdoğan’ın bu konuda geri adım atması, yani helâlleşmek istemesi, bir bakıma özür dilemesi Batı basınında çok büyük ilgi gördü. Yani Erdoğan’ın helâlleşme terimi İngilizce’ye tam çevrilemiyor; ama özür diledi diyorlar hep. Yani özür diledi bu konuda ve Erdoğan’ın özür dilemesi Batı’nın çok alışkın olduğu bir şey değil. Putin gibi, Erdoğan gibi otoriter liderler kolay kolay çıkıp halkın önünde “Ben hatâ yaptım, biz hatâ yaptık, başarılı olamadık” diyen liderler değil. Bu konuda zaafını kabul etmesi gösteriyor ki bu kriz, bu yaşanan deprem felâketi, halkın devletin arkasında kenetleneceği türden bir kriz değil, yani bu terör saldırısı değil, bu bir savaş değil. Böyle bir şey olsaydı; bir terör saldırısı, bir savaş, bir güvenlik krizi olsaydı belki halk güçlü liderin arkasında toparlanabilirdi, ona destek olabilirdi. Ama burada tam aksine, yaşanan bu sistemin, beş yıldan beri ortaya çıkmış başkanlık sisteminin ne kadar zor bir sistem olduğu, ne kadar başarısız olduğu, merkezîleştirici olduğu ve bütün kurumların içini boşalttığı; meritokrasiden uzak olduğu, yani hak eden insanların hak ettikleri yerlerde olmadığı, yani liyâkat meselesi Batı basınında çok ciddî olarak deprem çerçevesinde ele alındı ve bu da Erdoğan’ın kaybetmesine etki edecek unsurlardan biri olarak ele alınıyor. Üç etki bunlar; yani ekonomi, muhâlefetin birleşmiş olması ve deprem etkisi. Son olarak şununla bitireyim: Muhâlefet konusunda Batı’da yapılan analizlerde iki sorun görünüyor; hattâ belki üç sorun görünüyor diyebiliriz. Bir tânesi, muhâlefetin ideolojik yelpâzesine baktığımızda, çok karışık, kafa karıştırdı bir muhâlefet olması. Yani işin içinde İslâmcı bir parti var, milliyetçi bir parti var, merkez-sol bir parti var. Bu koalisyon biraz İsrail’deki garip koalisyonlara benziyor; Netanyahu’yu yenmek için bütün muhâlefetin bir araya gelmesi gibi bir koalisyona benziyor. İdeolojik tutarsızlık, yani ideolojik çokrenklilik dışında, bir arada kalabilecekler mi? — Ki şu son krizde bir arada kalabilmenin zorluklarını gördük. İkincisi, aday konusunda bu kadar gecikmiş olması normal karşılanmıyordu. Yani Türkiye gibi bir ülkede muhâlefetin prensipler üzerinde bu kadar konuşması, ne yapacağız meselesini bu kadar ciddîye alması… Normalde bir Batı demokrasisinde bu kabul edilebilir bir şey. İsveç’te bir koalisyon olsa, Norveç’te bir koalisyon olsa belki aylarca hangi prensipler üzerinde ne yapılacağını tartışılabilirler; ama lider konusunu belki, “Önce prensiplerde anlaşalım” diyerek geriye atabilirler; ama Türkiye gibi siyâsî kültürü pederşâhî lider üzerine kurulmuş bir ülkede, muhâlefetin seçimlerdeki adayının ortaya çıkmaması ve bunun arkasında kenetlenmemiş olması; yani ideolojik olarak zâten zor bir yelpâze olması önemli bir zaaf olarak değerlendiriliyordu bu  yazılarda. Üçüncüsü de, muhâlefetin en önemli unsurlarından bir tânesinin, bu yelpâze içinde olmayışı — o da Kürt partisi. Yani HDP’nin Kürtler’i temsil ettiği, Batı basınında üç aşağı beş yukarı kabul edilen bir şey — yani bütün Kürtler’i temsil etmiyor, tamam, ama Batı basınında bu konuda bir kısa yazı çıktığında HDP’nin genelde Kürt partisi olduğu yazılıyor ve Kürtler’in –Kürt milliyetçilerinin diyelim–, Kürt kimliğine sâhip siyâsî partinin bu ideolojik yelpâzede yerini almıyor oluşu yadırganıyor. Yani neden muhâlefetin en önemli unsurlarından bir tânesi bu koalisyon içinde değil? %1’lik bir parti içinde, ama %10’luk, 13’lük bir parti içinde değil. Bu da muhâlefetin potansiyel bir zaafı olarak görülüyor. Böyle değerlendirmeler çerçevesinde şu son yaşananlar biraz ikinci planda kaldı; ama seçime odaklanan yazıları daha fazla görmeye başladık Batı’da.

Ruşen Çakır: Ömer, peki sen ne düşünüyorsun? Çok basit sorayım — dün herkes bana Meclis’te bunu soruyordu, artık en önemli soru bu: Kılıçdaroğlu kazanır mı?

Ömer Taşpınar: Evet. Açıkçası bu sürecin bu kadar sancılı çıkması çok rahatsız etti beni. Bu çok daha kolay halledilebilir bir süreç olmalıydı. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı üç aşağı beş yukarı belliydi. Bunu bu kadar geciktirmeleri ve konuşmamaları, yani iki liderin, Meral Akşener ile Kılıçdaroğlu’nun, bu ana omurganın birbirinden bu kadar kopuk hareket edebilmeleri şu hafta sonu çok rahatsız etti beni. Burada ben Meral Akşener’e veya Kılıçdaroğlu’na daha fazla suç arayan bir bakış açısında değilim. Bu bence ortak bir mesele, bir iletişimsizlik, karşılıklı anlayamama ve sorunu öteleme, sorunu görmeme. O nedenle ortaya çıkış şekli ve Kılıçdaroğlu’nun arkasındaki şu anda oluşmuş hava bence sancılı bir süreç oldu. Bu kadar sancılı olmaması gerekiyordu. Bu, Erdoğan’a uzun dönemde, “Bakın, bunlar ülkeyi yönetemezler” deme fırsatını da verebilir. Böyle bir şansı Erdoğan’a sundu, o açıdan da rahatsız edici. Fakat bardağın yarı dolu tarafına bakarsak: Artık nihâyet bir aday var. Bu adaya Türkiye açısından baktığımızda, muhâlefeti bir araya getiren, Altılı Masa’yı bir araya getiren birleştirici bir aday bu Türkiye açısından da târihî bir kimliğe sahip ve târihî bir seçim dönemine giriyoruz. Bu başkan adayının târihî bir kimliği de var; çünkü Türkiye’de bir azınlıktan geliyor sonuçta, Alevî kimliği olan birisi ve toplumda biliniyor. Ve Türkiye’de bu kimliğiyle başkan olabilmesi, Türkiye demokrasinin, Türkiye toplumunun geldiği olgunluğu göstermek açısından çok önemli olacak. Anadolu’da muhâfazakâr kesimlerden oy alabilme potansiyeli açısından belirli riskler taşıyor; fakat Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü girişimi, genelde AK Parti seçmenine, tabanına helâlleşme söylemi… bunlar yumuşatıcı söylemler… Yani Kılıçdaroğlu bence fazla karizmatik olmayabilir; fakat şu an için gerekli bir lider. Türkiye başkanlık sisteminden tekrar parlamenter sisteme doğru bir geçiş yaşayacaksa, Kılıçdaroğlu doğru lider ve demin anlattığım nedenlerle, yani ekonominin bu kadar kötü olması, sonuçta muhâlefeti onun birleştirmiş olması ve deprem konusunda aldığı tavır… Riskli bir tavır aldı; yani devleti çok eleştirdi, Erdoğan’ı cepheden eleştirdi. Bunlar cesur stratejiler. O nedenle bence doğru stratejiler aynı zamanda. Kazanma şansını yüksek görüyorum Kılıçdaroğlu’nun. Azımsamıyorum kazanma şansını. Erdoğan’ın gücünün çok zayıflamış olduğunu düşünüyorum: ekonomi nedeniyle, krizlerin yönetilemiyor olması nedeniyle, AK Parti’nin elindeki insan sermâyesinin çok azalmış olması nedeniyle — A takımı değil, B takımı değil, artık C takımıyla oynuyor AK Parti oyunu. Yani o kadar zayıfladı ki… yirmi yıldır iktidarda yıpranmış bir parti. Bütün bu nedenlerle ben artık Türkiye’nin değişim için hazır olduğunu, toplumun da siyâsetten daha ileride olduğunu düşünüyorum. Toplumun şu olaylara verdiği tepki, son 48 saat içinde, yani hafta sonu toplumdan gelen tepki açıkça gösterdi ki toplum gerçekten siyâsetin önünde ve değişime hazır, değişim istiyor. Belki de kamuoyu yoklamalarında görmediğimiz kadar güçlü bir dalga ile değişim gelebilir diye ümit ediyorum. Yani Türkiye’de değişimin geleceği, daha demokratik bir düzleme çıkacağımız konusunda iyimserim; ama ekonomi konusunda, dış politika konusunda, Türkiye’nin yapısal sorunları konusunda yeni gelecek hükûmetin çözümler üretebilmesi konusunda o kadar iyimser değilim. Zor bir döneme girecek Türkiye, “Enkaz devraldık” söylemi olacak ve HDP’nin içinde olmadığı… Dün Meral Akşener’in Fatih Altaylı ile yaptığı söyleşiyi dinledim: Meral Akşener’in HDP konusunda “Bakanlık bile vermeyiz” demesi, yani HDP’yi dışlayıcı olması, Türkiye’nin en önemli meselesi olarak gördüğüm, en önemli demokrasi meselesi olarak gördüğüm Kürt meselesinde iktidârın önemli bir ayağının bu kadar sert olması da benim iyimserliğimi birazcık dengeliyor, birazcık bana göre bir soru işâreti de yaratıyor kafamda.

Ruşen Çakır: Ömer, biraz Amerika Birleşik Devletleri’nden söz edelim. Ortadoğu’ya bir ilgi var değil mi? Savunma Bakanı ve yanılmıyorsam Genelkurmay Başkanı orada; iki temel olay var: İsrail ve İran. Bu iki ülkede de ayrı ayrı birtakım iç meseleler var, bunlara gelmeden önce bizi ilgilendiren bir ayağı –tabiî bütün bu siyâsî depremde gürültüye gitti ama–, ABD Genelkurmay Başkanı Suriye’nin kuzeyinde YPG güçleriyle bir araya geldi ve Büyükelçi Ankara’ya da çağırıldı ve uyarıldı. Bu olay normal şartlarda çok büyük, üzerine çok şeyler söylenebilirdi; ama dediğim gibi siyâsetteki gelişmeler nedeniyle arada kaynadı. Orada çok konuşuldu mu bu olay? Önemli bir olay. 

Ömer Taşpınar: Demin bahsettiğim çerçevede Türkiye ile ilgilenen kesimler, analistler açısından konuşuldu; ama basına Suriye ziyâreti, “Genelkurmay Başkanı’nın Suriye ziyâreti” diye çok küçük bir alt başlık olarak yansıdı. Asıl Amerikan basınına yansıyan, Amerikan Savunma Bakanı’nın İsrail, Mısır, Irak ağırlıklı gezileri. Şimdi Türkiye cephesinden baktığımızda, Türkiye tabiî ki bu konuda müthiş bir tepki, sert bir tepki gösterdi, Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığı’na çağırıldı. Fakat ortada şöyle bir durum var. Sen de anlatırken konuyu, “YPG güçleriyle görüştü” diyorsun Amerikan Genelkurmay Başkanı Mark Milley için. Bu konuda Amerikan otoriteleri hemen bir düzeltme yapıp, “Hayır, oradaki Amerikan güçleri ile, Amerikan askerleri ile görüşmeye gitti” diyorlar ve “YPG’den özellikle kimseyle görüşmedi” diyorlar. Ve bunu, “Türkiye’nin hassâsiyetlerini dikkate aldığımız için yapıyoruz” başlığı altında ifade ediyorlar. Bunu ben burada Büyükelçi Murat Mercan’la konuştum, o da hemen altını çizdi: “Ama…” dedi, “…YPG güçleri ile görüşmedi”. Yani bir bakıma bunu Türkiye açısından diplomatik bir başarı olarak da göstermeye çalışıyorlar. Bana göre, Amerikan Genelkurmay Başkanı’nın Suriye’deki Amerikan güçleriyle görüşmesinde yadırganacak bir taraf yok; orada bine yakın özel tim var. Yani special forces dediğimiz, Amerika’nın bu konularda en aktif kapasiteye sâhip askerî elemanları, yaklaşık 900 kişi, bir eğitim ve destek çerçevesinde bu YPG ile beraber çalışıyorlar. Onlarla görüşmesi gayet normal. Ama meselâ oradaki Kürt lideriyle görüşseydi veya ne bileyim özellikle bu konuda sert bir açıklama yapsaydı, “Türkiye’nin herhangi bir şekilde buraya girmesini istemiyoruz” gibi stratejik, sert siyâsî bir açıklama yapsaydı, bence Türkiye’nin tepkisi daha yerinde olurdu.. Türkiye bu konularda hassâsiyetini bildiriyor; fakat Türkiye’nin aslında sorgulaması gereken şey şu: “Amerikan Genelkurmay Başkanı neden Suriye’ye gidiyor?” değil, “Amerikan Genelkurmay Başkanı Türkiye’ye neden gelmiyor?” Türkiye bir NATO üyesi. Genelkurmay Başkanı çok rahat Türkiye’ye gelip mevkidaşı ile, Savunma Bakanı ile, hattâ Cumhurbaşkanı ile görüşebilir. Bir tâziye mesajı verebilir. Bu Dışişleri Bakanı’nın gelmesi kadar önemli olmayabilir; Antony Blinken geldi, fakat neden Genelkurmay Başkanı kendisi gelip görmek istemiyor deprem bölgesini? Neden kendisi gelip bir şekilde Türkiye’de askerî ilişkilerinin öneminin altını çizmiyor? Onu bırakalım, Savunma Bakanı Lloyd Austin bölgede; yani yaklaşık bir haftalık önemli bir gezi yapıyor, bir sürü ülkeyi geziyor: Mısır’a gidiyor, İsrail’e gidiyor, Ürdün’e gidiyor, Irak’a geliyor. Neden Türkiye’ye gelmiyor Savunma Bakanı? Bakan seviyesinde Türkiye’ye yapılan tek ziyâret şu aşamada, geçen haftalarda yaşadığımız, Dışişleri Bakanı’nın ziyâretiydi. O da Biden yönetiminin ikinci yılında yapılan bir ziyâret. Yani bu ne gösteriyor biliyor musun Ruşen? Türk-Amerikan ilişkilerinin hiç de iyi gitmediğini gösteriyor. Bunun temelinde de, bugün Türkiye’nin NATO konusunda ayak sürmesi var. Yani İsveç ve Finlandiya konusunda Türkiye’nin bekleneni yapmıyor olması var. Bekleneni de, demin bahsettiğimiz PKK meselesi, Kürt meselesi nedeniyle İsveç’e koyduğu tavır nedeniyle yapmadığını biliyoruz. Bu hem Amerika’da askerî çevrelerde hem de Kongre’de çok ciddî bir tepki yaratıyor Türkiye’ye karşı. Deprem tabiî ki bir sempati, bir empati yarattı; fakat bunun etkisi bir ay sürüyor, iki ay sürüyor. Türkiye konularında, Türkiye’nin şu anda Batı basınında en ön planda olduğu şey, Ukrayna savaşındaki gelişmeler konusunda Türkiye’nin neden yeni durumu anlamayışı, neden bir NATO üyesi olarak İsveç’in ve Finlandiya’nın üyeliğine yeşil ışık yakmayışı. Bakın, Macaristan’daki Orban yönetimi bu hafta onaylayacak, bir tek Türkiye kalıyor geriye. Amerikan Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı bence bu nedenle ziyâret etmiyorlar. Yani Blinken bir zemin aradı, Türkiye tâviz vermedi. Türkiye hâlâ tâviz vermiyor İsveç konusunda. Finlandiya konusunda yeşil ışık yakmaya hazır; ama İsveç konusunda ayak sürüyor Türkiye. Ve bu nedenle özelikle Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nda, CENTCOM dediğimiz komutanlıkta Türkiye’ye karşı bu Suriye meselesi nedeniyle de bir tepki var. CENTCOM’da zâten var, Merkez Kuvvetler Ortadoğu’ya bakan Amerikan askeri yapılanması  — ki Lloyd Austin, şu anki Savunma Bakanı CENTCOM komutanıydı, askerî bir kimliğe sahip, asker emeklisi ve general emeklisi ve CENTCOM komutanıydı. O zâten Türkiye’ye o açıdan bakıyor; yani Suriye, Irak açısından bakıyor. O açıdan baktığından, Amerikan askerleri Türkiye’nin yanlarında olmadığını hissediyorlar. Çünkü Türkiye’nin ana tehdit algılaması hiçbir zaman IŞİD olmadı. Amerika’nın tehdit algılaması IŞİD iken, Türkiye’nin ana tehdit algılaması Amerika’nın ortaklık kurduğu Kürtler oldu hep. Yani daha önce Irak’ta, sonra Suriye’de. Bu bir kırılma yarattı. Ama Türkiye hep, en azından, “NATO, yani Avrupa kuvvetleri, Savunma Bakanlığı, Pentagon içindeki Avrupa kuvvetleri bizim yanımızda” diyebiliyordu. Ve gerçekten de ben askerî bir kurumda ders veren bir profesör olarak, NATO’dan gelen Amerikalı subayların, NATO generallerinin CENTCOM generallerine oranla Türkiye’ye ne kadar pozitif baktığını hep gördüm. Bunlar Türkiye’nin stratejik önemini hep takdir ediyorlar. Ama bugün geldiğimiz noktada Türkiye’nin NATO konusunda aldığı tavır nedeniyle, hem Avrupa merkezinden gelen, yani EUCOM’dan gelen NATO generalleri, hem de CENTCOM’da çalışan subaylar, generaller, Türkiye’ye karşı tepkili. İşte bu nedenle Lloyd Austin ve Mark Milley, Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı Türkiye’ye gelmiyorlar.

Ruşen Çakır: Ömer, son olarak senin özel bir biçimde yakından takip ettiğin İsrail hakkında sormak istiyorum. Türkiye’de kamuoyunun çok ilgisini çekmedi; ama çok kritik şeyler yaşanıyor orada: Yargı bağımsızlığına yönelik iktidârın bir hamlesi var ve bayağı protestolar yaşanıyor. Sonuçta Netanyahu istediğini yapabilecek mi? Bir anlamda yargıyı siyâsi iktidârın denetimine sokmayı hedefleyen bir değişiklik olduğu yorumları yapılıyor. Ne dersin?

Ömer Taşpınar: Ruşen ben İsrail’i yıllardır daha çok Haaretz gazetesi üzerinden tâkip ediyorum ve İsrailli tanıdığım analistler de genelde merkez sol eğilimli analistler. İsrail sağının, tabiî ki Likud’un, daha ortodoks olan Haredim dediğimiz aşırı dinci, fundamentalist grupların nasıl baktığını çok iyi anlamakta zorlanıyorum; ama gerçek şu ki İsrail’de bugün ciddî bir aşırı sağ, radikal milliyetçi ve Siyonist bir grup var ve bu grup iktidarda. Ve bu grubun başında bir türlü görevden uzaklaşmayan, her seferinde seçimle geri gelen ve kendisi yargı ile sorun yaşayan Netanyahu hükûmeti var. Netanyahu hükûmeti şu anda o kadar radikal isimlerden oluşuyor ki… gerek Ulusal Güvenlik Danışmanı, gerek İçişleri Bakanı olsun, gerek Eğitim Bakanı olsun, yani her konuda son derece sağa kalmış bir İsrail var. Toplum olarak da baktığımızda, bu yerleşkelerde yoğunlukla gördüğümüz, çok çocuklu, Haredim dediğimiz ortodoks fundamentalist kesimin toplumsal bir karşılığı var, ciddî bir demografik karşılığı var İsrail’de. Ve bu kesim artık İsrail parlamentosu Knesset’te ipleri ele aldı. “Bir Türkiyelileşme süreci yaşıyoruz” diyorlar; Haaretz gazetesinde sürekli olarak “Türkiye’ye benzeyeceğiz” diye yazılar çıkıyor. “Türkiye’ye benzeyeceğiz yazısı” ne demek? Hukuk devletinin, güçler ayrımının, fren ve denge mekanizmalarının kaybolduğu bir ülke hâline mi geliyoruz? Türkiye’de liberalizm dediğimizde herkes dalga geçer, “Liboşlar bunlar, doğru dürüst anlamıyorlar dünyayı” diye; ama liberalizm bir siyâsî felsefe ve bir siyâsî târihî akım olarak, fren ve denge mekanizmaları, devletin gücünü dengelemek açısından, güçler ayrılığı yaratmak açısından, bireysel özgürlükleri garanti altına almak ve hukukun üstünlüğü, kanun devleti değil hukukun üstünlüğü kavramı açısından çok önemli. Şu anda İsrail’de liberalizmin zayıfladığı ve halk gücünün, yani bir şekilde demografik gücün, güçlünün, çoğunluğun her istediğini yapabileceği bir sisteme doğru gidiyoruz. Nasıl gidiyoruz? Anayasa Mahkemesi’nin gücünün kırılması ile. İsrail’de güçlü bir Anayasa Mahkemesi var. Güçlü bir anayasa yok, ama güçlü bir Anayasa Mahkemesi var. O Anayasa Mahkemesi parlamento Knesset’i ve Başkan’ı, orada parlamenter sistemde Başbakan’ı kontrol edebiliyor, yani dengeleyebiliyor. Şu anda geçirilmek istenen yasa, Knesset’te %51 oranında üstünlük sağladığında Anayasa Mahkemesi’nin herhangi bir hukuk kuralını çiğneme hakkı veriyor sana. Yani %51’i oluşturduğun anda, istersen, “İsrail’de iki devletli çözüm bitti, İsrail artık bir Siyonist Yahudi devletidir, Araplar bu ülkede ikinci sınıftır” diyebilirsin. Zâten sorunlu olan bu konularda çok daha radikal, Yahudî-Musevî çoğunluğu çok daha gözeten, hatta Haredim çoğunluğu, yani ortodoksları kollayan ve İsrail’deki laik Yahudi kesimi, liberal, ilerici, solcu Musevî kesimi alt edecek, onları neredeyse siyâseten yok edecek bir yapıya doğru gidiyoruz. İşte bu nedenle İsrail’de yüz binler sokakta. Ve buna Amerika çok ilgi gösteriyor. Amerikan basınında Türkiye konusunda bir yazı çıkıyorsa İsrail konusunda beş yazı çıkıyor. Ve İsrail’deki bu gidişat Amerika’yı rahatsız ediyor, Biden yönetimini rahatsız ediyor. Ama rahatsız etmesinin başka bir boyutu, sâdece İsrail’deki demokrasi konusu değil, “Acaba Netanyahu dikkatleri dış politikaya çevirmek için İran’a bir saldırı düzenler mi?” korkusu nedeniyle de dikkat çekiyor. Çünkü İran’a baktığımızda, şu anda İran’da ekonomik olarak, siyâsî olarak çok ciddî bir kargaşa var: Kızlar zehirleniyor, yaklaşık bin kadar kız, Kum şehrinden başlayarak İran’ın farklı şehirlerinde okullardaki bu kız öğrenciler toksik maddelere mâruz kalıp zehirlendiler. Öyle bir noktaya geldi ki, İran’da dinî lider Hamaney bile durumu kabul edip, “Sorumluları en ağır cezâlarla yargılayacağız” dedi. Ve öyle bir yere geldi ki, İran’da da aslında siyâseten çok ciddî bir kargaşa var; ama dünya açısından daha büyük korku, İran’ın uranyum yoğunlaştırma konusunda silâh elde edebilecek seviyeye çok yaklaşmış olması. Yani %90 oranından bahsediliyor uranyum yoğunluğu, %86 oranında. Çok kısa bir sürede İran, atom bombası elde edebilecek seviyede uranyum yoğunlaştırma kapasitesine gelecek. Bunu silâh hâline getirmesi, bir füzeye takması daha bir yıl iki yıl alabilir. Ama İsrail beklemezse, askerî yöntemlerle İran’ın nükleer merkezlerini vurmaya kalkarsa, yani sabotaj, siber gibi yöntemler değil bildiğimiz askerî yöntemlerle İsrail İran’a saldırırsa, bütün bölgedeki dengeler –Suudi Arabistan’la Körfez’deki İsrail ortaklığı, bütün bunlar– suya düşebilir. Zâten Filistin konusu gittikçe kanayan bir yara, daha da büyüdü. Yani oradan her gün kötü haberler geliyor, Filistin cephesinden. Bir de bunun üstüne İran eklenirse, Amerika Ukrayna, Rusya ve Çin konusunda, Pasifik konusunda odaklanmak isterken birdenbire kendini Ortadoğu’daki bir krizin ortasında bulacak. İşte bu nedenle hem Genelkurmay Başkanı hem Savunma Bakanı, ağırlıklı olarak İsrail ve Arap ülkelerine giderek İsrail’in bir şekilde elinin tutulmasını sağlıyorlar. Yani İsrail’e mesajları var, Arap ülkelerine mesajları var ve tabiî ki temelde Amerika’nın amacı burada İsrail’in kendi başına hareket etmemesi. Yani bu içerideki krizler nedeniyle Netanyahu’nun bir delilik yapıp dış politikaya ilgiyi aktarmak için, halkın enerjisini biraz da o tarafa çekmek için –çünkü içeride Netanyahu’ya karşı büyüyen bir öfke var– böyle bir şey yapar mı korkusu var. O nedenle şu anda Amerika dış politikasında İsrail’de yaşananlar ve İran’da olup bitenler ön planda. 

Ruşen Çakır: Evet Ömer, çok teşekkürler. Bu hafta “Transatlantik”i burada noktalayalım, Gönül’e de çok selâm iletelim, izleyicilerimize de teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.