Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: “Değişmeyen tek şey, değişimin ta kendisi”

Seçim sonuçlarıyla yüzleşme sürecimiz geniş tabanlı bir değişim talebinin gündeme gelmesiyle sonuçlandı. İnsanlık hali, kimse 28 Mayıs gecesini hatırlamak istemiyor, o kötü hatırayı, düş kırıklığını geride bırakmayı ve geleceğe, ufuğa bakmayı arzuluyor. Hayal kırıklığı kaybedilmiş umutsa, değişim olasılığı da umudun geri gelmesi demek. Seçim öncesinde muhalefet safları, ülkenin yönetiminde kökten bir değişim bekliyorlardı, bugünlerde parti yönetimlerinde “azıcık” değişim görseler umutlanacaklar, başlarını eğmekten kurtulacaklar.

Dedim ya, insanlık hali, bugünkü halimizden mutsuzsak değişebileceğimizi ummak en anlamlı şey. Koskoca pozitif psikoloji, sağlıklı beslenme ve güzellik endüstrileri bu umuttan besleniyorlar, hatta bazı reklamcılar o değil de bu gazozu içersek de değişeceğimizi söylüyorlar. İnsanın bu kadar temel bir güdüsünün siyasete yansımamasını beklemek yanlış olurdu. Siyasi kampanyalar tarihinde de en vurucu sloganlardan birinin Obama’nın 2008’deki “Change we can believe in! (Değişime İnanabiliriz!)” olması şaşırtıcı değil. O seçimi kıl payı kazanmış olsa da Obama’nın bu söylemi siyasetten umudunu kesen birçok grubun hâlâ oy vermesini sağladı. Bu da bu sloganın yarattığı olumlu havaya atfedilebilir.

Barack Obama

Ülkemiz tarihinde de çok defa gündeme gelmiş bir konu, anekdot olarak Turgut Özal’a atfedilen bir sıfat olduğunu hatırlıyorum, karşısındaki Demirel çok demode gözüküyordu, oysa aralarında sadece üç yaş vardı. Demirel barajların kralıyken, Özal Çankaya Köşkü’nde bilgisayar sistemi kurmuştu, biz yeni yetmelere “kompakt disk ne” onu anlatıyordu. Daha sonra siyasal slogan olarak bir tek kadük kalmış Yeni Demokrasi Hareketi “siyasetten beslenenler onu değiştiremezler” diye çok haklı bir şekilde mırıldandıysa da, ne yazık ki seçmende karşılığını bulamadı. Gördüğümüz en radikal değişimlerden biri olan 2002 seçimlerinde değişim sloganlar arasında yoktu ama ima ediliyordu: “Tek Başına, İş Başına…” Aslında “eski ve yozlaşmış Türkiye” ve “yeni ve tertemiz Türkiye” ikiliği Erdoğan’ın retoriğinde sıkça yerini bulmakta, ancak belki de muhafazakârlığın doğasında var, değişim sevilen bir kelime değil. 

Şimdi yine bir değişim talebi mevsimindeyiz, bu kez gözümüz muhalefete, özellikle o kampın lideri CHP’ye odaklanmış durumda. Değişim talebi türlü çeşitli tabii, bazıları Kemal Kılıçdaroğlu’nun görevini bırakmasıyla yetinecek gibi gözüküyor, bazıları CHP örgütünün “resetlenmesini” istiyor, bazılarına kalsa CHP kapatılmalı, vakıf olmalı… Doğan boşluk zaten bir şekilde dolar diyorlar.

Eğer koyduğunuz teşhisten eminseniz, değişim formülünüz sorunu nerede gördüğünüzü de gösteriyor. “Lider değişsin” diyenlerdenseniz, sorunu liderde görüyorsunuz demektir. “Halk değişsin” yönündeyse görüşünüz, eh, sorun da halk demektir. Bu iki ekstrem uç arasında, kadro, parti ya da sistem değişsin görüşlerine de başvurabilirsiniz. Halkı değiştirmek hemen uygulanabilecek bir proje değil, seçim zamanında görüşleri bile değiştiremiyorsunuz, külliyen nasıl değiştirebilirsiniz ki? Ama diğer seçenekler uygulanabilir gibi gözükmekte.

Kâğıt üzerinde en kolayı lideri değiştirmek, çünkü herkes biliyor ki ülkemizde hemen her türlü organizasyonda, ülkeden apartman yönetimine kadar iş liderde bitiyor. Kurumsallaşmadan pek nasibimizi almadığımızdan, işin başındakini değiştirmek her şeyin tamamen değişmesini sağlayabiliyor. Yaşanan menfi durumun çok sayıda belirleyicisini teker teker değiştirmektense, külli bir şekilde bu işi tek kişiye delege etmek daha az yorucu. Hem ülke yönetiminde de öyle yapmıyor muyuz? Tabii ki ülkenin bu şekilde yönetilmesinden memnuniyet duymayanların olduğunu da hatırlayalım.

Kâğıt üzerinde kolay dedik, yine ülkemizin kendisine özgü şartlarından dolayı bir kere seçilmiş birisini yerinden etmek pek mümkün olmuyor. Seçilen kişi seçildikten sonra oyunun kurallarını öyle bir hale getiriyor ki, ondan ya da onun istediğinden başkasını seçmek hayal oluyor, sanırım tanıdık gelmiştir. Seçilen kişiyi değiştirmek o kadar önemli bir şey ki, filozof Popper demokrasiyi “halkın seçtiği yöneticiyi sepetleyebilmesi” olarak tanımlamış. Her ülkede yöneticiler seçimle gelebilirler ama seçimle gönderebilmek başka bir konu. Hele söz konusu parlamenter demokrasinin mirası siyasî partilerse, lider değiştirmek deveye hendek atlatmaktan daha zor, deneyimle biliyoruz.

Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu

Kadro ya da strateji değişimi de büyük ölçüde liderin elinden öpen şeyler. Çünkü ülkemizde yönetici hem kimlerle çalışacağını hem de hangi araç ve yöntemlere başvuracağını belirlemekte tek yetkili kişi olarak görülür. Liderin onaylamadığı herhangi bir kişi ya da yöntemin uygulanabileceğini hayal etmekte bile zorlanıyorum, bu da zaten başlı başına bir sorun. Liderin basiretinden o kadar eminiz ki, istişareyi bile erdem olarak kabulleniyoruz, yani “ona buna danışsın da son kararı yine de o versin” diyoruz. Çocuklara hiçbir şeyin sorulmadığı evlerde ve okullarda büyüdüğümüzden şaşırtıcı değil, “helikopter ebeveynlik” sisteminde bile çocuğun hangi meydana ineceğine ebeveynler karar veriyor, çok da ileri bir sistem değil.

Lidere bu kadar bel bağlamamız biraz da içinde yaşadığımız aşırı belirsiz ortamdan ve bizim belirsizliğe katlanamıyor olmamızdan kaynaklanıyor. Sonuçta karar verilmesi gereken o kadar çok şey var ki, kafamız karışıyor; birileri bizim yerimize karar versin istiyoruz. Weber gibi düşünürler bu karar verme işinin “akılcı bürokrasi” aracılığıyla yerine getirilmesini savunmuşlar ama bizim coğrafyada “Sultanizm” hâlâ en fazla tercih edileni. Bürokratların kurduğu bir devlette o akılcılaşma sürecini ne kadar başaramamış olmamız başlı başına bir tartışma konusu zaten. Aşırı bürokratlaşmadan korkanlar “1984” öcüsü yaratmışken, biz tam tersi yöne koşmayı yine başarmış durumdayız.

Sorunlarımızı düşünürken bu kadar “fail” bazlı düşünmemiz işimizi kolaylaştırıyor, fail davranışını değiştirse ya da daha iyisi fail değişse, her şey iyi olur diyoruz. Öte yandan bazen de yapı her şey olabilir, özellikle içinde bulunduğumuz hal on hatta yüzyılların eseriyse. Hem iktisatta hem de siyaset biliminde “kurumsalcı” diye bilinenler yapının önemli olduğunu söylerler, kader failin yapının olanakları içerisindeki kısıtlı hareketlerinin sonucu olarak gerçekleşir. Bir açıdan da öyle, faili bu kadar önemsememizin bir nedeni içinde bulunduğumuz “ben-çağı” ise, diğer nedeni de bu sınırlı ömrümüzde irademizin bir etkisi olmayacağı gerçeğiyle yüzleşemiyor olmamız. 

Üstelik yapıyı değiştirmek, faili değiştirmekten çok daha zor, yapılabilecek tek şey yapının değişmesini sağlayacak kanalları açabilmek. Yapı kocaman bir duvarsa, birkaç delik açıp tarihin sularının o deliklerden akarak duvarı önce yıpratmasını, sonra da çökertmesini ummak mantıklı gözüküyor. Kurumların işleyişinde yapılacak ufacık değişiklikler, bentlerin aşılmasını sağlayabilir. Çünkü insanlar kuralları öğrenirler, değişen kurallara uyum sağlarlar ve değişimi tetiklerler.

O zaman değişim tartışmalarında basit bir ayrımdayız. Fail, yani lider mi değişsin, yoksa yapıda büyük değişimleri bir vadede mümkün kılacak ufak değişiklikler mi yapılsın? İşte liderin değişimi hemen sonuç verecek bir acı ilaç gibi gözükürken, yapısal gediklerin bilinmez bir vadede sonuç vereceğini söylemek ilkini çok daha cazip hale getiriyor. Oysa deneyim, hele bizim deneyimimiz gösterdi ki “plus ça change, plus c’est la même chose” yani “ne kadar değişirse, o kadar aynı kalır!”.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.