Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: Bizim gariban mucizelerimiz

Rifat’a…

Her mucize en az bir kahraman yaratır. 

Rifat’ın kendine özgü bir çirkinliği vardı. Gözleri aşırı iri, kaşları başparmağı kadar kalındı, dudakları ince birer çizgiden oluşuyordu. Kepçe kulakları, kemikli ve uzun yüzünün yanlarına yapıştırılmış iki küçük yelken gibiydi. Rifat, resim yapmayı yeni öğrenen bir çocuğun acemi kaleminden çıkmış bir garibeydi anlayacağın. Ona baktığın zaman bir ürperti hissederdin. Yalnızca yüz hatlarındaki tuhaflıklar değil, saçının kesilme şekli de bu uyumsuzlukları abartılı hale getirirdi. Annesi koyun kırkar gibi keserdi saçlarını. Her makas hareketinin kestiği ve geride bıraktığı öbekler, onun kafatasındaki biçimsizliği vurgulardı. Rifat’ın başında bulunan, yarım yamalak kabuklanmış yaralardan dolayı böyle kesiyor olsa gerekti annesi. Saç öbeklerinin arasında birbirine kavuşan yaralar olurdu sürekli. Var olmayan, yaratılmayı hak etmeyen bir gezegenin atlası… 

Bu haliyle bir gulyabaniyi andırırdı garip çocuk. Haliyle kimse onunla konuşmak, yarenlik etmek istemezdi. Çirkin bir çocuk başka hiçbir şeye benzemez. Çünkü çocukların bütün kusurlarını, “çocuksu” saçmalıklarını örten şey onların saf güzellikleridir. Rifat’ta bu yoktu işte. Olgun biri olmadığı gibi, çocuk saflığından da eser yoktu onda. Nesnesini kaybetmiş bir gölgeydi Rifat. 

Üç kişinin oturduğu sıralardan birinde yalnız oturur, teneffüste çeşmenin önündeki taşlardan birine yaslanır, derste bir şey sormak istediği zaman arkasına, önüne bakarken kimse onu görmek istemez, bakışlarını kaçırırdı. Bizim eve kadar benimle yürür, yolda bir şeyler anlatır, sonra da kanal boyu yaylana yaylana yürür giderdi. Onun ne anlattığını hiçbir zaman hatırlamayacağım için üzgün ve pişmanım. Ben eve girdikten sonra kanal yolunda yalnız yürürken, Melekli yönünde sürü güden çoban çocuklarla karşılaşırdı bazen. Bu yabani çocuklar ona taş atar, bazen köpeklerini üzerine salar, bazen bir ağacın altında sıkıştırıp üzerindeki mendil, defter, para, ne bulurlarsa alırlardı. Ağlayarak evine dönerdi Rifat. Ertesi gün başında yeni yaralarla gelirdi. Biz onu görmemeyi, duymamayı seçmiştik. Rifat, “var olmayan” anlamına geliyordu bizim için. Olmaması gereken… Yaratılmayı hak etmeyen… Ta ki Sürgün gelinceye kadar.

Sürgün’ü de biraz anlatmam gerek. Aslında onu tanımlamak çok kolay. Nietzsche’nin gençlik halini hayal et. Aynı deli bakışlar, çıkık elmacık kemikleri, geniş alın, kemerli bir burun ve alt dudağına kadar inen bıyıklar… Uzun boylu, süt beyazı teni olan biriydi Sürgün. Gerçek adını hatırlamıyorum ama onun gelişiyle okulda yaşanan tedirginlik unutulur gibi değil. Deniz Gezmiş’in yakalandığı günlerdi. Solcu olduğunu biliyorduk ama solculuğun ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu. Gözünü seyrek kırpan ve dik dik bakarak dolaşan bu acayip adamdan korkmamız mı gerekiyordu? Daha doğrusu ne kadar korkmamız gerekiyordu? Bir öğretmenden korkmamak ne mümkündü! Ezkaza bir cumartesi günü sokakta bir öğretmenle karşılaştığımız zaman dükkânlardan birine saklanırdık. Ortalama ayda en az iki kez dayak yemeyen öğrenci yoktu okulda. Bunun için bir şey yapman da gerekmezdi. Sınıfta gürültü olduğu zaman o sınıftaki bütün öğrenciler “sıra dayağı”na çekilirdi. Herkes ellerini açık şekilde sıralara koyar ve gözlerini kapatıp cetvelin avucuna ineceği anı beklerdi. Bazı öğretmenler gözlerimizi kapattığımız zaman bir kez daha vururdu; o bile yasaktı anlayacağın. 

Onur kırıcı, yaralayıcı anlardı bunlar. Eğitilmek, haysiyetinden arındırılmaktan ibaretti. O yüzden eğitilmemek için direnirdik. Hiçbir yerde, hiçbir şekilde açığa çıkaramayacağımız, dile getiremeyeceğimiz, içimizde demlenen o öfke bizim karanlık yanımızdı. Eğitilmek istemeyen yanımızı bu karanlığa saklardık. Başkalarının işlediği bir günahın bedelini ödemenin yarattığı, isyana dönüşemeyen o hınç, avuçlarımızdaki acıdan daha ağır gelirdi bize. Onun için Sürgün’ün nasıl biri olduğu önemliydi. 

Sürgün okula geldikten iki gün sonra, Paşa Öğretmen, müdür yardımcılığına atandı ve bu genç Nietzsche öğretmenimiz oldu. “Önceki okulda bir çocuğu döverek öldürmüş, ondan sürülmüş” diyordu biri, beriki “Banka soymuş, hapiste yatmış” diyordu, Sema “Katilmiş, hapisten kaçmış” diyordu, Azer’e kalırsa “Otay”a kaçarken yakalanmıştı. Otay, tahmin edebileceğin gibi, Sovyetler Birliği’ydi. Allahverdi’nin iddiasına göre çocukların kanını içiyordu bu tuhaf görünüşlü adam.

Gözümüz kapıda, huzursuzca beklerken herkes onun hakkında başka bir masal yumurtluyordu. Sonunda Sürgün geldi, oturdu, yoklama yaptı, kalkıp masasının önüne yürüdü, sınıfı inceledi bir süre. Yüzünde ifade yoktu. Donuk bakışları üzerimizde bir silahın namlusu gibi geziniyordu. Sonunda Rifat’a döndü ve “Sen neden yalnız oturuyorsun?” dedi. Rifat omuz silkti, başını eğdi ve dayak yemiş bir sokak köpeği gibi ürkerek baktı Sürgün’e. 

“Söylesene neden yalnız oturuyorsun?” dedi Sürgün yeniden. Rifat başını kaldırdı, “İstemeden öğretmenim” dedi, ağlamaya başladı. Sürgün gelip onun yanına oturdu. Hareketleri dingin ama kararlıydı. 

“Başını kim yaraladı senin?” dedi. Artık daha kısık sesle konuşuyordu ama biz nefes almayı bile unuttuğumuz için onu rahat duyabiliyorduk. Yalnızca Rifat’a kafayı takmış bir öğretmen bizim için büyük nimetti elbette. 

“Çobanlar taş atıyor eve giderken öğretmenim” dedi Rifat. Artık hıçkırmaya başlamıştı. 

“Ağlama. Ben seninle geleceğim bugün” dedi Sürgün.

Rifat şaşkın bir ifadeyle yanındaki adamın yüzüne baktı ve “Eve kadar mı?” dedi.

“Eve kadar” dedikten sonra Sürgün cebinden bir mendil çıkardı, Rifat’ın gözyaşlarını sildikten sonra kalktı, neredeyse koşar adım sınıftan çıktı, birkaç dakika sonra geri geldi. Elinde ıslak pamuk, Dermojen ve galiba penisilin tozu vardı. Rifat’ın şakağındaki bir yarayı temizlemeye başladı. Rifat korku ve şaşkınlıkla Sürgün’ü seyrediyordu. Adam hiçbir şey söylemeden çocuğun yarasını temizledikten sonra onun başını okşadı ve gülümsedi. O gülümsemeyi hiçbir zaman unutamayacağım. Bu hayat-ı hakikiye meselini anlatırken yaşadığım en büyük tereddüt budur aslında. O gülümsemeyi tarif edemeyeceğimi biliyorum ve inan bana bir hikâye anlatıcısının en büyük kâbuslarındandır bu: Kederli bir anın duygusunu tarif ederken gülünç duruma düşmek! Bir insanın yüzünde birden beliren tebessümün ışık saçtığını söylesem, bir melodi duyduğumu söylesem ya da ne bileyim sarhoşluk veren hoş bir koku saçtığını söylesem gülünç olur hikâyem, bundan korkarım hep. Ve bu milisaniyelik aydınlığı tarif etmeyi hiçbir zaman beceremem. 

“Şarkı söyler misin bize?” dedi Sürgün daha yüksek bir sesle.

“Söylerim, hangisini…”

“Fark etmez” diye sözünü kesti Sürgün onun. 

İşte en başta sözünü ettiğim o mucize gerçekleşti. Rifat “Evlerinin Önü Yonca” türküsünü söylemeye başladı. Bir türkü söylemiyor, feryat ediyordu. O güne kadar böyle bir ses ne duymuştum, ne de onun var olabileceğine inanabilirdim. Yaşadığı bütün acıları bir türküye tercüme etmişti Rifat. Kendisini tartaklayan, soyan, kafasına taş atan, köpekleri üzerine salan çobanlara karşı dile getiremediği her küfrü o türküye yüklemişti. Onu görmeyen, işitmeyen, anlamayan bizlere duyduğu küskünlüğü…”Yoldaş olak düşek yola…” Yanından geçerken kafasına cetvelle vuran Paşa Öğretmen’e karşı hissettiği öfkesini… “Evlerinin önü darçın/Felek koymur gözüm açım.” 

Sürgün yerinden kalktı ve sınıfın kapısını açtı. Rifat’ın sesi 12 Kasım İlkokulu’nun koridorlarında yankılanıyordu şimdi. Kimse ağladığının farkında değildi. Kimse hiçbir şeyin farkında değildi aslında. Rifat ne söylerse söylesin kendi ağıtını dile getiriyordu. “Seni alıp hara kaçım?”

Gözyaşları arasında öne eğilip ona baktım. Onun kendine özgü, emsalsiz güzelliğini o anda fark ettim. Diğerleri gibi… Rifat ne güzel bir çocuktu. O en güzel olanımızdı. O bizim güzel yanımızdı. Yalnızca yaralıydı ve bunu bize bir türkü söyleyerek anlatmıştı. “Evlerinin önü lale/Saki doldur ver piyale.”

 Her mucize en az bir kahraman yaratır. Ya da galiba mucizeleri kahramanlar yaratır ve biz onları görmeyiz. Çünkü sahici kahramanlık görülmemeyi seçmekle başlar. Ne demeye getirdiğimi anladın. Buradaki kahraman tabii ki Rifat değil, Sürgün’dü. Bir gün biri yarana dokunur ve güzelleşirsin. Ne işe yarar, diye sorma; olsun, güzelliğin anlamı yoktur ki zaten.

Birkaç ay sonra Sürgün -nedense- yeniden sürgün edildi ve Rifat bir sabah okula gelirken başına yediği bir taşla travma geçirip öldü. Cesedi kanal boyunda, bir tümseğin arkasında yoncaların arasında bulundu. 

“Evlerinin önü bakla

Güvercinler döner takla

Al beni koynunda sakla

Ninne yavrum ninne

Esmer yârim ninne.”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.