Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Antroposen çağında tok gözlü olabilmek

Sayısını bilmediğimiz kadar çok kişinin yaşamını kaybetmesine, milyonlarcasının da yaşamının kökten değişmesine yol açan Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden kırk gün geçmeden başka bir “doğal” felaketle karşı karşıya kaldık: Şanlıurfa’daki sel felaketi. Şehrin kurulduğu günden beri görmediği kadar büyük bir yağışın ardından evlerin sel sularının altında kalmasına, bin bir tantana ile açılan yer altı geçitlerinin çamur yüzünden gözükmez hale gelmesine ve onlarca kişinin bu asırda olmasının insan havsalasının alamadığı bir şekilde yaşamını kaybetmesine şahit olduk. Kahramanmaraş depremleri sonrasında hissettiğimiz kahır ve çaresizliği bir kere daha hissettik ve sorduk: Nasıl olur?

Depreme ya da sele “doğal” felaket adını verdiğinizde sanki bu sorunun yanıtını da kendiliğinden vermiş oluyorsunuz: “doğa bu, yapar…” Fay hattı arada bir kırılır, bir yıl boyunca yağmayan yağmur birkaç saatte yağar, hava sıcakları yüzyıllık ortalamaları aşar, vesaire. Doğa böyle kendi keyfine göre davranırken, insan da acizlik içerisinde başına gelene katlanır, gidenin ardından üzülür ancak yaşamına devam eder. Hele kaderci bir tarafınız varsa yaşananların hesabını da sorma zahmetine girmezsiniz, çünkü “yaşam da, ölüm de Allah’tandır”.

İşin inanç kısmını sorgulamak haddi aşmak olur. Ortada bir kayıp ve yas varsa, herkesin bu kayıp ile kendi itikadınca mücadele etmesi ve yasını kendi bildiğince tutmasında yanlış bir şey yok, saygı duymak gerekir. Ancak iş insanların nasıl yaşadıkları ve öldüklerini belirleyecek kamu politikalarına gelince, buradaki beşerî hataları Allah’a havale etmek, en fazla ona haksızlık olur. Çünkü hangi inançtan olursanız olun, hatta herhangi bir inancınız olmasın, yaptıklarınızın sorumluluğunu taşımak zorundasınız, doğanın ya da başkasının arkasına saklanmak sadece bir sonraki felaketi büyütür.

Neden bunlar bizim başımıza geliyor? Depremler, seller, orman yangınları, heyelanlar ve diğer birçok doğa olayından bahsediyorum. Kadersiz coğrafyamızın bir sonucu mu bu, sonuçta coğrafi haritaya bir dakika bakmak bile ülkemizin hayırlı bir yerde konumlanmadığını gösterir -hoş, siyasi haritadan da başka bir sonuç çıkmaz-. Ya da “uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” bir memleket olmanın bedeli mi? Binlerce yıldır onlarca medeniyete önce ev, sonra da mezar olmuş bir coğrafyada başkası yaşanmaz mı? Bugün deprem bölgesinde yapılacak en ufak arkeolojik kazı daha önceki depremlerle yerle bir olmuş başka şehirlerin kalıntılarıyla karşılaşmamıza yol açıyorsa; aynı yere şehir yapmanın cazibesi ve inadından mı söz etmekteyiz?

Aslında yaşadıklarımız daha büyük bir sorunun parçası: Yeni bir çağa, Antroposen çağına hoş geldik. İnsan çağı demek, insan yapımı nesnelerin ağırlığının dünyadaki tüm canlıların toplam ağırlığını aşmış olduğu bir döneme işaret ediyor. Bütün inşa ettiğimiz plastik, beton ve benzeri insan yapımı nesneler artık bu dünyaya damgasını vurmuş durumda. Sanayi Devrimi’yle başlayan “Büyük Hızlanma” sayesinde şimdi insanın miras aldığı değil, inşa ettiği dünyadayız, hem de bu dünyayı paylaştığımız başka varlıkları tüketmek pahasına. Çevre, artık bizim kontrolümüz dışında olan bir etkenden çok, bizim eylediklerimize gelen bir tepki, basitleştirelim, o yağmur o kadar çok yağıyorsa, bizim yaptıklarımız ve atmosferi bu hale getirdiğimizden ötürü.

Bir çağ kapanıp diğer çağ açılırken bu “davul-zurna” ile olmuyor haliyle. Çağları farklı dünyalar olarak hayal edebiliriz, birden kendimizi başka bir gezegende buluyoruz. Gerçekten de “Büyük Hızlanma” öncesindeki yaşam masallardaki kadar uzak. Son on bin yılda dünyadaki ormanların üçte biri yok olmuş, bu kaybın yarısı 9900 yılda, geri kalan yarısı da son yüzyılda. Anekdotlardan biliyoruz, zamanında meyve bahçesi, bostan, orman olan yerler bugün ya apartman ya fabrika. İstanbul’da bir tur atalım, Levent, Merter,  Ferhatpaşa, Hekimbaşı ya da Çavuşbaşı semt değil, çiftlik isimleri. Başta Kahramanmaraş ve Hatay olmak üzere deprem bölgesindeki şehirlerde yapılacak en ufak bir zaman yolculuğu ahir zaman bahçe tarlalarındaki dönüşümü kolaylıkla bize gösterebilir. Marmara Depremi’nde de durum farklı değildi, şeftali bahçelerine dikilmiş apartmanlar yıkıldı önce.

Babadan kalma şeftali bahçesine apartman dikip kendince çoluğunun çocuğunun geleceğini kurtardığını düşünmek nasıl bireyin açgözlülüğüyse, koskocaman bir küreyi kendi kâr ve tüketim hırsımıza kurban etmek de insanlığın açgözlülüğü. Dünya sınırsız kaynaklar sunmuyor, her gün tüketirken bir anlamda kendimizi de tüketiyoruz. Çünkü uzmanlar Antroposen’in sonunun hayırlı olmayacağını, daha önce beş büyük tükenişe şahitlik eden dünyanın altıncısına doğru hızla gittiğini söylüyor. Bu kez tükenen dinozorlar değil, biz olacağız tek fark o.

Son dönemde sayısı artan distopik filmleri düşünün, dünyaya çarpan asteroit, bütün tarımı yok eden gizemli bir hastalık ya da herkesi evine kapatan bir salgın -durun bunu yaşadık sanırım-. Bazılarında galip gelen insanlık ya da insanların bazıları oluyor; bazılarındaysa cümleten yok oluyoruz. Distopyalar da ütopyalar kadar cazip, insanın kendi sonu üzerine düşünmesinin yaşama daha fazla sarılmak gibi bir etkisi olsa gerek. Doğal felaketlerin ekonomik sonuçlarını analiz eden bazı çalışmalar deprem, kasırga ve benzeri felaketlerin ekonomiyi ilk bir iki yılda olumsuz etkilediğini ancak daha sonra bu etkinin kaybolduğunu gösteriyor. Hatta bazı çalışmalara göre felaket sonrasındaki yardım ve iskân harcamaları ekonomiye katkı bile veriyormuş.

Distopyalar sadece filmlerde kalsa, kaygılanmamıza gerek yok ancak şu anda içinde barındığımız dünyayı kendi elimizle distopyaya çevirdikten sonra başımıza bir şey gelmemesini ummamızın bir mantığı yok, çünkü gelecek. Antroposen bir günde olmadı, yüzyılların birikimi ve bir günde de geriye çevrilmesi imkânsız. Küresel ısınmaya yol açan karbondioksit emisyonlarını azaltmak için harcanan çabanın hala başarıya ulaşmamış olması geriye dönüşün ne kadar zor olduğunu bize gösteriyor, ki bu konu her şeye rağmen üzerinde en fazla uzlaşma olan konulardan biri, diğerlerine değinemiyoruz bile.

Pekiyi, çaresiz miyiz? Bir açıdan dünyayı bir büyük yok oluş daha bekliyorsa, bizim buna şahit olma olasılığımız çocuklarımızın şahit olma olasılığından daha az, iyi bir haber olarak yorumlayabilirsiniz. Ancak bizim doğrudan deneyimlediğimiz gibi sadece bu ülkede değil, başka yerlerde de verdiğimiz zararın bedelinin erkenden tahsil edilebildiğini de biliyoruz. Bir şey yapmak için çok geç olsa da, yarın daha da geç olacak.

Antroposen kavramını ortaya atanların temel amacı sadece bir durum tespiti yapmak değil, aynı zamanda da bir uyarı işareti koymak. Bizim yarattığımız risklerle dolu bir dünyada yaşıyoruz, Antroposen koskocaman, kıpkırmızı bir “Dur” işareti. Durmazsak ne olacağını görürüz. Bırakın durmayı, yavaşlamak için bile hevesimiz yoksa nasıl engel olacağız? Çöplerimizi ayrıştırmanın, kredi kartı harcamalarımızdan yola çıkarak karbon ayak izimizi hesaplamanın varacağı yer sınırlı. Karbon vergisi salsak bile, her yaratıcı verginin daha yaratıcı vergi kaçırma yöntemleriyle karşılandığı bir ekonomik sistemde yaşıyoruz. Her iyi niyetli imar düzenlemesini bir “imar affı” izliyor, son yetmiş yılda yirmiden fazla “imar affı” çıkarılmış, son aftan yararlananların sayısı altı milyon konut olarak hesaplanıyor. Adana ve Hatay’da altmışar bin, Gaziantep ve Kahramanmaraş’ta kırkar bin ve Malatya’da yirmi bin “yapı kayıt” belgesi verilmiş. Bu işten anlayanlar imar aflarının neredeyse anayasa marifetiyle yasaklanması gerektiğini söylüyorlar, bu arada şu anda Meclis’te komisyonda bekleyen bir “imar affı” tasarısı var, kim bilir Mayıs seçimlerine yetişebilir. 2018 seçimleri hemen öncesinde 10 Mayıs 2018’de oylanan bir önceki tasarıya 217 milletvekili “evet”, beş milletvekili de “ret” oyu vermiş, toplam vekil sayısı 537 bunu da not alalım. Yeni bir tasarının oylama sonucu farklı olmaz.

Şimdi seçim zamanı, üç vakte kadar partilerin seçim manifestoları açıklanır. Bize bir ev ödevi, bakalım kimin defterinde tok gözlülük, diğerkâmlık, paylaşmak ve korumak gibi kelimeler geçiyor; kim sayfalarını büyüme, ilerleme, zenginlik gibi bold-italik yazılmış kavramlarla doldurmuş. Sürdürülebilirlik, yılmazlık, dayanıklılık gibi kelimelere kim ne kadar yer vermiş. Bu ödevi yapalım, zaten kime oy vereceğimize çoktan karar verdiğimizden, kime oy verdiğimizi de bilelim.

e-mail: emreerdo@gmail.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.