Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Muhafazakârın göz doldurması

Güya seçim düşünmeyeyim, konuşmayayım diye uzak diyarlarda bir konferansa geldim. Mümkün mü efendim? “Nerelisin” sorusunun cevabını duyan mevzuyu seçime getiriyor. Anlat anlatabilirsen durumu. Hayalci görünmemek lazım, ciddiyetime (!) gölge düşmesin. Umutsuz bir izlenim vermeyi de bunca yıldır sabırla, dirençle mücadele eden Türkiye muhalefetine (partilere değil) haksızlıkların büyüğü sayarım. Hem zaten hiç umutsuz da değilim… Ama akşamdan sabaha, herkes gibi, duygu durumum değiştiği için düşüncemi ifade edecek kelimeleri seçmekte zorlanıyorum.

Neyse, “eee ne olacak seçimler” diye soranlar arasında bir ABD’li hoca ile bir Avrupalı diplomata kafam çok fena takıldı. Durup durup verdikleri tepkileri düşünüyorum. İkisini birbirine tercüme ediyorum, kurdukları cümleleri kafamın içinde bozup yeniden kuruyorum, birbirine ekleyip çıkartıyorum. Yok yok, sayıp dökmeyeceğim şimdi, öyle bir şey değil aklımdaki.

Avrupalı diplomat, AKP yenilse de muhalif ittifakın işinin kolay olmayacağını çünkü altı partilik bir koalisyonun çok zor işleyeceğini vs. öne sürüyor. Merak etmeyin ev ödevlerini yaptılar, çok çalıştılar, burada ne kadar zor oluyorsa orada da o kadar zor olur, diyorum. Öte yandan yaptığı bu tespitin alt okumasının da farkındayım. “Erdoğan işimize geliyor” demeye çalışıyor aslında. Kendi kurumsal ve bürokratik manzumeleri karşısında, tek adamın tek sözüyle yönetilen bir ülkeyle iş yapmak prosedürleri bir miktar sadeleştiriyor olmalı. Elin adamı onlar için kolaylık olan bu şeyin bize maliyetini hesap edecek değil ya.

O bir kez bunu söyledikten sonra artık “Fakat seçmen onu tercih ediyor” gibi cümlelerini duymazlıktan geliyorum. Erdoğan’a çok bakıyorsunuz, biraz da topluma, muhalif kesimlere bakın diyorum. Erdoğan’a bakarak gördüğünüz Türkiye fotoğrafı çok eksik ve kusurlu, Erdoğan hele kutuplaştırma siyaseti ile birlikte ülkenin tamamını değil, yalnız kendi fanatiklerini temsil ediyor, diyorum. Hep hak veriyor bana. Ama dönüp dönüp aynı yere takılıyoruz. “Muhalefetin işi zor.” Kim kolay dedi ki ya hu? Ama aslında, “Biz zorlanırız, alışmıştık Türkiye’nin bu haline” demek istiyor. Erdoğan’ın yaptığı yoğunlukta bir din-milliyetçilik propagandası/araçsallaştırması sizin burada olsaydı ne hale dönerdiniz acaba, diye soruyorum iyice sıkılmaya başladığım bir zamanda. Kafasındaki Türkiye fotoğrafında neyin eksik olduğunu biraz anlamasını istiyorum. Cevap beklemiyorum elbette. Nezaketi elden bırakmamak lazım, değil mi?

ABD’li hoca da bir kahve molasında bana seçimleri soruyor. Onu duyan birkaç kişi daha birikiyor minik masamızın etrafında. Henüz cevap vermeye başlamışken dönüp etraftakilere, “Bir zamanlar herkes Erdoğan’ı severdi” diyor. İçimden #LaHavle çekiyorum, dinleyicilerden Uzakdoğulu olduğunu sandığım biri yüzümden #LaHavle’mi okuyor ve anlayışla gülümsüyor. Başlıyorum sormaya: Hangi herkes? Ne zaman? Türkiye’ye Batı’dan bakanlar önce Erdoğan’ı görüyor ve geriye kalanlara onun aracılığıyla anlam veriyor ama Türkiye’de yaşayanlar için durum böyle değil… Şaşırıyor çünkü benden beklediği şey onun söylediği bu gerçeği kabul edip bir tuhaflığı izah eder gibi ahalinin neden her şeye rağmen ve mütemadiyen Erdoğan’a seçim kazandırdığını anlatmam. Bunun yerine, Erdoğan’ın oy oranlarını sıralıyorum. Zirvede olduğu zamanlarda bile ülkenin en az yarısının onu onaylamadığına, muhatabımın kelimeleriyle söylemek gerekirse “sevmediğine” dikkat çekiyorum. Belki de Türkiye dışında, özellikle Batı’da neden bu denli makbul bir siyasetçi olduğunu siz izah etmek istersiniz diye soruyorum.

Bu minik sohbetten sonra uzun bir yürüyüşe çıkıyor ve birkaç gün içinde maruz kaldığım bu iki tartışma arasındaki ilişkiyi soruyorum kendime. Tabii ki ilk kez yapmıyorum bu tartışmayı, aşağı yukarı 2010’dan beri defalarca içinden geçtiğim bir sinir harbi. Ama şimdi üzerimde seçimin yarattığı halet-i ruhiye de olduğu için kafam daha uzun süre takılıyor. Üç sorum var… Neden bu kadar Erdoğan-merkezli bir bakış açısı var bu insanların? Bu beni niye bu kadar rahatsız ediyor? Neden savunma pozisyonuna geçiyorum ve zaten neyi savunuyorum? Şöyle de sorabiliriz soruyu: Yurttaşı olduğum ülkeyi temsil eden şey benim açımdan Erdoğan ve taifesi değil. Ama o kadar da uzak olmadıkları mesafelerden her ikisi için de Erdoğan ve civarındakiler temsil ediyor ülkeyi? Nasıl oluyor da oluyor bu? Elbette derdim onların kafasındaki Türkiye imajını değiştirmeye çalışmak değil. İstediklerini düşünsünler, bana ne! Diplomat ya da gönüllü elçi değilim ki… Öte yandan apaçık yanlış veriler üzerine kurulu bir dizi varsayımdan bahsediyoruz. Gayriihtiyari müdahale arzusu uyanıyor tabiatıyla. Ama bunun bomboş bir iş olduğunu da biliyorum uzun zamandır.

Bakan göz

Özellikle diplomatın, yüzünü Erdoğan ve taifesinden öteye çevirmekteki gönülsüzlüğü görmeye değer. Sebebi de çok açık: Erdoğan Türkiye’ye Batı’dan bakanların işlerini çok kolaylaştırıyor. Buradan yükselen hak-hukuk-adalet-eşitlik seslerini, “Fakat herkes onu seviyor, adam kazanıyor, demek o halk da böyle bir halk” diyerekten geçiştirme olanağı yakalıyorlar böylece. Çünkü başka türlü düşünseler o seslerin her biri kendilerine iş yükü ve kendi çevrelerine izah etmeleri gereken çelişkiler olarak yansıyacak. Ne fena, ne kabul edilemez bir hal değil mi? Allah muhafaza! Koca bir ülkeyi aslında kişisel olarak mesela arkadaşlık kurmayı, komşu olmayı akıllarına bile getirmeyecekleri birinin suretine hapsederek bir güzel kurtuluyorlar düzinelerce badireden. Gönül rahatlığıyla ve alabildiğine soğukkanlılıkla kurabilirler artık müzakerelerini. Eve döndüklerinde yaptıkları pazarlıkları sorgulamaya kalkışan olursa da bir güzel, “Ama hayatım, onlar da böyle bir adamı seçiyorlar işte” diyebilirler. “Sonuçta Erdoğan’ın ülkesi orası, ne bekliyorsun ve neden o kadar düşünüyorsun ki?” Kendi meslektaşları arasındaki konuşmaları, sohbetleri düşünmek bile istemiyorum.

Diğerinin, yani “bir zamanlar herkesin Erdoğan’ı sevdiği” iddiasının acıtan tarafı ise bu iddiayı öne sürenin bulunduğum ortamda benim adıma da konuşmaya kalkışması. Bu hakkı kendinde görüyor çünkü Erdoğan’dan “bir fenomen” hatta “eğlenceli bir fenomen” olarak bahsedebilmek için bazı şeyleri ihmal etmesi lazım. Onun pozisyonu, biraz bizim memlekette Erdoğan’a senelerdir “siyasi deha” atfedenlerin pozisyonuna benziyor. Adam bir türlü yerleşemediği ve nasıl yöneteceğini bilmediği devletin kurumlarını neredeyse yerle yeksan oluncaya dek yıprattı ve hatta birçoğunu yıktı. Siyasi dehaya bakın be! Göz kamaştırıyor. Ülkenin yarısını kendisine düşman ederek ilerdeki herhangi bir zamanda ağzıyla kuş tutsa rızalarını alamayacağı bir mesafeye öteledi. Çünkü o an, o seçimde kazanabilmek için aklına gelen ilk çözüm buydu ve yaptı. Zamanla kendi kutbu erimeye başladığında çareyi iyice otoriterleşmekte buldu. Devlet kurumlarını yıpratıp toplumu kutuplaştırarak yönetme kabiliyetini yitirdi. Bu kabiliyetini yitirdikçe otoriterleşti, yani toplumun boğazını boğasıya sıktı. Al sana deha! Ama ne deha değil mi?! Seçim kazanma makinesi! Hem de çok acayip! İşte bu aynı “yerli-milli” akıl yürütme biçiminin uluslararası formunun ifadesi: “Bir zamanlar herkes Erdoğan’ı severdi.” Hangi herkes? Ne zaman?

Aslında şunu demek istiyor: “Enteresan biri Erdoğan, bu kadar yolsuzluğa, devletin altını oymasına rağmen hâlâ oy alabilmesi ne ilginç? Şimdi ekonomi biraz kötü gidince güç kaybetmeye başladı. Ama ekonomi yolunda gitseydi, gene o seçilecekti, hem de yaptığı onca şeye rağmen.” Bir katman daha ilerleyelim: “Kuzum sizin toplum da seçmeseymiş onu ne yapalım? Demek bir şekilde bunu hak eden sizsiniz?” İstediğin kadar anlat devlet kaynaklarıyla medyayı nasıl tekelleştirdiğini, seçim yasasında ve mekanizmalarında yaptığı değişiklikleri, hayır-hasenat aracılığıyla alt sınıf, kredi mekanizmaları aracılığıyla orta sınıf seçmenleri rehin alan bir bağımlılık siyaseti geliştirdiğini, bu şeylerin çok azının bile ortalama demokrasisi olan (Macaristan ya da Polonya gibi olmayan) herhangi bir Batı ülkesinde hayata geçirilmesi karşısında Allah bilir ortalığın nasıl karışacağını vs. Hiç önemi yok… Mevzu Batı dışı olduğunda, “Sonuca odaklanalım. Sonuçta adam kazandı mı, kazandı? Bu sevildiği anlamına mı geliyor? Evet… Gerisiyle kendimi yormayacağım.” Öyle olsun… Sakın yorulma ki başına geldiğinde neye uğradığını anlayıp şaşırma hakkın elinden alınmasın. Neyse…

Gözde yansıyanı gören

Fakat bu yazının amacı, bu diplomat ve hocanın neyi bilmek, anlamak istedikleri ya da istemedikleri değil. Asıl olarak muhafazakârın onların bilmek ya da anlamak istemedikleri için boş bıraktıkları hangi alanı doldurduğu. Bu yazıyı, seçim hakkında yazmamak için uydurduğum “Muhafazakâr kimdir, nedir?” serisine bağlayacak olan da bu minik ayrıntı zaten. Aynadaki sır diyelim o ayrıntıya. Kendisi görünmeyen ama yansıyanı görünür kılan sır.

Asıl mesele, bizim muhafazakârın bu bakış açısıyla çok barışık olması. “Mademki sendeki resmim budur, iyi o zaman, ben de o olurum,” memnuniyeti. Kendini, kendisine bakan o gözde gördüğü resimden ibaret sanması hâlâ. Kendisini oluşturan bütün katmanlardan o gözde gördüğü şeye dönüşene kadar soyunması. Kendini o gözde gördüğü bir, iki ya da en fazla üç boyuta indirgemesi… Bu öyle “Eeeh başlarım önyargılarınızdan, benden kötülük mü bekliyorsunuz ben de kötü olurum o zaman, görün bakın size neler edeceğim” gibi bir külhani inatlaşma değil bu arada. Arada bir öyleymiş görünse de aldanmayın. Aksine, ötekinin görmek istediği gibi olmadığı müddetçe kendisini kimsenin görmeyeceğini düşünme hali. Hatta bu düşünceyle sarsıcı ve seri halde panik ataklar geçirerek yaşama hali! Tasarruf edilmeyen itibar da işte tam bu etkileşim esnasında şekilleniyor. “O beni nasıl görmek ister?” sorusuna cevap arıyor muhafazakâr tahtını kurarken. “Ben şimdi burada ne yapıyorum?” sorusunun cevabı sürekli karışıyor öncekiyle. “Onun beni görmek istediği gibi olmaya çalışıyorum. Çünkü öyle olmazsam, olmayacağım.”

Döndük şimdi bir kez daha en başa, “Ben, ben olduğum için değerliyim. Ama ben, onun gözünde yansıdığım kadar benim.” Kendisini, ötekinin gözündeki yansımasından tanıyan birinden bahsediyoruz. Buna, self-oryantalizm ya da kendine dönük oryantalizm diyor kimileri. Buradan başlayıp açıldığı bir dolu menzil var. Kendini ötekisinin tarif ettiği imgeler, imajlar yoluyla tercüme ederek yaşıyor sürekli bu tiplerimiz. Çünkü ötekinin işaret ettiği o imgeler ve imajlar olmadan, kendini boşlukta nasıl işaretleyeceğini bilmiyor. Korkuyor bu bilgiden. Hafazanallah, o imge ve imajların rehberliği olmadan kendine bir yer ararken yeni bir yere tutunur da başkası olursa ne olacak? O artık o olmayacak! Ah ne büyük felaket!

Bu tuhaf ürkütücü bağımlılık halinin en önemli gösteri konularından biri “Batı düşmanlığı” mesela. “Elit karşıtlığı” imiş gibi görünen eğitimli insan düşmanlığını da ekleyin buna. Bu sarmala düşmüş muhafazakârı sürekli, “Ama bizi aşağılıyorlar” diye yakınırken görürsünüz. O aşağılamaya siyasi bir malzeme olarak ihtiyaç duyduğu için tekrarladıkça tekrarlar bu yakınmayı.

Batılı, “Siz de işte tam böylesiniz, sizi olduğunuz gibi kabul edip işime bakarım” derken ona ne kadar dostsa, tam da ötekinin görmek istediği kisveye bürünmezse kendisi olamayacağını ve ötekinin kendisiyle iş tutmayacağını düşünen muhafazakâr da o kadar düşman Batı’ya. Bir yap-boz’un birbirini tamamlayan iki parçası olarak düşünebilirsiniz bu mütekabiliyet halini. A, sadece bakarak B’ye kim olduğunu ve nasıl olması gerektiğini söylüyor; B, A gözünü kendisinden alamasın diye tam da onun gözünde gördüğü kendi yansımasına bürünüyor. Böylece biri kendinden, biri yerinden emin oluyor. Mükemmel uyum. Müthiş bir işleyiş.

O bol varaklı, sırma işlemeli, halkın kursağından kesilen paralarla kurulmuş dehşetengiz ve tiksindirircesine pahalı estetiğin hangi açlığı doyurmak üzere geliştirildiği ve o açlığın asla giderilemeyeceği mevzuunu ne yapacağız peki? Çünkü tarif ettiğim şu tuhaf dansta bize düşen de hiçbir zaman giderilemeyecek olan o açlığın külfetine katlanmak. Yok abiler ablalar, ben sizin bu tuhaf oyununuzu bırak oynamayı seyretmeyeceğim bile dediğinizde de oluyorsunuz hayalci ya da eylemci. E her komedi içinde bir miktar trajedi barındırır tabii. Yurttaşı olmasak çok komik bir ülke deyip durmuyor muyuz memleket için?

Tam burada bir türkü geldi aklıma, bu hafta da böyle bitsin madem…

e-mail: aysecavdar@gmail.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.