Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Müftüyü öldürmek

Ağustos ayının bir hayli tekrarlansa da üzerinde yeterince konuşamadığımız, belki ne diyeceğimizi bilemediğimiz haberlerinden biri de müftü Mehmet Deniz’in intiharıydı. Kimi Diyanet yöneticilerinin, bazı davranışlarını atandığı müftülük makamına uygunsuz bulduğu için mevkisini gerileterek işten el çektirdiği din görevlisi Mehmet Deniz’in intiharından söz ediyorum. 

Mehmet Deniz, Manisa Kırkağaç İlçe Müftüsü iken cübbe giymemek, müftülüğe motosikletle gitmek, bisiklete binmek ve WhatsApp’ta uygunsuz fotoğraflar paylaşmak gibi sebeplerle kınama cezası almış, ardından Balıkesir İl Müftülüğü’ne vaiz olarak atanmıştı. Hakkındaki karara itiraz etmiş, müftülük görevine dönmek için dava açmış, kınama cezasının hukuka uygun olmadığı karara da bağlanmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı, kınama cezasının iptaliyle ilgili karara itiraz etmiş, bu itiraz da reddedilmişti Bursa Bölge İdare Mahkemesi’nde. Ancak Mehmet Deniz görevine iade edilmemişti. Bunun üzerine İçişleri Bakanlığı’na müracaat ederek Atama ve Yer Değiştirme Kurulu’nun hakkında müftülükten atılması için verdiği kararın geri alınmasını istemişti. Ne var ki, bu müracaatı sonuçlanmadan kendi hayatına son verdi. 

Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir müftünün intihar ettiği yazıyordu haberlerde. Ama onunla ilgili haberleri tararken tesadüfen başka bir intihar vakası daha yaşandığını öğrendim. 2002’de, Beypazarı Müftüsü Abdülkadir Topuz da bilinmeyen bir nedenle intihar etmiş makamında. Allah rahmet eylesin. Hakkındaki tek haber buydu, bir de 2007’de “en sevilen müftüler” listesi yapan memurlar.net forumunda şöyle bir not düşülmüş hakkında: “Birçok başarılara imza atan, personelin yetişmesine katkılar sağlayan, personelinin ufkunu, önünü açan, maalesef intihara sürüklenen…” Kim bilir ne oldu? 

İslam’da intihara ilişkin hükümler çok ağır. O yüzden icra ettiği meslek gereği inançlı biri olduğunu düşündüğümüz bir din görevlisi intihar ettiğinde hissettiğimiz sarsıntının bir katmanı daha var. Belki de bu yüzden İslam’da ruhban sınıfı yok deyip duruyorduk eskiden. İnancın aynı zamanda geçim kaynağı olan bir mesleğe dönüşmesinin, kurumsallaşmasının, hiyerarşiye tabi olmasının sebep olduğu bir dizi açmaz iyiden iyiye açığa çıkıyor bu tür vakalarda. 

Benim öğrendiğim İslam’da, bu dini kendisinden öncekilerden “ileri” yapan şeylerden biriydi ruhban sınıfının olmaması. Böylece herkesin dini kendi aklıyla öğrenmesi, yaptıklarının ve yapmadıklarının sorumluluğunu taşıması mümkün oluyordu. İslam, mü’minlerine çocuk muamelesi yapmıyordu yani. Akıl-baliğ olan her kişi -hiç değilse teoride- kendinden mes’uldü. Bırakın devleti, cemaati, tarikatı, hacıyı, hocayı, ana-baba bile çocuklarına tebliğ etmekten başka bir şey yapamaz, dini vecibeleri yerine getirmeye zorlayamazdı. Çünkü zorla, baskıyla yapılan ibadet Allah değil, kim zorluyorsa onun rızası için yapılırdı. O da şirk demekti. Yalnız baskı altında kaldığı için ibadet edenin değil, baskıyı yapanın da Allah’a ortak koşmasıydı bu. Şirk en büyük günahtı. 

Peki ne yapacaktık? Allah’ın bize şah damarımızdan yakın olduğunu, yalnız yapıp ettiklerimizi değil, içimizden geçenleri de bildiğini aklımızdan hiç çıkarmayacaktık. Onunla aramıza kimseyi sokmayacaktık. Her nasılsa bana dini böylece öğretenler de zamanla gözlerimizin önünde İslami olduğu iddia edilen bir ruhban sınıfının şekillenmesini bir tür siyasi “kazanım” olarak görmeye başladı. Ya eskiden öğrettikleri din yanlıştı, ya şimdi yaşadıkları din. Bilemiyorum. Günahı vebali kendi boyunlarına. Tabii benimkiler de benim… Ama kendilerine şahdamarımdan beriye kimseyi almamayı öğrettikleri için minnettarım. 

Çocukluğumda evin büyük kadınlarıyla birlikte gittiğim bir sohbette, hepimize dini hükümleri anlatan kadının söylediklerini aklımdan çıkarmam mümkün değil. Demişti ki, intihar eden intihar ettiği şeyin ona ölürken verdiği acıyla yaşayacak sonsuza kadar. Ayrıntı vermedi tabii ama çocuk aklım tamamladı boşlukları. Yazmayacağım buraya. Demiştim ki içimden, kim ki insan, Allah’ın verdiği canı alacak? Cinayetin bile diyeti var, canını verir ödersin (gene İslam’a göre). Ama intiharın diyeti yok, kendi canını alan nasıl helalleşecek kendiyle?

O nedenle, intihar eden bir müftüye ilişkin haberlerin, mesela ekonomik sebeplerle giderek sıklaşan intiharlardan daha uzun süre gündemde kalmasının -iki-üç gün bile osa- en önemli sebebinin, bu hükümleri bilen birini intihara sürükleyecek sürecin korkunçluğu hakkında farkında bile olmadan içine düştüğümüz dehşet duygusu olduğunu sanıyorum.

Çünkü ne yazık ki her intiharın intihar olmadığını gayet iyi biliyoruz hepimiz. Nitekim yukardaki notta “intihara süreklenen…” demiş belli ki Müftü Abdülkadir Topuz’u tanıyan ve ona kıymet veren Beypazarlı vatandaş.

Ne olmuştu?

Müftü Mehmet Deniz vakasında ise bir hayli arka plan bilgisi öğrendik. Haberi ilk yazanlardan biri GazeteDuvar’dan Ferhat Yaşar’dı. Eşi Zeynep Deniz, merhum müftünün hayatı boyunca onuruyla yaşadığını, kendisine reva görülen muameleye dayanamadığı için intihar ettiğini söylüyordu. Yine aynı haberde ismini vermek istemeyen bir müftü, Mehmet Deniz’in intiharının Diyanet’i çok sarstığını, görevden alınmasının sebebinin de Diyanet’teki gruplaşmalar olduğunu aktarıyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda örgütlü olan Adil-Sen Genel Başkanı Ahmet Murat Hocaoğlu da, Mehmet Deniz’in çok haksızlığa maruz kaldığını, buna karşı mücadele ettiğini, ama Atama Yürütme Kurulu’nun kınama cezasını kaldırmadığını, intihar sebebinin bu haksızlık olduğunu ifade ediyordu. 

Sabah Gazetesi’nde de bir haber yayımlandı bu vakayla ilgili. Huzeyfe Atıcı’nın haberinde, Mehmet Deniz’in göreve iade talebiyle açtığı davaya bakan Manisa İkinci İdare Mahkemesi’nin bu talebi reddettiği kaydedilmişti. Gerekçe ise, müftülük görevini yapamayacağına hükmedilmesiydi. Ayrıca merhumun daha önce de dört defa intihar girişiminde bulunduğu iddiasına yer verilmişti. İl ve ilçe müftülerinin Mehmet Deniz hakkındaki olumsuz kanaatleri de aktarılmıştı haberde. Bu olumsuz kanaatlerin sebeplerinden biri, şehir merkezinde bulunan lojmanı terk ederek şehirden uzak bir lojmana taşınmasıydı. Vatandaşlar bundan rahatsızlık duymuşlardı. Müftü Mehmet Deniz, bir takım komik bile olmayan fotoğraflar paylaşmıştı sosyal WhatsApp’ta, bunlardan da şikâyetçi olanlar vardı. 

Diyanet Birlik Sen Başkanı Kenan Ak ise intihar vakalarının yayılabileceğinden endişe ettiğini söyledi konuya ilişkin açıklamasında. “…Mehmet Deniz, başlattığı hukuki mücadeleyi kazanarak tekrar müftülüğe döndürülmesini içeren karar Başkanlık’ça uygulanmayınca bunalıma girerek intihar etti. …Diyanet Birlik Sen olarak bir müftüyü dinimizce yasak olan intihara sürükleyen sebeplerin araştırılarak, hocamızın intihar etmesine direkt ya da dolaylı yoldan sebep olan sorumlular hakkında gerekli idari ve hukuki incelemelerin başlatılmasını istiyoruz; bu bağlamda konuyla da ilgili olduğu için bazı idarecilerin, özellikle de ilçe müftüsü olarak görev yapan bazı müftülerin hukuk tanımaz tavırlarının ve ben yaptım oldu anlayışının önüne geçilmez ise daha çok görevlimizin canı gidecek, canı yanacak, çok aile perişan olmaya ve dağılmaya kapı aralayacak.”

Ferhat Yaşar haberi bırakmadı ve Adil-Sen Genel Başkanı Ahmet Murat Hocaoğlu’nun, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na Mehmet Deniz’in intihara sürüklenmesine sebep olan iki kişi hakkında suç duyurusunda bulunduğunu yazdı. Sendika, suç duyurusunda, Tekirdağ İl Müftüsü Mustafa Soykök’ün “Müfettiş kendisinden talepte bulunmadığı halde ve kendisinin kanunen çalışanı için mütalaa yetkisi olmadığı halde ispatsız bir şekilde müftülükten atılmasını” sağladığını iddia ediyor. Suç duyurusuna konu olan ikinci kişi ise Eyüp Ali Uyar. Başvuruda sendika Eyüp Ali Uyar’ın da “haberleşme gizliliğini ihlal ve gerçeğe aykırı beyan vermek” fiillerini işlediğini öne sürüyor. Bu suç duyurusunun, vakanın soruşturulmasını şansa bırakmamak için yapıldığı, yani sendikanın bu soruşturmanın yapılmaması ihtimalini göz önünde bulundurduğu ortada.

Parçalayan imtihan

Adaletsizlik yani zulüm, yalnız uğrayanı değil şahit olanı da parçalayan bir insan(lık) fonksiyonu. Özellikle zulmün öznesi yakın ve sizden bildiğiniz biri, bir benzeriniz, aynı dili konuştuğunuz, aynı dine inandığınız, ne bileyim aynı okula ya da ibadethaneye gittiğiniz, aynı evde yaşadığınız biriyse sizi bir tercih yapmak zorunda bırakıyor çünkü. Kaynağı ne olursa olsun o aynılığı, benzerliği paylaştığınız zalim özneden yana mı olacaksınız, yoksa adaletten yana mı? Mazlumdan yana mı olacaksınız değil buradaki soru… Zulme uğrayanın kim olduğu önemini kaybediyor eğer zalim “biz”dense. 

“Biz”i biz yapan şey bir “inançsa” (ideolojiden bahsetmiyorum) mevzu biraz daha karışıyor. Çünkü, “ya hu bu adamların/kadınların Allah’tan korkuları da mı yok?” demek ve türlü çeşit mazeretler üretmek de -mesela ne yapalım bizimkiler de eskiden zulme uğramışlar, ya da şimdi bizimkilerin zulmettiklerinin dedeleri de bizimkilere zulmetmiş gibi saçmalamalama hallerinden bahsediyorum- bir yere kadar. Zira öyle değilmiş gibi görünse de adaletin ve zulmün tanımları insanlığın binlerce yıllık macerası boyunca bir hayli ortaklaştı. Her birimizin en çok korktuğu şey insanların zalimliği olduğu için, yani can havliyle yaptık bu ortak tanımları. O yüzden kültürel farklarmış, hukuksal bilmemnelermiş, inançlarmış vs hepsinin zulme ancak mazeret olabileceğini iliğimizle, kemiğimizle biliyoruz. Hatta diyebiliriz ki, en erken öğrendiğimiz şey zulmün tarifi oluyor hep. Can sahibi olmak bunu gerektiriyor çünkü. Bütün o farkları, kimi zulümleri yapma gücünü “bizden” olanlara imtiyaz olarak sunalım diye icat ettik aslında.

Dönelim parçalanma sürecine: Zalimin “bizden” biri olduğu konusundaki gözleminiz pekiştikçe, aynı zalim öznenin inanç performansının da, bilhassa ağyar karşısında, ayyuka çıktığını fark etmeye başlarsınız. Zulme ya da zulme ortak olmaya ne kadar meyyalse o kadar göstere göstere yaşamak isteyecektir inancını. Çünkü aslında gayet iyi bilir ne yaptığını. Derdi yaptığı şeyi inancına, aklını başından alacak kadar duyduğunu iddia ettiği sadakatle mazur göstermektir. Ve bir de tabii zulümden hasıl olan utancı kendi benzerlerine üleştirmek. Herkes onun gibi düşünür, onun gibi yaparsa yaptığı şeyden utanması da gerekmeyecek. Dahası var. O şey mesela bir suçsa, cezalandırılmayacak, hatta belki ödüllendirilecek. Zulmü göstere göstere yapmanın arkasında böylesi bir iktisadi akıl var yani. Tek başınıza yaparsanız suç olur. Müşterek bir performansa dönüştürürseniz, o işi Allah rızası için yapılan bir ibadetmiş gibi pazarlayabilirsiniz kendi benzerlerinizden ibaret bir evrene. Hatta zamanla o zulüm fazilet kategorisine dahil edilebilir. Yeter ki, zulme ortak edecek kalabalığı bulun ve o fiili ısrarla, mümkünse şişinerek tekrar edin. 

Parçalanmayı derinleştiren soru bu aşamadan sonra geliyor: “Ne yani Allah’a inanmak bu insanları iyi insan kılmaya yetmiyor mu?” Öbür türlü sormak hâlâ içimi titretiyor: “Allah, kendine inananları iyi insan yapacak kadar kudretli/iyi değil mi?” Neden bilmiyorum içimde bir şey kudretle kötülüğü yan yana getirmeme engel oluyor. Bütün kullardan bahsetmiyorum, hiç yoksa ona iman edenlerin kötülüğüne mani olamayan, gönderdiği onca dinle bunu yapamayan bir tanrı ne kadar kudretli olabilir ki? Ol deyince sonsuz bir evreni var edenin gücü, üstelik ona iman etmiş olan insan evlatlarına mı yetmiyor yani? 

Bu soruyu sormaya başladıysanız yandınız. Çünkü bu soruyu sormaya başladığınızı -açıkça hiç sormasanız bile- anlıyorlar aynı inancı paylaştıklarınız. İçgüdü herhalde, hatta belki bir tür içgörü… Hemen ve hızla teşhis ediyorlar kafanızın bu soruyla meşgul olduğunu ve parçalanmaya başladığınızı. Her bir parçanızı alıp olanca kuvvetleriyle başka bir yöne fırlatıyorlar. O parçaları düştükleri yerlerden toplayıp kendinizi yeniden kuruyorsunuz siz de. Zaman alıyor, bazı parçalar yerine oturmuyor, kafanız hep karışık oluyor, kimi parçaları hiç bulamıyorsunuz mesela vs. Yani biraz yamuk, şekilsiz bir şey oluyorsunuz. 

Huzur bozmak

Şimdi dönüp Mehmet Deniz’in göze batmasına sebep olan ayrıntılara bir daha bakalım: “Tekirdağ İl Müftüsü olarak görev yapan Mustafa Soykök’ün …(kendisini) ziyareti (esnasında), gelenek olduğu üzere Türkiye Diyanet Vakfı bütçesinden yemek ısmarlamak yerine cebinden karşılayarak simit-peynir aldırmak.” Masrafları aynı vakfın “bütçesinden karşılanan toplantılara katılmamak.” “Mesai saatleri dışında ve hafta sonları tarımla meşgul olmak.” “Müftülüğe hizmet aracıyla değil, motorsikleti ile gitmek, normalin üzerinde sade giyinmek.” 

Haberin bir yerinde “Huzur ortamının düzene koyulamadığı” şeklinde bir ifade de var. Bunu anlayamadım. Herhalde, bütün bu davranışlarıyla Diyanet camiasının huzurunu kaçırdığı kastediliyor.

Sanırım bundan gerisine devam etmesem de olur. Zaten ne diyebilirim ki?

Adil Sen’in suç duyurusu dikkate alınır, soruşturma bir neticeye bağlanırsa gerçekleri öğrendiğimizden emin olacak mıyız? İçimden bir his yargı kurumlarına ilişkin müşterek deneyimlerimizin de sözünü ettiğim parçalanma sürecine dahil olduğunu söylüyor. 

Gene de, az şey değil. Diyanet’te örgütlü iki sendikayı da tebrik etmek lazım. Hem Adil Sen, hem Diyanet Birlik Sen çalışma arkadaşlarına sahip çıkmışlar. Yalnız çalışma arkadaşlarına mı? Gerisini söylemek bana düşmez… Belli ki, hiç değilse bu vakada, kendilerini bir araya getiren, din görevliliği denilen mesleğin üzerine oturduğu pek çok şeye de sahip çıkmışlar. Her adalet arayışı, süregitmekte olan bu parçalanmayı durdurmaya, tamir etmeye yönelik bir adım; zulme uğrayanların ya da adaletsizlik karşısında susmayı zulümle eş tutanların, cümlemize; yalnız bugün yaşayanlara değil, çoktan göçüp gitmiş olanlara ve henüz doğmamışlara verdikleri bir armağandır. 

Bu yazıyı yazarken Amasya’daki Büyükağa Hafızlık Kur’an Kursu’nda 20 çocuğun, sipariş edilen pideleri izinsiz yedikleri için dövüldükleri, vakanın çocuklardan birinin doktora gitmesiyle ortaya çıktığı hakkında bir haber daha düştü önüme. Baktım 15’inci yüzyıldan kalma tarihi bir yapı. 1980’lerin başında Kur’an kursu olarak kullanılmaya başlanmış. Hangi cemaatin tasarrufuna bırakıldığını bilmiyorum. Valiliğin yaptığı açıklamada çocukları sıra dayağından geçirenlerden birinin kursun resmi görevlisi bile olmadığı yazıyordu. Peki o adam, yatılı olan bu kurstaki o çocuklara onları dövecek kadar nasıl yaklaşabildi? Diğeri bir çalışanmış ve hemen açığa alınmış. Her ikisi de serbest şimdi. Olayın arka planına biraz bakayım derken bu kurstaki öğrenciler hakkında yapılmış akademik çalışmalara da rastladım. Birinde çocuklara bir anket yapılmış, diğerleri derinlemesine görüşmeler üzerine kurulu. Dersimi biraz daha çalışayım ve haberlerin devamını da göreyim diye sonraya bıraktım bu meseleyi.

Fakat şu kadarını söylemeden bitirmeyeyim. Ne zaman bu tür bir haber düşse gündeme, iktidar mahfili mevzuyu kendilerini yıpratmak isteyen muhaliflerin meseleyi abartmasına bağlıyor. Oysa tıpkı bir müftünün intiharının yarattığı şok etkisi gibi, çocuklara üstelik dini eğitim almak üzere gönderildikleri bu yerlerde reva görülen zulüm yukarıda sözünü ettiğim parçalanmanın müşterek bir tecrübeye dönüşmesine neden olduğu için bunca okunuyor ve ilgi görüyor. 

Siyasi rekabetin bir cüzü olarak iktidar ülkeyi birbirlerine şu ya da bu şekilde benzeyenlerin kendi içlerine kapanıp diğerleriyle zinhar herhangi türde bir etkileşime girmeyecekleri bir atmosfer inşa etti. Muhalefeti oluşturan siyasi partiler de bu zokayı boğazlarına kadar yuttular. Kutuplaştırmaya buldukları çare, sesi en çok çıkanların ezberindeki şarkıyı söylemekten ibaret kaldı. Böyle böyle, AKP iktidarı basbayağı beton bloklarla parçalara ayırdı toplumun yüzeyini. Belli ki bundan başka herhangi bir yöntemle iktidarlarını sürdüremeyeceklerini, insanların birbirleriyle konuşabildikleri, ortak meselelerini serbestçe ve eşit koşullar altında müzakere edebildikleri bir yerde kendilerine yer olmadığını düşünüyorlar. 

Öte yandan 20 yıl tek tek insanların hayatlarında uzun bir döneme tekabül etse bile, bir ülkenin, bir toplumun ortak tarihinde göz açıp kapamak kadar kısacık bir andan ibaret. O yüzden bu tür haberlere verilen tepkiler, tüm bu atmosferin yarattığı parçalanma hissiyatı karşısında yükselen ah sesleri. Yalnız dinden ve inançtan değil, ortak geçmişten kalan ve gündelik siyasi rekabet içinde acımasızca oraya buraya savrulan parçaları toplayıp yeniden şekil verme istencinin işaretleri. Yani bu acı ve öfke dolu itirazlarda bile bir umut var. “Amaaan boşver, kendi ateşlerinde yansınlar” demeyen, ses çıkaran kalabalıklar var hâlâ, her şeye rağmen. Sanki tam burada da düşünmeye, varsa öyle bir ihtimal, gelecek muhasebesine katmaya değer bir şeyler var…  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.