Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sırrı Süreyya Önder, Ruşen Çakır’a konuştu: “Tarihsel bir kavşakta olduğumuz için yeniden aday olmaya karar verdim”

Üç dönem milletvekilliği yaptıktan sonra “Bir daha dönmem” diyerek TBMM’den ayrılan yönetmen, senarist ve siyasetçi Sırrı Süreyya Önder, 14 Mayıs seçimleri için Yeşil Sol Parti İstanbul 1. Bölge birinci sıradan milletvekili adayı oldu.

Peki Sırrı Süreyya Önder’e bir daha milletvekili olmama yönündeki kararını değiştiren gerekçeler neler? Kendisini kimler, nasıl ikna etti? Güncel siyasi gelişmeler konusunda ne düşünüyor? Kürt sorununun çözümü için seçim sonrası bir umut daha var mı? Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununa yönelik sözleriyle ilgili ne düşünüyor?

Ruşen Çakır sordu, Sırrı Süreyya Önder cevapladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler. Sırrı Süreyya Önder stüdyo konuğumuz Kendisiyle adaylık serüvenini konuşacağız. Hoş geldin Sırrı. 

Sırrı Süreyya Önder: Hoş bulduk.

Ruşen Çakır: En son konuştuğumuzda, pek adaylık niyetin yok gibiydi. Ama sonra baktık ki İstanbul 1. Bölge 1. sıradan adaysın. Yani tekrar Meclis’e gireceğin kesin. Hattâ ben tam hatırlamıyorum ama, “Bir daha Meclis’e dönmem” demişliğin varmış.

Sırrı Süreyya Önder: Evet, doğru.

Ruşen Çakır: Ne oldu peki? Niye?

Sırrı Süreyya Önder: Açıkçası, senaryolarım vardı. Sinemaya dâir yarım kalan bir yolculuğum vardı. Hayâtın o alanına yoğunlaşmak istiyordum. Fakat biraz klişe bir tâbir olacak ama, gerek cezâevindeki gerek dışarıdaki arkadaşlarımız, mutlaka sorumluluğu üstlenmem gerektiğini söylediler. Ne kadar direnilebilirse direndim. “Başka katkı verme yolları bulalım” dedim; fakat kabul etmediler. Bundan fazlası kibre girerdi. Herkes gibi gerçekten de târihsel bir kavşakta olduğumuzu ben de görüyorum. Bu aşamada, varsın sinema bensiz kalsın, çok bir şey kaybetmez diye düşündüm. Böyle bir sorumluluğu üstlendim. 

Normalde, yeni insanların, genç arkadaşların Meclis siyâsetine dâhil olmasının çok verimli olacağını düşünenlerdenim. Zâten bıraktığım zaman da benzer talepler vardı. Fakat ona rağmen, yeni arkadaşlarımıza alan açmak için kaçarcasına uzaklaşmıştım. Nitekim cezâevine girme riskim vardı; neredeyse kesindi cezâevine gireceğim. Ona rağmen, diğer arkadaşlarımız da bu alanda bir deneyim kazansınlar istedim. Fakat bu sefer öyle olmadı. Bu sefer birkaç türlü denklem söz konusu. Bunu da konuşuruz zâten. Yani sâdece iktidarın gönderilmesi ve bu karanlığın dağıtılmasından ibâret değil; çok değişik bir algoritma ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Arkadaşlar burada tam da deneyim, diplomasi ve müzâkerenin tam da lâzım olacağı zamanlar olduğunu söylüyor.

Ruşen Çakır: Geçen gün stüdyoda Cengiz Çandar’ı ağırlamıştık. Ona, “Sen ve Hasan Cemal için müzâkereci diyorlar” dedim. “Sırrı Süreyya varken bize sıra gelmez” dedi. Onun da kulağını bir çınlatalım.

Sırrı Süreyya Önder: Eyvallah. Keşke solculara da o lâfı etmeseydi iyiydi. O lâfla biraz çay döktü, ama sonra toparladı.

Ruşen Çakır: Bu arada, Kobani Dâvâsı’nda mütâlaa okundu ve senin de dâhil olduğun birçok kişi için çok ağır cezâlar isteniyor. Hattâ tutuklanma talebi de var, değil mi?

Sırrı Süreyya Önder: Evet. En az bir ağırlaştırılmış müebbet isteniyor. Bu dâvânın açılması, demokratik siyâsetin önünün kesilmesine dönük bir iktidar operasyonudur. Bunu söylediğiniz zaman, yargısal süreçleri bir şey etme suçlarından hemen soruşturma açılıyor. Ama ne yapacaksın? Durum böyle. Kobani Dâvâsı ileride birçok araştırmanın konusu olacak. Çünkü hukukun usûl, esas, genel hukuk, evrensel hukuk prensiplerinin… Köylerde “soku” dedikleri bulgur dövülen taş oyma dibekler olurdu. Bütün bu prensipler öyle bir sokuya konuldu ki, bütün sürecin başından beri dövülüp liflerine kadar ayrıldı, tahrip edildi. Dolayısıyla bu son aşamasına dâir bir şey söylemek belki biraz ayıp olur. Çünkü bundan dolayı 7 senedir içeride tutsak olan arkadaşlarımız var. Onlar dururken, insanın kendi durumunu konuşması biraz ayıp. Cumhurbaşkanı Diyarbakır’a gidiyor ve hiçbir ilke, prensip gözetmeksizin bütün senkronizasyon, mütâlaanın o Diyarbakır’dayken okunması ya da 1 gün önce okunması üzerine kuruluyor; bu zorlanıyor. Sonra savcı benim de içinde bulunduğum herkes için tutuklama talep ediyor. Ben bir seçim çalışmasındaydım. Avukatımı çağırdım. Günlük siyâset ya da Meclis’te vekillik boyutuyla ilgili görev almamamın sebeplerinden biri de sağlık sorunlarımın olmasıydı. Bu konuyu seninle yaptığımız son yayında konuşmuştuk. Cezâevine giriş deneyimi olanlar bilir, bir iki hafta hiçbir şeye ulaşamazsın. Onun için, “Bâri gidip ilâçlarımı hazırlayayım, onları yanımda götüreyim” dedim ve eve geldim. Bir valiz hazırladım. O arada avukatım, âilemden kardeşim geldi. Oturduk, mahkemenin savcılığın bu talebine ne cevap vereceğini bekliyoruz. Sanırım geceyarısı sularıydı, mahkeme bu talebe uymadı. O arada Twitter’dan önemli bir îtiraz yükseldi. Çünkü bir başka boyutuyla da bir tarihselliği var; bu ülkede yargı dâima siyâsetin bir sopası olarak kullanılıyor — birinci boyutu bu. İkinci boyutu, benim seçilme hakkıma, siyâset yapma hakkıma bir müdâhale. “Ben” derken şahsımı kastetmiyorum. Temsiliyetini üstlendiğim bütün kesimleri kastediyorum. Böyle olunca hayat şöyle kurgulanıyor: Diyelim bir futbol maçı oynuyoruz. Hepimizin elini, kolunu, ayaklarını, gözlerini bağlıyorlar. Kaledeki kalecimizi de çıkarıyorlar ve rakip takımda 11 kişi istediği gibi oynuyor. Böyle bir mama nerede var?

Ruşen Çakır: Peki, diyelim ki muhâlefet seçimi kazandı. Kemal Kılıçdaroğlu seçildi ve Meclis’te de Cumhur İttifâkı çoğunluğu alamadı. Yeni bir dönem başlayacak. Burada sizin, doğrudan partinizin çok mağdûriyeti var: Kayyumlar var, çok sayıda tutuklu var, cezâ alanlar var, süren dâvâlar var. O zaman ne olacak? Nasıl bir şey bekliyorsunuz? Seçim bitti ve diyelim ki Selahattin Demirtaş, Gülten Kışanak ve diğerleri, hemen çok kısa bir sürede çıkacak, belediye başkanlıkları kayyumdan alınıp tekrar iâde edilecek mi? Gerçekçi senaryo nedir?

Sırrı Süreyya Önder: Gerçekçi senaryo, önce net bir irâde beyânının ortaya konmasıdır. Sen gazeteci olarak da, yaşımız îtibâriyle de ve eski arkadaşlık hukukumuza da sığınarak, bizler bu memlekette iklim ve irâde beyânının nasıl bu işlere dönüştürüldüğünün birkaç defa tanığı olduk. Önce, demokratik olmayan, hukukun genel ilkelerine, İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’ne uygun olmayan hiçbir şeyin kabul edilemeyeceği konusunda net bir irâde beyânı ortaya çıkınca, bütün bunlar bir sıralama gözetmeksizin belli bir koordinasyon içerisinde hayâta geçmeye başlar. Ama en önemlisi, tabiî ki arkadaşlarımızın gasp edilen özgürlükleridir. Buradan başlamak, hem topluma bu demokratik yönelimi göstermesi bakımından da son derece kıymetlidir — buradan başlanır.

Şimdi yayınlara katılıyoruz, gazeteci arkadaşlar sorular soruyorlar. Sordukları soruların birden fazla cevâbı olabilir. Bizim savunduğumuz devletin resmî görüşünün dışında dile getirilecek görüşün minimum cezâsı 16 yıldan başlıyor. Dolayısıyla ülkeye demokratik bir zeminin, yani konuşabilme, ifâde edebilme, ifâde özgürlüğünün getirilmesi lâzım. Meselâ “Şu meseleyi konuşarak çözeceğiz” deniyor ya? Konuşarak çözeceğiz de, benim talep edeceğim şeylerin TCK’da, hatta TCK’yı da zorlayarak pratikte çok ağır yaptırımları var. Ben kendimi, bir şey ifâde ettiğim zaman, bu sizin hoşunuza gitmese de bunun tartışılabileceğini ve fikir düzeyinde konuşulabileceğinin güvencesi içinde hissetmem lâzım. Bunların düzenlenmesi lâzım. 

Meselâ Meclis’te belli komisyonlar oluşturulur. Tıpkı deprem gibi; bu ülke bir deprem geçirdi. Sâdece, fizikî olarak yaşadığımız 6 Şubat ve diğer depremleri kastetmiyorum. Bu ülke, siyâseten, insânî olarak ve birçok diğer değerler sistemi anlamında önemli depremler yaşadı. Bunların araştırılması, gerekirse soruşturulması için Meclis’te araştırma ve soruşturma komisyonları oluşturulur. Cumhurbaşkanlığı Kararnâmesi önemli bir mekanizmadır. Bunlarla koordineli bir şekilde bir memleket nefes alır. Buna hepimizin, bu zulmü yapanlar dâhil olmak üzere herkesin çok ihtiyâcı var. Şimdi kimse buradan spekülasyon yapmasın; ama bir mütâreke iklimine dönmek lâzım. Mütâreke deyince teslimiyet gibi bir şeyi kastetmiyorum. Oturup konuşacağız; ne haltlar işlendi, neler gasp edildi, ne uğruna yapıldı bunların hepsi değerlendirilecek. Bizim de fikirlerimiz, tespitlerimiz var. Çünkü bunun en ağır bedelini neredeyse tek başımıza bizler ödedik. 

Ruşen Çakır: Peki bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nu nasıl buluyorsun? Şu âna kadar bayağı bir şey söyledi. Helâlleşme, hesaplaşma konusunda söyledikleri var. Daha dün akşam yayınladığı, Kürtler’le ilgili yaptığı bir video var. Bütün bunlar, sende ve oy almayı düşündüğün kesimlerde nasıl karşılık buluyor?

Sırrı Süreyya Önder: Yüksek bir değer biçildiğini görüyorum. Ben de hem çabalarına hem söylemlerine yüksek bir değer biçiyorum. Gerisi artık Kemal Bey’in omuzlarındadır. Hani bir Anadolu lâfı vardır: “Yap, sarayında otur, yık virânende otur” derler. Gerisi, Kemal Bey’in bunu yükseltebilmesine, devâmını getirebilmesine bağlıdır. Bugüne kadar bu anlamda çok önemli işler yaptığını görüyoruz. Kişisel olarak buna inanıyorum ve umuyorum

Ruşen Çakır: Millet İttifâkı içerisinde, “Kürt meselesini nereye koymalı?” üzerine tartışma hep vardı. Kılıçdaroğlu adaylığı etrâfında da vardı ve hâlâ devam ettiğini düşünüyorum. İYİ Parti çevreleri genellikle Kürt sorununa dâir, “Var ama yok” yaklaşımındaydı — ya da dolaylı olarak, üstü örtülü olarak yapmak… Kılıçdaroğlu da en son dünkü videoda olduğu gibi daha yüksek sesle dile getirdi. Hep “Tamam, bu bir oy getiriyor olabilir, ama götürür de” hesâbı yapılıyor. Sence böyle bir hesap doğru mu?

Sırrı Süreyya Önder: Bu bir hurâfe. Kehânetin kendini gerçekleştirmesi denilen bir şey var. Hatırlayalım: Sayın Kılıçdaroğlu’nun adaylığı netleşmeden önce, herkes “kazanacak aday” kavramı üzerinde tepinip duruyordu. Halk TV‘deki bir programda, “Kazanacak aday değil, kazandırılacak aday” kavramını sanıyorum ben dile getirdim. Basit bir gerçek aslında. Birdenbire o şey tuzla buz oldu. O günden sonra, artık bugün Sayın Kılıçdaroğlu’nun kazanıp kazanamayacağı hiç konuşuluyor mu? Ne kadar fark olduğu konuşuluyor. Kıl payı mı, başa baş mı, yarım puan geride mi, 2 puan ileride mi, bu konuşuluyor. Kürt meselesi de böyledir. Türkiye’de günlük hayâtımızda bizi boğan, sıkan, yoran ne varsa buradan neşet etmektedir. Artık bölgesel bir hüviyet kazanmış olan bu meseleyi çözmeden, kendi geleceğimizi, ortak geleceğimizi örmek konusunda hiçbir şey yapamayız. Bu, kalburla su taşımaya benzer. Kalburla havuzu boşaltma çabası kadar beyhûdedir. Onun için, “Biz bu meseleyi çözeceğiz” dediğimiz anda, bu “Oy getirir, oy götürür” meselesi, tıpkı “kazanacak aday” meselesi gibi bir anda tuzla buz olur gider. O kehânetin kendini gerçekleştirmesi olgusuna izin vermemeliyiz. 40 kere böyle deyince herkes inanıyor ve zannediyor ki bu böyle deyince gerçekten oy kaybedecek. 

Peki, bununla neyi kastediyoruz? “İnsanlar ölmesin ve ortak geleceğimiz, başta insanımız, canlarımız, evlâtlarımız ve kaynaklarımız boşa gitmesin” söylemi, içtenlikli bir pratikle de desteklenirse, buna kim niye îtiraz etsin? Buna îtiraz eden, bir tek katil ruhlu insanların olması lâzım. Onun için bu, sâdece bu dönem değil, her dönem muktedirin yarattığı bir repertuardır. Böyle dediğinize, barış talep edenlerin sesi baskılanır, demokratikleşme zeminindeki hamleler çok kadükleşir ve mesele, devletin resmî söylem alanında top çevirmesine kalır. 

Ruşen Çakır: Selahattin Demirtaş’ın, sanıyorum BBC Türkçe‘ye verdiği bir röportajda, söylediği bir şey vardı. Meâlen aktarıyorum: “Eğer Erdoğan bizden oy alabileceğini bilseydi, HDP Genel Merkezi’nin önünde çadır kurardı” demişti.

Sırrı Süreyya Önder: Az bile söylemiş sayın başkanımız. Çünkü AKP, “yüzyılın îcâdı”ydı: “Ne lâzım olursa yaparız partisi”. Az bile söylemiş. Ama şunun güveniyle yapıyorlar  — yani diğer toplumsal muhâlefet kesimlerinin bu yaklaşımda ıskaladıkları, tam da burası: “Ben kendi kitlemi buna 24 saat içinde iknâ ederim” özgüveni yatıyor bunda. Dün bize katil yaftası yapıştıran birisinin ertesi gün gelip bizden medet umması bir çelişki gibi gözükebilir. O, kendi kitlesini iknâ edebileceğine olan özgüvenle bunu yapıyor. Ama bâzı toplumsal kesimler bu özgüveni gösteremiyorlar. Biz bunu anlatabiliriz. Solcu olmak, sosyal demokrat olmak… bunun literatüründen 21. yüzyıla hiçbir şey kalmadıysa şu kaldı: Bizler savaşa karşı olmalıyız. Biz dünyanın her yerinde barışı savunmalıyız. Bu kendi târihselliğimizden gelen bir şeydir.

Ruşen Çakır: Peki, Abdullah Öcalan seçeneği hâlâ bir şekilde telaffuz ediliyor Sen o çözüm süreci döneminde defâlarca görüştün. Kandil’e de gittin, İmralı’ya da gittin. Kendisini tanıyorsun, biliyorsun; bizden daha fazla biliyorsun. Devletin, iktidârın elinde, Abdullah Öcalan’ı seçimde kendi lehine kullanmak üzere –ister kendisine oy verdirtmek, ister seçmenin bir bölümünü sandığa gitmelerinden alıkoymak şeklinde– bir seçenek hakîkaten var mı?

Sırrı Süreyya Önder: Bunu iki boyutlu cevaplamak lâzım. Birincisi, bu meselenin çözümünde, kesinlikle aktörlerin herhangi birini dışlayan ya da aktörlerin herhangi birinin tek başına inisiyatifine bırakan bir çözüm planlaması, hayâtın duvarına çarpar ve geri döner. Dolayısıyla ne dışlamaya ne bir tek aktörün iki dudağının arasına bırakmaya… Bunu kimseyi kastetmeden söylüyorum, genel bir belirleme.

İkincisi, iktidar Kürt halkının genel olarak gelişmiş politik bilincini ilk defâ o zaman deneyimledi. Bu bir söylem olarak hep söyleniyordu. Aslında herkes de o zaman gördü. Ben o sırada cezâevindeydim. O mektup okunduğunda hücremdeki televizyondan izledim. Az çok süreçleri ve sürecin arka planını bildiğim için acı acı gülümsedim. “Bir tatlı su kurnazı böyle bir akıl geliştirmiş” dedim. Ama yazık! Bir seçim hesâbından çıkarıp bir toplumsal barış projesine dönüşebilecek bir şeyi daha hebâ ettiler. Bunun da iki tâne tanığı var: Biri Doğan Erbaş, avukatımızdı. Doğan Erbaş görüşüme gelmişti. Sıcağı sıcağına aynen bunu onlara aktardım. Bununla alınacak bir yol olmadığını söyledim. Nitekim seçimlerin sonucu da bunu böyle gösterdi. Herkes gördü ki milyonlarca kişiden oluşan bir organik yapı, siyâsî karar verirken hiç yanılmıyor ve şaşmıyor. Bu kadar insana emir-komutayla komuta edemezsin. Hep “seçmen sadâkati” diyorlar ya? Çok yanlış bir kavramlandırma. Ortak bilinç niye bu kadar kuvvetli? Çünkü yaşamsal olarak bu tecrübe edinilmiş. Bedel ödemiş, hapislerde yatmış, toprağın koynuna girmiş, ekmeğinden aşından olmuş, îtibarsızlaştırılmış. Iskaladıkları bu. “Seçmen sadâkati” gibi saçma sapan bir aralığa oturtmaya çalışıyorlar. Hayır, 40 senedir her türlü zulmü deneyimleyerek, “Kim ne dedi, kim nasıl davrandı?” diye bunları görerek bir noktaya gelmiş bir kolektif bilinçten bahsediyoruz.

Ruşen Çakır: Peki bu seçimden ne bekliyorsun? 14 Mayıs’ta ne çıkacak sence? 

Sırrı Süreyya Önder: Ben birinci turda Kemal Bey’in seçileceğini düşünüyorum. Sâdece bir temennîden ibâret değil, görüyorum. Biliyorsun epey seçim geçirdik, birçoğunun mutfağında çalıştık. Birçoğunda kendim adaydım. Bâzı göstergeler vardır. Ona yaslanarak çok genelleme yapamazsın, ama önemli karînelerdir.

Buradan izleyicilerimize de soralım: Son 5-10 yılda, yığınsal anlamda AKP ittifâkına yönelen, geçiş yapan herhangi bir küme, kesim oldu mu?

Ruşen Çakır: Demokratik Sol Parti. Daha yeni girdiler Cumhur İttifâkı’na.

Sırrı Süreyya Önder: Evet. Demokratik Sol Parti’yi saymazsak yığınsal bir geçiş oldu mu?

Ruşen Çakır: Aslında son dönemde, senin bildiğini tahmin ettiğim Yeniden Refah ve HÜDA PAR var. Bunların yığınsal olmadıkları kesin, ama anlamlı oldukları da muhakkak. 

Sırrı Süreyya Önder: Peki, bu niye geçen seçimde gerçekleşmedi? Hiçbir partiyi bir mavra konusu yapmak istemem ama, bir panik halinde, DSP’nin kapısına, Türkiye’nin en kitlesel partilerine kadar bunları götürüp diz kırdıran nedir? Bu paniktir, bu özgüven değildir — bu birincisi.

İkincisi, Yeniden Refah meselesinde birleşmeye çok büyük îtirazlar olduğu haberleri çıkıyor. Sen bu konunun kitabını da yazdın ve bu konuda en çok bilgiye sen sâhipsin. Oranın başka bir rûhu, başka bir havası var. O hava ile o uymadı. Onlar iktidar hedefleyen ya da pragmatist bir siyâsal yapı değiller. Hepsinden tenzih ederek söylüyorum; orada bir adanmışlık, bir inanmışlık vardır. Onun için, yığınsal bir geçiş olmadı. Son anketleri baz alırsak %1,5 gibi bir farkla Tayyip Erdoğan bu memlekete hükmediyor. Ama ekonomi olarak, bu ülkede insanlar artık inim inim inleyemiyor bile, o kadar mecalsiz bir durumda. Deprem felâketi yaşadı; gençliği geleceksizleştirilmiş; kendisini, kendi geleceğini AKP kadrolarında gören hiçbir genç yok. Gençler oraya bakıyor: Kasvetli, hayattan kopuk, hiyerarşi içinde ve yaşam biçimi olarak sıradan insanla kendini çok farklılaştırmış bir kesim var. Kimseyi ilzam etmeden söylüyorum: Kendini orada göremiyor. Çok sıkıcı; belki Muharrem İnce’ye yönelimin kodlarından birisi de budur.

Ruşen Çakır: Tam onu soracaktım.  

Sırrı Süreyya Önder: Konuğun acemisi kendi sorusunu kendisi bulur. Dolayısıyla niye gitsin. O yüzden gitmiyorlar? Eh peki nereden alacak bu oyu? Dolayısıyla MHP de seçim ittifâkı meselesinden kendini ayırınca, Millet İttifâkı da tek bir listeyle birleşince, bu telâşın tümünün sebebi çok âşikâr oluyor. Aslında durum budur. Gerisi, sandığa giren oyla çıkan oyun aynı olmasını denetleme sorumluluğu olarak bütün muhâlif seçmenlerdedir. 

Ruşen Çakır: Peki, ilk tur dediğine göre, Muharrem İnce olayını geçici bir olay olarak görüyorsun. Öyle mi anlamalıyım?

Sırrı Süreyya Önder: Sâdece bize özgü de değil. Dâima bir ülke sosyolojisinde %10’a kadar böyle bir olguya yer vardır ve ihtimal dâhilindedir. Şimdi ben literatürdeki anlamını söyleyeceğim, millet aşağıladığımı düşünecek. Ama literatürdeki anlamıyla söylüyorum: “Lümpen tabanlı” diyelim. Ama lümpen derken… bizde böyle mafyatik filan anlaşılabilir. Öyle bir şey değil. Emekten kopmuş, iş bulamayan, sistemin dışına çıkmış ve kendi gerçekliğiyle yüzleşmeyen, yüzleşemeyen, kendi gerçekliğiyle cilveleşen bir kesim. Herkes Cem Uzan’ın Genç Partisi’ni örnek veriyor. Bu da böyle. Bunlara pay var. Muharrem İnce olmasa başka birisi olacaktı. Dâima bunu örgütleyen, %5’lik, %6’lık, %7’lik bir şey alabilir. Alsın da, bunu engelleyemezsin. Herkesi bir yere kanalize edemezsin. Bundan kimsenin telâş etmesine gerek olduğunu düşünmüyorum; engelleyeceğini de düşünmüyorum. Çünkü öbür tarafta kayıp tümen tümen. Muharrem de sağ olsun, kendini bu kitleden koparmak için ne lâzımsa yapıyor. Ben kendisini izledim, çok agresif. Gölgesiyle kavga ediyor. Siyâset bunu kaldırmaz.

Ruşen Çakır: MHP’nin seçim ittifâkı meselesine değindin. Siz de benzer bir şey yaşadınız. Bu mesele ne oldu? En son Selahattin Demirtaş’ın sosyal medya paylaşımlarında vardı. “Yanlıştı, ama yapacak bir şey yok” dedi. TİP meselesi hakîkaten çok bâriz bir yanlış mı?

Sırrı Süreyya Önder: Bence, birincisi, rasyonel değil. TİP’liler ve diğer ittifak çatısı altında berâber davrandığımız herkes bizim yoldaşımız. Belli bir mücâdele geçmişimiz var. İdeoloji olarak, pratik olarak ayrıştığımız birçok yer olabilir. Ama ayağımıza taşa değdiğinde ya da ayakları taşa değdiğinde, yanı başımızda birbirimizi bulageldiğimiz ve bundan sonra da bulacağımız kardeşlerimiz. Onun için cümle kurarken, mesela Selahattin Başkan’ın diline bakın. Ne kadar özenli. Bu dili yıkıcı bir dile çevirenlere de çok îtibar etmemek lâzım. Çünkü siz de bilirsiniz, biz kıyasıya ideolojik tartışma ve eleştiri geleneğinden gelen, bunu da iyi yapmış, hattâ belki biraz fazla yapmış bir geleneğiz. 

“Bu bir işe yaradı mı?” dersen, yaramadı. Genellikle bölünmelere yol açtı. Zaman zaman, bu bölünmelerin mantığını kavramakta zorlandığımız siyâsal ideolojik ayrışmalara tanıklık ettik. Ben son görüşmeyi yapan insanlardan birisiyim. HDP adına gittik. Daha doğrusu, artık HDP adına demeyeyim, onu düzelteyim: Yaşlı kontenjanından deneyimli arkadaşlar, yoldaşlar olarak gidip, “Bir zemin var mı? Orada bir şeyi ıskaladık mı?” diye, yarın öbür gün “Tüh! O gün niye akıl edemedik?” dememek için onu konuşmaya gittik. Bir de, kendi deneyimlerimi samîmî bir şekilde aktarmak için Cengiz Çiçek arkadaşımızla berâber bir görüşme gerçekleştirdik. Anladık ki diğer bütün seçenekler, TİP’li arkadaşlarımızın kurullarında, kurumlarında, yapılarında yeterince tartışılmış değerlendirilmiş ve ortaya bir netlik çıkmış. Bundan sonrası yoldaşça bir rekabettir. Bizim, Yeşil Sol Parti olarak, kendi târihimize, hiçbir şeye kurban etmeyeceğimiz edemeyeceğimiz bir borcumuz vardır. Çünkü bunun için yüzlerce insanımızı toprağa, binlerce insanımızı hapishâneye göndermişiz. Hepsinin ağırlığı bu bedenlerimizin, omuzlarımızın üstündedir.  O arkadaşlarım için de bir şey söyleyemem. Buraya kadarını bir sorumluluk çerçevesinde getirdik. Onlar için barajı bir sorun olmaktan da çıkardık. Bu bir lütûf diliyle değil; bu bir devrimci görev ve sorumluluk. Bunun tersi olsaydı o arkadaşların da öyle davranacağından şüphe etmeyen birisi olarak söylüyorum. Ama artık bundan sonra, at binenin kılıç kuşananın. Meydana çıkacağız ve seçmene bu algoritmayı anlatacağız. 

Bizim bir avantajımız var: Bizim seçmenimiz de bizimle berâber bilinçlendi bu algoritmada. “Oyumu nereye verirsem nasıl bir sonuç çıkar?”… Ben bu “boşa gitme” kavramını sevmiyorum; çünkü hiçbir şey boşa gitmez — bir emek vardır ucunda. Ama “Ben bu 1 oyla en yüksek netîceyi nasıl alırım?” meselesini bütün Türkiye halklarına bu gelenek öğretti. Çok iddialı söylüyorum bunu. 

Ruşen Çakır: Peki Kılıçdaroğlu seçildiğinde Meclis’te nasıl bir şey olacak? Cumhur İttifâkı, Millet İttifâkı ve Emek ve Özgürlük İttifâkı Meclis’e girecek. Baraj nedeniyle belli ki öyle gözüküyor ve 301 milletvekili alan Meclis çoğunluğunu kazanacak. Muhâlefetin iddiası, Başkanlık Sistemi’nden hızlı bir şekilde çıkmak. Dolayısıyla, muhâlefet kazanırsa Meclis’in önemi iyice artacak. Ama her hâlükârda, sanki Meclis’te kimse çoğunluk olamayacakmış gibi bir hava var.

Sırrı Süreyya Önder: Biz varız.

Ruşen Çakır: Yani?

Sırrı Süreyya Önder: Yani, bu çoğunluğu takviye edecek, o eksik kalanı tamamlayacak yaklaşık 100 vekille Yeşil Sol Parti ve Emek ve Özgürlük İttifâkı var. Biz bunu hiçbir zaman bir tehdit, bir şantaj, bir pazarlık, bir yaptırım aracı yapmayacağız. Biz bu sayısal gücümüzü ve siyâsal tecrübemizi demokratik bir dönüşümün emrine âmâde kılacağız. Dolayısıyla, eğer düzeni değiştirip dönüştürmek ve demokratikleştirmek isteyen varsa, hiçbir tedirginlik ve endîşe duymasına gerek kalmayacak: Biz varız. “Kadayıfın altı kızardı mı kızarmadı mı?” demeyeceğiz. Bunun ne anlama geldiğini seyircilerimize sen söyle.

Ruşen Çakır: Ama Cumhur ve Millet İttifâkı’nın çoğunluk olmaması ve sizin de grup olarak kilit olmanız hâlinde, belli ki çok heyecanlı bir Meclis olacak.  Artık eskisi gibi böyle torba yasalar falan da olamayacak herhalde, öyle gözüküyor. Tek tek tüm düzenlemelerin, Meclis’in komisyonlarının, yasalarının her birinin bayağı ciddî, kıyasıya tartışıldığı bir ortam olacak.

Sırrı Süreyya Önder: Evet. Sohbetin başında da söyledim. Bu anlamda Meclis yeniden bir kurucu meclis gibi çalışmayacak. Belki bu, bundan sonrasının işi. Ama bir dönüştürücü meclis olacaksa, gerçekten bu kadroların tecrübesinin ve o sayısal dağılımın büyük rolü olacak. Heyecanlı bir Meclis olacak. Biz bütün hâfızamızı, bütün deneyimimizi bu aday listelerimize yansıttık. Üstelik diğer siyâsî partilerin yapamadığı iki şeyi yaptık: Matematiksel olarak Meclis’e taşınabilme ihtimâli olan, seçilecek yerden ve seçilme ihtimâli yüksek ya da kesin olan kadın temsiliyeti bizde çok ve yetkin; diğerleri tozumuza yetişemiyor.

İkincisi de gençlik temsiliyeti. Biz bir taraftan, benim gibi ihtiyarlarla hâfızamızı, deneyimimizi oraya taşırken, bir yandan da, muhtemeldir ki ilk Başkanlık Divanı oluşurken, Meclis tüm HDP’lilerden oluşacak. Yani en yaşlı üye bizde…

Ruşen Çakır: Yaşlıyı biliyoruz: Hasan Cemal. 

Sırrı Süreyya Önder: Ben söylemeyeyim dedim, ama sen söyledin. En genç üye de bizde olacak. Yani bir ayağımız gelecekte, geçmişteki deneyimlerimiz birikimlerimiz de bir nefes alınabilecek bir gelecek kurmak için kullanılacak.

Ruşen Çakır: O zaman son soruyu sorayım: Hafta sonunda Yeni Meclis Kürt sorununu çözer mi?” başlığıyla bir yayın yaptım. Ne dersin?

Sırrı Süreyya Önder: Yüzlerce yıllık, târihî, sosyal, ekonomik, kültürel, birçok arka planı olan bir meseleden bahsediyoruz. Dolayısıyla, “Çözer” çok iddialı bir şey. Çözmesini hedeflemeliyiz. Ama çözülebilir duruma getirebilir. Bununla neyi kastediyorum? Meselenin hem bölgesel anlamda hem ulusal anlamda, silâhlı bir boyuttan çıkarılıp önce bir konuşma zeminine oturtulması, bunun yapılabilmesi için de konuşmanın önündeki anti-demokratik barajların ortadan kaldırılması. Bu, bir kez başlayınca gerisi gelir, durum çözülebilir. 

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler.

Sırrı Süreyya Önder: Ben teşekkür ederim.  

Ruşen Çakır: Sırrı Süreyya Önder ile konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.