Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Tarikat devlete çıkan yolsa peki?! 

Tarikatları en çok ne zaman konuşuyoruz? Seçimlerden hemen önceki ya da hemen sonraki zamanlarda. Bir ehl-i tarik tuhaf bir şeyler yaptığında. Şeyhler öldüğünde. Bir de tarikatlara bağlı çeşitli okullarda, yurtlarda vs. hiç tanımadığımız çocukların başlarına bir takım kötü işler geldiğinde. Taciz edildiklerinde, eziyet gördükleri için hepimize aslında dünyadan ne kadar bihaber olduğumuzu hatırlatan mektuplar, videolar bırakarak; bazen de sessizce, dolayısıyla şüphe götürür bir biçimde “intihar” ettiklerinde ya da başlarına gelen bir “kaza” sonucu öldüklerinde. Seçimler geçti, tuhaflıklara alıştık sayılır. Çocuk ve genç ölümlerini duyma frekansımız ise giderek artıyor. Bu işte yalnız akla-mantığa değil, müşterek vicdana da ters düşen bir şeyler var yani… 

Gündemlerliimiz çok yoğun, siyasetçiler bizimle meşgul olmak yerine bizi kendileriyle meşgul etmeyi “gündemi belirlemek” sanıyor. Fakat yalnız devletin kurumları değil, toplumun binlerce yıllık tarihi boyunca ürettiği kurumlar da ağır ve hızlı bir çürüme ve çözülme sürecinde. Çürüyen ve çözülen toplumsal kurumların başında da tarikatlar ve aile geliyor. Hatta denilebilir ki tarikatlar siyasetle, ticaretle girdikleri ilişkilerin enerjisini oluşturan çürümeyi ailelere zerk ediyor. Bunun nasıl olduğunu ara vermeden önce yazmaya başlamıştım, bu yazıdan sonra yine devam edeceğim. 

Bu çürümeden en büyük zararı da çocuklar görüyor. Katiyen herhangi bir şekilde korunmuyorlar çünkü. İsmail Arı’nın şu haberine bir baksanıza. Fakat biz her şeyi her seferinde en başından alarak konuşuyoruz. “Bunlar kötü, kapatılsın” demenin ötesine gitmeyen sloganlar üretiyoruz. Tartışmıyoruz da yani… Bu sloganı ve türevlerini her duyduğumda “keşke, nerdeeee” diyorum hem içimden hem de dışımdan. Zira ne devlet, ne partili siyaset ve ne de sivil toplum böylesi bir sonu hazırlayacak herhangi bir dinamik geliştiriyor. Gözlerimizi sımsıkı kapatıp “kapatın bunları” deyip duruyoruz biz de.

Madem öyle, gene baştan konuşalım… Tarikatlar neden var, neden özellikle şimdi bu kadar güçlüler, neden onlardan kurtulamıyoruz? Ya da bu adamlar şu köyde ya da bu mahallede özerk yönetim icat edecek kadar gücü nereden buluyorlar? 

Nereye çıkar bu yol? 

Tarikat, tarik’in çoğulu, tarik de yol demek, yani tarikat yollar demek. Peki nereye çıkıyor bu yollar? Türlü çeşit menzilleri var elbette. Fakat biz Türkiye’de tarikatları konuştuğumuzda çoğunlukla ve ağırlıkla Nakşibendiye’yi konuşuyoruz. Tek bir tarikat ama birbirleriyle ortak düşmana karşı dayanışmak dışında kıyasıya rekabet halinde giderek radikalleşen ve yayılan çeşitli gruplardan, kollardan oluşuyor Nakşibendiye. İslam ve Osmanlı tarihinde izleri hayli gerilere doğru sürülebilse de, Nakşibendiye’nin Anadolu’da yaygınlaşması o kadar da eskiye dayanmıyor ve aslında devletin kendisini Sünnilik üzerinden modernleştirmeye çalıştığı bir döneme tekabül ediyor yükselişi. Vaka-yı Hayriye’nin ardından Yeniçeriliğin kaldırılması, bu hamlenin tamamlayıcısı olarak Bektaşiliğin yasaklanması (1826) ve Bektaşi dergâhlarının Nakşibendi şeyhlerine devredilmesinden bahsediyorum. 

Aşık Serdari

Maraş merkezli depremin ardından tercüme-i hal gibi dinlediğimiz şu deyişi hatırlıyor musunuz? 1833 doğumlu Aşık Serdari’nin o yürek yakan dizeleri: “Nesini söyleyim canım efendim / Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim / Arzuhal eylesem deftere sığmaz / Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim” diye başlar hani. İşte o deyişin, bu videoda söylenmeyen kıtalarından birinde Serdari der ki, “Zenginin sözüne beli diyorlar / Fukara söylerse deli diyorlar / Zamane şeyhine veli diyorlar / Gittikçe çoğalır delimiz bizim.” “Zamane şeyhlerine veli” denmesinin sebebi, işte devlet eliyle yapılan bu “işlem.” Bektaşi dergâhlarının Nakşibendilere verilmesi meselesi yani. Bütün bir deyiş söz konusu işlemin nasıl bir dönemde gerçekleştirildiğini resmediyor aslında. Mesela “Tahsildar da çıkmış köyleri gezer / Elinde kamçısı yoksulu ezer / Döşeği yorganı mezatta gezer / Döğürcek çorbası balımız bizim” de diyor. Nakşibendilik işte böylesi bir atmosferde, bir devletlû işlemin neticesi olarak ve nice devletlû işlemleri kabullenilir kılmak üzere yükseltildi Anadolu’da. 

Halil-i Bağdadi

Evveliyatı da vardı elbet. Ama, Menzil’in en güçlü temsilcisi olduğu Halidi Nakşibendilik tarihi boyunca bir ara bölge olmuş bir coğrafyanın, gene hayli zorlu bir dönemde ürettiği bir “çare”dir ve son derece katı ama yine kendine özgü, yani kılıfına uydurulmuş bir seri fıkıh yorumu üzerine kuruludur. Halidiliğin kurucusu Mevlana Halid-i Bağdadi 1779-1827 yıllarında yaşamış Kürt bir şeyhtir. İrşad icazetini doğrudan Hindistan’ın Cihanabad şehrindeki Şeyh Abdullah Dehlevi’den alır. Bir bakıma Anadolu’yla ve İstanbul’la herc-ü-merc olmuş şekliyle Nakşibendiliği de bypass eder kendi silsilesi aracılığıyla.

Osmanlı açısından Nakşibendiye, özellikle Halidiye kolu, ezeli ve ebedi düşmanı İran’la arasındaki sınırın ideolojik bekçisidir. Bektaşiliğin yasaklanmasıyla beraber -ki II. Mahmud’un ilgili fermanını yazan Pertev Mehmed Said Paşa da bir Halidi Nakşibendi’dir- sınırdaki gücünü satha yaymaya başlayacaktır. Nakşibendiye dışındaki tarikatlar (çoğu heretik diye anılır) Şiilik’le büyük bir düşmanlık içinde değillerdir. Bugün hâlâ Halveti, Kadiri ya da Rıfai vb “heretik” diye anılan tarikatların zikir meclislerinde Ali’nin ve evlatlarının da anıldığını görürsünüz mesela. Çünkü bu tarikatların Anadolu’daki temsilcileri Türklerin kendi özgün İslamlaşma serüvenleri içinde ürettikleri yapılardır ve o serüvenin geçtiği coğrafî yolculuğun da (Horasan, İran, Kafkaslar) izlerini taşırlar. Kimilerine göre Nakşibendi olan, ama mesela Ahmet Yaşar Ocak’ın “gayrısünni” ve “heretik” olarak gördüğü Yesevilik de taşır o izi. 

II. Mahmud

II. Mahmut’tan hemen sonra gözden düşer Nakşibendilik tekrar. Fakat artık yol hem de duble olaraktan yapılmıştır. Bir şerit tarikattan devlete, bir şerit devletten tarikata gider. Devletin Müslüman ahaliyi çok da altından kalkılmayacak zorlu, bazen müşterek vicdana gayet ters işlere ikna etmek istediği her zaman elinin altında, her türlü “asist”e hazır ve nazır bir vaziyette bulundurduğu aparatlar olmayı başarırlar bu tarihten sonra. Cumhuriyet döneminde de bu hep böyle olur. Nakşibendi şeyhlerin ya da temsilcilerinin şu ya da bu partiden Meclis’te olmadığı tek bir dönem bile yoktur. Üstelik her kapasiteyle bulunurlar Meclis’te. Mesela Şeyh Abdullah Servet Efendi (Akdağ) hem de şeyh sıfatıyla I. Meclis’te mebus olmakla kalmaz, kısa bir dönem de olsa İstiklal Mahkemesi’nde görev yapar. Sonra da gayet seçkin bir devlet görevlisi olarak sürdürür hayatını. Namlı bir şeyh ailesinden gelen Kasım Küfrevi de, 1950 ve 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’den milletvekili seçilir. 1956’da istifa ettikten sonra Hürriyet Partisi’nde siyasete devam eder, fakat Meclis’e bir dönem de bağımsız milletvekili olarak girer. Aynı zamanda ilahiyat akademisyenidir. Nakşibendiliğin büyük ailelerinden Arvasiler her dönem mutlaka en az birkaç partide siyaset yapar ve karşılık bulurlar. Şöyle bir bakarsanız, bu “gelenek”in bugün de devam ettiğini görürsünüz. Mehmet Emin Seydagil şeyh milletvekillerindendi mesela, 2020’de vefat etti. Bu kadar değil elbette daha çoğu da var. Her dönem, hangi siyasi parti iktidarı olursa olsun hem Meclis’te hem bürokraside oldular. 

Niye mi söylüyorum bunu? Hal böyleyken tarikatlara, özellikle son dönem iyiden iyiye siyasete, bürokrasiye, ticarete ve gündelik hayatlarımıza nükseden skandallarıyla sık sık gündeme gelen Nakşibendi tarikatlara karşı devletin bir önlem almasını istemek, üstelik bu talebi bir slogan seviyesinde “işleme koydurmaya çalışmak” pek de sonuç alıcı bir siyasi müdahale olmayabilir demek için. Kendisi için bunca kullanışlı bir araçtan, hatta silahtan niye vazgeçsin devlet Allah aşkına? Bunu isteyenler toplanıp basın açıklaması yapmak ve slogan atmak dışında bir şey yapmıyorlarsa kendini baskı altında nasıl hissetsin? Anayasadaki laiklik ilkesi hatırına ya da hukukun üstünlüğü adına mı? Aynı devletten mi bahsediyoruz? 

Tarikatların kaynağı

Bugün artık, hele mevcut tarikatların geçerliliklerinin ya da sapkınlıklarının kaynağını dinin şu ya da bu cüzünde aramak kadar beyhude bir iş yok. Tarikatlar, özellikle Nakşibendi tarikatlar gayet varlar, dini istedikleri gibi yorumluyorlar, üstelik bütün işlerini de devlet himayesinde yapıyorlar. Bu, bu topraklarda devletin merkezileşmesine/modernleşmesine verdikleri “ruhani” destek karşılığında edindikleri bir imtiyaz… Daha da geçmişine, hatta mitolojisine uzanmak isterim ama yazıyı çok uzatıyorsun dersiniz diye duruyorum. 

Sözün kısası, o meşhur “Türk devlet geleneği”nin kimyasında var bu tarikatlar bir şekilde. Ama o kimyada daima bir zaaf olarak var olageldiler. Bir zamandır bu kadar ortada ve görünür olmaları da o zaafın nüksettiğinin işareti, başka hiçbir şeyin değil. Hayır, tarikatların yükselmesi dindarlığın yükseldiği, insanların daha imanlı ve hatta ahlaklı oldukları anlamına gelmiyor. Tarikatların yükselmesinin tek bir anlamı var, o da devletin -sırtımızda cop, soframızda büyük ortak olmaktan kelli- bir gücü kalmadığı. Çünkü tarikatlar, gene söylüyorum özellikle rabıta gibi “mistik” araçlarla fıkıh söylemini bir araya getirdikleri için Nakşibendi tarikatlar, bayağı paralel bir hukuk inşa ediyorlar. 

Bu nedenle haklı olarak gazeteci arkadaşımız Rıfat Kırcı, Menzil’i bir “özerk bölge” olarak tarif ediyor Duvar’dan Didem Mercan’a verdiği söyleşide. Yalnız bu söyleşide değil, şu cenazeden sonra yapılan söyleşilerde dile gelen pek çok tanıklıkta karamsar bir şaşkınlık hali göreceksiniz. 

Bu kadar büyük ve kendi başına hareket eden bir tarikatın varlığına tanık olmak, müşterek hayatımız ve geleceğimiz konusunda umutsuzluğa kapılmamıza neden oluyor. Çünkü onların o kadar görünür ve bağımsız hareket etmesi, kendilerini her türlü kanunun, kuralın, hatta temel adab-ı muaşeret ve ahlak bilgisinin üstünde addetmeleri yurttaşı olduğumuz ülkede bazı şeylerin yolunda gitmediğinin işareti. 

İşte tarikatların yükselmesinin sebebi de aynı umutsuzluğun başka türlü bir ifadesi. 1960’larda, komünizmle mücadelenin araçları olarak yeniden filizlendikleri doğru. Özellikle Menzil, devletin “Kürt sorunu”na bulduğu çözümlerden biriydi. O yüzden, bütün diğerlerinden daha “özerk” bir görünüm vermesi hiç tesadüf değil. Ama asıl olarak 1980’lerin ortasından sonra büyüdüler. Çünkü tekrar eden ve giderek frekansı sıklaşan ekonomik krizlerin orta yerinde müritleri arasında ekonomik dayanışma örgütlediler. 

Dayanışma sandıklarından bahsetmiyorum yalnızca… Bütün ülke çapına yayılmış bir ticari ağ düşünün, birbirlerini tanımasalar bile ortak bir tanıdıkları var, bir merkezi var yani ağın, o da şeyh. Kime güvenebileceklerini, kimden kazık yiyebileceklerini; başka türlü söylersek kime kazık atabileceklerini ve atamayacaklarını biliyorlar. Banka kredilerine muhtaç değiller. Mallarını kime satabilecekleri konusunda üç aşağı beş yukarı bir fikirleri var. Ya hu gittikleri şehirlerde otel parası bile vermek zorunda değiller, hele ticaretin yoğun olduğu şehirlerde illa ki bir misafirhane ya da evine gidilecek bir sofi var. Bunun nasıl bir ekonomik mobilite ayrıcalığı olduğunu hayal edebiliyor musunuz? Serbest piyasanın içinde ama tarikat aracılığıyla onun sert sarsıntılarından korunaklı bir alanda kazanıyorsunuz paranızı… Daha ne istersiniz? Dünya size güzel işte… 

Yani daha önce de olduğu gibi tarikatlar devletin kendi dönüşüm süreci dolayısıyla ahaliye yaşattığı maslahat ve (dolayısıyla) meşruiyet krizinin bir sonucu olarak geliştiler ve serpildiler. O krizler bugün artık belli bir frekansta gerçekleşmiyor. Süreğen bir nitelik arzediyorlar. Tarikatlar da istikrarlı bir şekilde hayatın her alanını işgal etmeye devam ediyorlar. Böyle olması devletin de işine geliyor. Yoksullaştırdığı insanlara kendisi yerine bakacak aracı kurumlar oluşuyor çünkü. Bu yolla devletin hepimize ait kurumlarının işlevleri tarikatlar lehine özelleştirilmiş oluyor bir bakıma. O işlevlere afet sonrası acil yardımdan sağlığa, eğitimden yargıya her şey dahil… Bakınız Kızılay’ın başına yeni gelen hanımefendi de Menzil’denmiş. 

Gene sorayım, hal bu iken niye kapatsın devlet tarikatları? O kadar çok işini aynı anda görüyor ki tarikatlar, hatta ellerinden gelse devlete yapacak iş bırakmayacaklar… Kapatır mı devlet hiç onları? Hepimizi kapatır da onları kapatmaz… Yani tarikatları kapatma işini, hele tarihin şu anında devletten beklemek kadar beyhude bir iş olamaz… 

Tarikatlarla nasıl mücadele edilir? 

Devleti zorlayacağız elbette. Bu yapıların hukuksuzluğuyla mücadelenin önemli bir sahası da devlet kurumları, kaldıkları kadarıyla tabii. Fakat bu yetmez… 

Reçete de yok elimde, ama tarikatlarla nasıl mücadele edeceğimizi bulmak için işe başlayacağımız yer hangi ihtiyaca cevap verdikleri sorusunu iyice bir tespit etmek. Bu işi hakkıyla yaptıktan sonra hep beraber bir yol haritası da çıkarır bunun siyasetini yine hep birlikte yaparız.

Buna mesela dağınık bir şekilde sürekli en baştan başlayarak konuştuğumuz tarikatlara ilişkin meseleleri düzenli bir şekilde raporlayan, tarikat ehli olan ya da olabilecek insanlara da ulaştırmak üzere yaygınlaştıran bir bilgi/dolaşım ağı kurarak başlayabiliriz. İSİG Meclisi bunu yıllardır yapıyor iş cinayetleri hakkında. 

Bunca çocuk öldü, kim bilir ne kadarını hiç bilmiyoruz ama işe sıkıca sarılan birkaç gazeteci arkadaşımız dışında pek de kimse ilgilenmiyor aslında tarikat bağlamlarında işlenen suçlarla. Biliyoruz tarikatların devlette, siyasette, ticarette ne kadar örgütlendiğini. Aslında bilmiyoruz, hissediyoruz. Peki nerde bizim bu örgütlenme biçiminin bütün gıllıgışlarını ortaya çıkaracak örgütlerimiz? Kızacaksınız ama sormadan edemeyeceğim. Biz mücadele ediyor muyuz ki tarikatlarla? Devleti kendisi için gayet kullanışlı bu yapılardan vazgeçirecek denli baskı üretmek üzere ne yapıyoruz ki ondan istediğimiz şeyi, yani tarikatları kontrol altında tutmayı, etki alanlarını sınırlamayı ve hatta -ne güzel olur- kapatmayı aklına getirsin?  

İkinci bir iş daha var, hemen harekete geçerek yapabileceğimiz, bunun için ön tartışmalar yapmamıza da gerek yok… En az tarikatlara intisap edenler kadar kalabalık oralardan can havliyle uzaklaşanlar… Yapayalnız ortada kalıyorlar ve hatta çoğu zaman hayatları, canları değilse bile refahları tehdit ediliyor. Kaçamayanlar da var… Hatırlayacaksınız Enes Kara’yı, tarikat değil bir cemaatti O’nu kapana kıstıran yapı ailesiyle birlikte. Abdülbaki gönderildiği sözüm ona medresenin yamacındaki ahırda tavana asılmış halde bulunalı kaç hafta oldu ki? 12 yaşındaydı bu çocuk. Bu çocuklarla, gençlerle nasıl dayanışırız diye de sorabiliriz kendimize. 

Tarikatları büyüten şey hukukun üstünlüğünden, tarikat dışındaki dünyanın kurallarından, kurumlarından ve geleceğinden duyulan umutsuzluksa, küçük-büyük bakmadan şurada burada başvuru mekanizmaları, tarikatlardan uzaklaşmak isteyen ama sıkışıp kalan insanlarla dayanışabileceğimiz alanlar oluşturmamız gerekiyor. Hayır bu mekanizmaları ve alanları devlet oluşturmayacak. Tabii ki yapmaz, kendisi açısından bunca kullanışlı yapıları incitecek bir adım niye atsın? 

Tarikatlar bağlamında ortaya çıkan, çoğu kanımızı kurutan her skandalı bir zelzele gibi görüp sivil dayanışma mekanizmaları örgütleyebiliriz pekâlâ. Hatırlıyor musunuz Enes Kara’nın videosu gözümüzün önüne düştüğünde günlerce konuşmamıştı ana akım muhalefet, önce ilgili cemaatin siyasetin hangi yanında olduğunu öğrenmek istemişlerdi, sonra da kerhen ettiler birkaç söz. Tarikatların temsil ettiğini zannettikleri toplum kesimleriyle helalleşme süreçlerine halel getirmek istememişlerdi çünkü. Peki kime gidebilirdi Enes Kara, gidebileceği yerin adresini nereden bilecekti, var mıydı ki öyle bir yer? Bir çıkar yol açamaz mıydık ona hep birlikte? 

Burada, tam da orta yerde bırakayım sözü. Tarikatlarla devlet ve siyaset arasındaki ilişkinin bir ayağı da karşılıklı kefalet sözleşmesi. Bunu da gelecek haftaya bırakayım… 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.