Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker yazdı: Demokratik Cumhuriyet ve Sol

Türkiye Cumuhriyeti, tarihi başlangıcında demokratik bir iddiaya sahipti. Henüz Hilâfet ve Saltanat’ın kaldırılmadığı, 1876 Anayasası’nın yürürlükte olduğu bir tarihte, yeni bir devletten, “Türkiye Devleti”nden söz eden 1921 Anayasası, bu yeni devletin dayandığı esâsın “halkın kendi mukadderâtını bizzat ve bilfiil idâresi” olduğunu daha ilk maddesinde vurguluyordu. Vilâyet ve nahiye (bucak) şûralarına tanınan yetkiler ve bu temelde kabul edilen özerklik de bu demokratik iddiayı tahkim eden kurallardı. 1923’ten sonra bu iddia yerini otoriter-milliyetçi bir devlet düzenine bıraktı. Bugünün sorunu, defalarca vurgulandığı üzere, bu düzenin demokratikleştirilmesi değil, bunun yerine yeni bir demokratik düzenin kurulmasıdır. Özetle “demokratik cumhuriyet” dediğimiz bu yeni düzen ise politik olarak “sol”da konumlanan bir tasavvurdur. Neden?

Demokrasinin eski anlamı

Aristoteles (M.Ö. 384- M.Ö. 322)

Soruya cevap vermek üzere, önce “demokrasi” sözcüğüne yüklenen eski anlamdan başlayalım. Sanırım demokrasinin, “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” biçimindeki klâsik tanımını duymayan kalmamıştır. Burada üzerinde durmamız gereken terim, “halk”, yâni Eski Yunanca’daki “demos” terimidir. Kimdir bu halk? Eski Yunan’da, demos (halk) terimi, yurttaşlar arasındaki yoksulları, mülksüzleri anlatıyordu. Buna göre demokrasi, yoksul, mülksüz kesimlerin yönetimiydi ki olumlu bir yönetim biçimi olarak görülmüyordu. Aristoteles, Politika adlı eserinde, demokrasi ile oligarşiyi karşılaştırmakta ve demokrasiyi “çoğunluk”, oligarşiyi ise “azınlık” yönetimi olarak tanımlayanlara karşı, eleştirel bir biçimde bu ayrımın görünüşte böyle olduğunu söyler. Ona göre demokrasi ile oligarşi arasındaki asıl ayraç yoksulluk ve zenginliktir. Demokrasi yoksulların, oligarşi ise zenginlerin yönetimidir ama Aristoteles’e göre yoksullar her zaman çoğunlukta, zenginler ise her zaman azınlıkta olduğu için sanki aradaki fark çoğunluk-azınlık yönetimi farkıymış gibi görünür.

Demokrasinin yâni yoksul, mülksüz çoğunluğun yönetimi olarak bu tanımı uzun yüzyıllar varlığını korur. Temsilî yönetimin, parlamentoların var olduğu Avrupa tarihinde, feodal toplum içinde gelişmiş parlamento gibi temsilî kurumlarla yönetimin mevcudiyetine rağmen demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Erken modern dönemde ve hattâ Fransız Devrimi’nden sonra uzun bir süre yoksul halkın yönetimde söz sahibi olması istenmemiş, aksine engellenmiştir. 18. ve 19. yüzyılların gözde ideolojilerinden liberalizm, bireysel özgürlükleri temel aldığı “anayasal devlet” anlayışında, demokrasiye yer vermemiş, seçme ve seçilme hakkı uzun dönemler boyunca “mülk sahibi erkekler”e tanınan bir hak olmuştur. Siyasi hakların “demokratikleşmesi”, yâni mülksüzleri ve kadınları da içine alacak biçimde genişlemesi, bugün bildiğimiz “genel ve eşit oy hakkı”nın benimsenmesi ise ancak çoğunluğun yapabileceklerinin sınırlandırılmasını mümkün kılan mekanizmalarla birlikte mümkün olmuştur. Bir diğer deyişle, modern temsilî demokrasinin bir ifadesi olan “liberal demokrasi”, Eski Yunan’da kullanıldığı anlamda yoksul, mülksüz veya “ezilen” sınıf ve kesimlerin siyasi iktidarda söz sahibi olduğu ama sözlerinin temsilî kurumlar içinde kısıtlandığı ve denetim altına alındığı bir örgütlenme tipini ifade etmektedir.

Liberal demokrasideki sınırlamalar ve Türkiye Cumhuriyeti

Modern liberal demokrasinin bu niteliğine “ulusal/millî devlet” çerçevesini de eklemeyi unutmamalıyız. Buna göre demokrasi, ulusal/millî devletin ülkesel (territorial) sınırlarına ek olarak “ulusal/millî kimlik” ile ilgili sınırlarına da tâbi durumdadır. Birinci anlamdaki sınırlamaları ulus-devletin egemenlik kurgusunda görürken, ikinci sınırlama “kimlik farklılıkları”nın siyasi alandan dışlanması olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, çağdaş temsilî liberal-demokrasi veya -bugünlerde daha sık duyduğumuz- bir diğer adlandırmayla “anayasal demokratik hukuk devleti”, aslında ulusal/millî devletin bu iki öbekteki sınırlamalarına bağlı bir siyasi örgütlenmenin adı olmaktadır. Tabiî, eklemek gerekir ki bu iki sınırlama da baskı altındaki, ezilen toplum kesimlerinden gelen taleplere, bu taleplerin ürettiği kamusal güce direnememiş ve gevşemişlerdir. Örneğin, uluslararası hukukun ve özellikle de bu hukuk düzeni içinde insan haklarının genişleyen bir çerçevede ulusal/millî devletlerin egemenlik yetkilerini aşındırdığı açıktır. Etkililiği tartışma konusu olsa bile, bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni veya Birleşmiş Milletler’in uluslararası insan hakları sözleşmelerini hatırlamamız gerekir. Devletlerin uluslararası alandaki “egemenlik” iddialarını aşındıran bu “ulusalüstü” gelişmelere ek olarak, ulusal/millî devletlerin kendi içlerinde, sınıf, cinsiyet, cinsel yönelim, etnik veya inanç kimliği temelindeki ayrımları ve ayrımcılıkları terk etmek zorunda bırakılmalarına yönelik örnekler de az değildir.

Dikkat edilecek olursa, demokrasinin özellikle modern tarihini yoksul ve mülksüz sınıfların, ezilenlerin direnişi, mücadelesi ve elde ettikleri hak kazanımları olarak anlamak mümkündür. Böyle baktığımızda, demokrasi ile bugünkü ulusal/millî devlet düzeninin ve bu düzenin içinde yer aldığı uluslararası sistemin temel dayanakları arasında bir dizi gerilim olduğu görülmektedir. Bu gerilim, somut tarihi konjonktürlerde farklı biçimlerde sonuçlanabilmektedir. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık serüvenine göz attığımız zaman ne görmekteyiz? Kanımca, ilk gördüğümüz şey, Cumhuriyet’in yola bir demokratik iddia ile çıkmış olduğudur. Bu iddia, 1921 Anayasası’nın birinci maddesindeki “halkın kendi mukadderâtını bizzat ve bilfiil idâresi” teriminde ve aynı anayasadaki özerklikle ilgili düzenlemelerde somutlaşmıştır. 1923 Ekim’inden sonrası ise bu iddianın yerini Cumhuriyet’in bir “milliyetçi-otoriter devlet” olarak inşâ edilmesi kararı almıştır. Bu inşâ ile Türkiye toplumunun farklı kesimleri arasındaki gerilim ve çatışmalar, çeşitlenerek devam etmiş ve süreç içinde Cumhuriyet; toplumun ezilen, yoksul kesimlerine, kadınlara, Kürt halkına yönelik “açılımlar” gerçekleştirmiştir. Ancak bu açılımların yukarıda gelen olarak liberal-demokratik düzende mevcut olan teorik sınırlamalara denk düşen ama Türkiye’ye özgü sınırlarla çevrili olduğu da bir gerçektir. Emekçi halk kesimlerine tanınan sendikalaşma, grev, toplum sözleşme gibi hakları, yerel yönetimler üzerindeki merkezî devletin sâhip olduğu “idârî vesâyet” yetkisini, uluslararası insan hakları sözleşmelerine, kadın haklarına, çocuk haklarına konulmuş olan çekinceleri burada tek tek hatırlatmaya gerek yok.

Bugün geldiğimiz noktada, demokratik bir iddia ile hayata başlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin, 1923 sonrasındaki temel kuruluşu ile ezilen toplum kesimleri arasındaki çelişkilerin yarattığı gerilimlerin ürettiği faşizan bir otoriter rejimden kurtulmanın yollarını arıyoruz. Yollardan biri, önceki hak ve özgürlük kazanımlarının bir bölümünü aşındıran, bir bölümünü ise tümüyle yok eden başkancı rejimi, parlâmenter anayasal hukuk devleti ile değiştirmek. Bu yol kapı aralayabilir ama sonuçta çıkacağı yer, liberal-demokrasinin ulusal/millî devlet konsepti içinde tâbi olduğu sınırların yeniden üretildiği bir yer olacaktır. 

Demokratik Cumhuriyet alternatifi

Buna karşılık, demokratik cumhuriyet ise bir diğer yol olarak önümüzde durmaktadır. Bu yolun farkı, liberal-demokratik temsilî düzenin ve bu düzenin içinde işlediği ulusal/millî devlet kurgusunun dışında, farklı bir temel kuruluş önermesidir. Farklılığı demokratik yapan, demokrasinin eski anlamında var olan ezilen, yoksul, mülksüz sınıf ve kesimleri, kadınları, ezilen halkları siyasi kararların alınması ve uygulanması süreçlerinde etkin özneler hâline getirmeye ve bunu yaparken de liberal temsilî demokrasinin yukarıda değindiğim sınırlamalarını yok etmeye yönelmesidir. 

ABD’li siyasetbilimci Francis Fukuyama

Baştaki soruya dönecek olursak, bu kısa ve öz tanımıyla “demokratik cumhuriyet”in politik olarak “sol”da konumlanan bir tasavvur olduğunu ayrıca uzun boylu açıklamaya gerek var mı, bilmiyorum. Bilindiği gibi, zaman zaman sol ve sağ ayrımının politik olarak anlamının olmadığı veya eskiden varsa bile kalmadığı yönünde bir görüş vardır. Bu görüş çok yeni de değildir. Yarım asırdan fazla bir süre öncü ortaya atılmış olan “ideolojilerin sonu” tezine kadar kadar geriye götürebiliriz. Daha yakınlarda Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi de buna yakındı. Hattâ Fukuyama daha da ileri gidip, liberal-demokratik kapitalizmin insanlık için alternatifsiz bir düzeni anlattığı görüşünün de temellerini atmıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının, bir diğer deyişle “reel sosyalizm”in çöküşünün de buna katkı yaptığını biliyoruz. Bizde de Türkiye toplumunun kendine özgü özelliklerinden ötürü, Batı’daki sol ve sağ ayrımlarının geçerli olmadığı görüşü çok değişik kişilerce ileri sürülebilmiştir. 

Önce, bu tür değerlendirmelerin “ideolojik” olduğunu söylemeliyim, ideoloji kavramının Marx’ın kullandığı “yanlış bilinçlilik” kavramına benzer bir anlamına atıfta bulunarak. Var olan baskı ve sömürü ilişkilerini gizleyen, bu ilişkileri normalleştiren ve hattâ olması gereken gibi idealize eden bir düşünce setini yansıtıyor kanımca bu “sol-sağ ayrımı yok” tezi. Tezin arkasında yatan düşüncelerden biri, liberal-demokrasinin insanlara hukuk önünde eşit temel hak ve özgürlükler tanıdığı, bunları güvence altına aldığı ve kendi hayatını bu özgürlükleri kullanarak kendi irâdesiyle belirleyebileceği, başka hiç kimsenin tahakkümü altına girmeyeceği iddiası. Bu iddianın sorunu, hak ve özgürlüklerin tanınması bakımından “hukuk önünde eşit” olan insanların, bu hak ve özgürlüklerden yararlanmak için gereken maddî ve manevî kaynaklara sahip olmamaları nedeniyle, eşitsiz bir konumda bulundukları gerçeğini görmemesi ya da görülmesini engellemeyi amaçlaması. 

Bir örnek, işçi ile işveren arasındaki iş sözleşmesi. Bu sözleşmeye göre işçi bir iş yapmayı, işveren de bunun karşılığında bir ücret ödemeyi taahhüt ederler ve anlaşırlar. İşçi de işveren de bu anlaşmayı yaparken kendi bireysel, özgür irâdeleriyle hareket etmektedir ve ödenen ücret yapılan işin karşılığıdır. Oysa gerçek durum bu değildir. İşçi, yaşamak için emek gücünü işverene satmak zorundadır, yaşamak için başka seçeneği yoktur. Aldığı ücret emeğin tam karşılığı değildir, işverence el konulan bir artı değer vardır. Gerçeğin bu olduğu, “sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev” hakları ile tanınmış durumdadır zaten ama unutmayalım, yukarıda değindiğim kısıtlamalar dâhilinde. Kadınlara uygulanan “eşit işe eşit ücret”ten sapmaları, kadınların kamu alanından ve özellikle de çalışma hayatından uzak tutmaya yönelik ideolojik-politik tavır konumlanışları buna ekleyebiliriz. Benzer biçimde, etnik veya inançsal farklılıkların, gerçek durum tam aksi olduğu halde, politik bir anlam taşımıyormuş gibi sunulmasını da buna ekleyebiliriz.

İşte “sol” dediğimiz zaman, sömürülen, ezilen, tahakküm altına alınan, dışlanan sınıfların özgürlük taleplerini, “hukukî-biçimsel eşitliğin ötesinde” ciddîye alan, bunları gerçekleştirmek için politik irâdenin doğrudan bu kesimlerin elinde şekillenmesine yönelik bir temel kuruluş hedefleyen çoğul ideolojik konumlanışları kastetmekteyiz. Demokratik Cumhuriyet, tam da bu konumlanışları kapsadığı için “sol”da konumlanmaktadır. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.