Ali Hakan Altınay yazdı: Türkiye Yüzyılı ve gerektirdiği yürek

Bir süre önce önümüzdeki dönemin Türkiye Yüzyılı olması için hep birlikte çalışmamız önerisi dillendirildi ve bunun nasılını tartışmaya davet edildik. Daveti yapanların geçmişteki uygulamaları ve daha evvelki 2023 Hedefleri’nin önemli ölçüde başarısız olmuş olması nedeniyle bu öneriyi ve daveti ciddiye almayanların olduğunun farkındayım. Ben yine de bu iddialı hedefi –bir ihtimal, önerinin sahiplerinden bile fazla– ciddiye alacağım ve bu hedefin önündeki en önemli engelin yüreğimiz olduğu gibi cüretkâr bir tezi dillendireceğim. Bakalım sizi ikna edebilecek miyim?

Türkiye Yüzyılı ister istemez Amerikan Yüzyılı’nı çağrıştırıyor. İngilizce konuşan dünyada 20. yüzyıla Amerikan Yüzyılı dendiğine ve dünyanın başka bölgelerinde de buna bir miktar eşlik edildiğine şahit oluruz. 19. yüzyıla da İngiliz Yüzyılı diyenler oldu ama bu kullanım daha nadir, daha az kabul gören bir tanım. Bir dönemin bir ülke ile anılması için, doğal olarak, bunun sadece o ülke tarafından yapılması yetmiyor. O ülkenin, dünyanın kalanına anlamlı bir katkı yaptığı konusunda yaygın bir kanı olması gerekiyor. Amerika’nın dünyanın kalanının hayatına yaptığı maddi ve normatif katkıları tespit etmek için Amerikanofil olmanıza gerek yok. Otomobil, uçak, elektrik, televizyon, telefon, internet, bilgisayar aslen Amerika kaynaklı gelişmeler olarak dünyaya yayıldı. Hollywood bizi tersine ikna etmeye çalışsa da dünyanın başına büyük bela olacak Naziler’i ise Amerika değil aslen Sovyetler yendi. Ama şunu da bizim teslim etmemiz lazım: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, her insanın özgür ve belli haklarla doğduğu tespitini 1776’da yapan Amerika’nın önderliğinde çıktı. Amerika’nın Richard Nixon örneğinde kendi başkanını kendi kanunlarını ihlal ettiği için azletme iradesini gösterebilmesi karizmasına katkı yaptı. Benzer şekilde, 19. yüzyılın İngiliz yüzyılı olduğunu iddia edenler dünyada köleliğin bitmesi için İngiltere’nin oynadığı öncü role işaret ederler.

Peki bizim bu ölçekte insanlık ailesine sunabileceğimiz bir önermemiz, bir kabiliyetimiz var mı? Bence var ama bunun çoğu zaman ayrımında değiliz çünkü garip şeylerle övünme alışkanlığımız hepimizin ufkunu daraltıyor. Mesela Çamlıca Kulesi, Eyfel Kulesi’nden daha uzun diye övünüyoruz. Yahu, birisi 19. yüzyılda yapılmış, yapıldığından beri dünyada zarafet timsali olarak kabul edilmiş; diğeri 21. yüzyılın her türlü teknolojik avantajıyla yapılmış, örnekleri dünyanın birçok yerinde zaten var olan bir kule. Ayrıca, meselenin boy olduğunu nereden çıkardık? Ya da önemli bir gazetemiz Amerika’ya Ford ihraç ettik diye “Amerika Ford Görsün” diye manşet atabiliyor. Amerika’da bu araba 100 yıldır üretiliyor… Bu fabrikanın üretim süreçlerine getirdiği yenilik Fordizm diye literatüre girmiş. Biz Gölcük’te onların lisansı ve izniyle üretiyoruz. Şimdi birkaç bin araç ihraç edebilmeyi manşetten muştulamak nasıl bir ezikliğin sonucudur? Bu kadar ufak şeylerle övünmenin daha başka, daha büyük iddialarımızın olamayacağı imasını da içerdiğinin farkında mı değiliz, yoksa hayallerimiz bu kadar mı güdük?

“Bizim dünyaya katkımız bunlar ve benzerleri değilse, ne” diye sorabilirsiniz. Benim cevabım yaygaracı bir azınlık nedeniyle dünyanın göz ardı ettiği temel bir hakikatin tozunu alıp insanlığın tamamına esin olabilecek yetkinlikle hayata geçirmek. Bahsettiğim temel hakikate farklı farklı isimler, tarifler yoluyla işaret ettiğimiz için bu konudaki ortaklaşmamızın genişliğinin, derinliğinin ayrımında olmuyoruz çoğu zaman: Yüzyıllar boyu tevhid diye anılan, Nâzım Hikmet’in bir ağaç gibi hür ve bir orman gibi kardeşçesine olma özlemi dediği şey bahsettiğim. Tek başına, atomize, bencilce değil çok büyük bir ailenin parçası olduğumuzun farkındalığı ve bunu dolu dolu, hakkıyla yaşama iradesi. Sağcısıyla, solcusuyla tüm ülkenin en geniş ortak paydasının bu olduğu kanısındayım. Tanpınar’ın enfes eseri Huzur’da “Şark çok büyük bir şeyi keşfetti. Belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı bile dokunmuştur. Kendisi ve bütün âlemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrı. Belki de gelecek ıstırapları hissettiği için bu panzehiri bulmuştu. Dünya ancak bu noktadan kurtulur” tespiti yapılır. Bu tespiti yapan Huzur’daki ana karakter Mümtaz’dır… Daha yaşı 30 bile değildir. Nâzım da çok benzer bir durum tarif eder: “Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız, hep hısım akrabayız. Ve ey güneş gözlü sevgilim, ‘Cogito Ergo Sum’ değil, bu haşmetli ailede varız diye düşünebilmekteyiz.” Cogito Ergo Sum, malum, Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” tezi… Nâzım, başımıza çok bela açmış ve bugünkü ekolojik felaketin fikirsel köklerini barındıran Kartezyen ayrımları elinin tersiyle itiyor… Düşündüğün için var değilsin, çok büyük bir ailenin parçası olduğun için düşünüyorsun diyor.

Aynı temayı yakın zamanda kaybettiğimiz Sezai Karakoç da yapmıştır: “Dünya sevgiyle aşılır. Sevgi aptallık değil, zekâyı aşan bir akıldır.” Bu enfes melodiye sesini, sözünü ekleyen bir diğer aydınımız Ülkücünün Çilesi eserinin yazarı Galip Erdem’dir. Erdem, “Çok eksiğimiz var ama en büyüğü birbirimizi yeterince sevmememizdir” demiştir. Bu farkındalık sadece kelam erbabının meşgalesi olmayıp, hayatı yaşayış biçimimize içkindir. Alışverişe giden annelerimiz pazarcı esnafına “evladım” diye seslenir. Şoförler suç olmasına rağmen karşı yönden gelen tanımadıkları sürücülere selektör yaparak ilerideki çevirmeyi haber verir. Benim memleketim Afyon’daki marketlerde çocukların göz hakkı olarak ayrılmış ücretsiz meyve vardır. Birçok fırında askıda ekmek, esnaf lokantasında askıda kuru-pilav vardır. Başkalarının dirliği bir detay değil, önemlidir çünkü başkası öteki değildir.

Yüzyılını bitirip kendi yüzyılımızı başlatma iddiasında olduğumuz Amerika’da hayat böyle işlemez. Ortalama Amerikalı seçmen diğer vatandaşların sağlık sigortası primine katkı vermeye itiraz eder. Temel eğitimde öğrenci başına eşit harcama yapılması ilkesi hâlâ kabul görmemiştir… Zengin mahalle okulunun bütçesinin çok, fakir mahalle okulunun bütçesinin düşük olmasını tartışmaya açmak bile çok zordur. 2020 COVID salgını sırasındaki sokağa çıkma yasaklarına “Zayıfları feda edin. Dükkânları açın” pankartlarıyla itiraz edildiğini hatırlıyoruz, değil mi?

“Zayıfları feda edin. Dükkânları açın”

19. yüzyılda yaşamış İngiliz düşünürü Herbert Spencer’dan 20. yüzyıl Amerikan iktisatçısı Milton Friedman’a uzanan çizgi bize uzun uzun bencil olmamız gerektiğini anlatır. Antropolog Joseph Henrich Amerika’da ve İngiltere’de yaygın olan atomize ve çıkarcı birey çerçevesinin dünyanın kalanı için nasıl büyük bir istisna olduğunu çok geniş bir veri setiyle anlatır. Hakikaten atomize ve bencil birey paradigmasına itiraza dünyanın birçok başka yerinde de rastlanır: Orta Amerika’nın kadim kültürü Mayalar birbirini “Ben bir başka senim” diye selamlar. Afrika’nın geniş coğrafyasında yaygın olan ubuntu felsefesi “Ben senin sayende benim. Sen de bizim sayemizde sensin” düsturunu içerir. Güney Afrika’daki ırkçı Apartheid rejimi sonrası adaletin kindar yollarla değil de hakikat komisyonları önünde yapılan itiraflar sonrası gelen aflarla sağlanmasının arkasında ubuntu felsefesi olduğunu söyleyen ve ciddiye alınmayı hak eden gözlemler var. Ünlü Hintli düşünür Tagore, İngiliz ve Amerikalılar’ın açgözlülükleri karşısında derin bir hayret ifade eder ve bunun bir hastalık olduğuna kanaat getirir. Tagore’a göre, bu hastalığın temelinde bir tür cehalet yatar: Tüm dünyadan ayrı bir varlık olduğunuzu sanmanız ve temel hakikate sevgi yoluyla ulaşılacağının farkında olmama hali olarak cehalet. Tagore’un feyz aldığı kaynaklar Hinduizm’in ana metinleri olan Upanishadlar (Upanishadlar 17. yüzyılda İslâm dünyasına çeviri yoluyla sunulduğunda, çevirinin girişinde “Bu kaynak tevhid okyanusunun kaynağıdır ve Kur’an ile uyumludur, onun açıklamasıdır” notu eklenmiştir) ve Budizm’dir. Tagore’u Türkçe’ye kazandıran ise Bülent Ecevit’tir. Doğu Asya’nın düşünce dünyasında da çok benzer tespitler vardır: Dünyayı kulağımızla değil kalbimizle dinlememiz salık verilir. Amaç bilen, bilinen ve bilginin birbirinin içinde erimesi ve vuslattır. Sözün kısası Heindrich haklıdır: Anglosakson modernitesi insanlığın kalanını ikna edememiştir. Tanpınar haklı çıkmıştır; Türkiye haklı çıkmıştır.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Şimdi mesele Türkiye’nin bu temel ama göz ardı edilmiş hakikati dillendirecek ve hayata geçirecek yüreğe sahip olup olmadığıdır. Bu sorunun cevabı ne yazık ki pek net değil. Terazinin bir kefesinde toplumun yarısını hor gören, hakaret eden, “iki ayyaşın çıkardığı kanunlar” türü ifadeler kullanabilen, taraftarlarına kindarlık tavsiye eden bir akıl, öbür kefesinde ise ülkenin tamamının hemfikir olduğu ve dünyanın ağırlıklı çoğunluğunun da hasret olduğu bir paradigmayı hayata geçirme sorumluluğu. Arkeologların önemli bir kuralı var: Eğer kollayıp, ihya edebileceğinden emin değilsen, o alanı kazma çünkü senden sonra gelenler senden daha ehil olabilir. Dolayısıyla Türkiye Yüzyılı’nın gerektirdiği yürek sizde yoksa, bu önemli potansiyeli heba etmeyin. Bu iddiayı mümkün kılan asıl cevher, Anadolu irfanı, sizden önce de vardı, sizden sonra da olacak. Sizin yüreğiniz bu işe yetmiyorsa, sizden sonra gelecek bu toprakların necip evlatları bu sorumluluğun gereğini yerine getirir.

e-mail: haltinay@globalcivics.net 

Mektup adresi:
Ali Hakan Altınay
Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü
Semizkumlar Mah. Çanta Cad. No: 162
Silivri Kapalı Cezaevi (9 no’lu Cezaevi), Koğuş: A47
İstanbul