Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Onların çocukları ve bizim barikat

Seçimlerden hemen sonra stand up sanatçısı (hem de en iyilerinden biri bence) Deniz Göktaş Berlin’e geldi. Etkinliğin yapıldığı yerdeydim bir panel nedeniyle. Kaldım izledim. Önceden hazırlamış mıydı, yoksa orada mı aklına geldi bilmiyorum, “Muhafazakâr ailelerin sekülerleşen çocukları”yla ilgili bir şakayı da bıraktı kalabalığın ortasına. Ruşen’in (Çakır) adı da geçti. Güldük hep beraber. Bu çocukların siyasi tartışmada muhafazakâr olmayan ailelerin sürekli hırpalanan çocuklarından daha fazla konuşulmasının acayipliğine dikkat çekiyordu. Hiç de haksız değildi, ama işte ne yaparsınız, zaman da bir acayip. 

Sekülerliği babadan kalma bir miras ya da devletin mabada bastığı bir rahatlık damgası olarak yaşama imtiyazına sahip olmayan çocuklar da var ülkede ve “onların” yani “muhafazakârların” çocukları olarak bilindikleri için hem öz evlerinde yetim ve öksüzler, hem de onlar “yoldan çıkmasın” diye kurulmuş düzeneklerin şiddeti hepimizi yakıyor. 

Zira ülkenin idaresi kendilerinde, muhafazakâr ailelerin muhafazakârlık mesleğindeki işbirlikçisi ve kolaylaştırıcısı olmaları hasebiyle, geriye kalan herkesi iliğine-kemiğine kadar sömürme hakkı gören bir siyasi ekibin elinde 20 yılı aşkın bir zamandır. Ve bu ekip o muhafazakâr evlerin kendileri için belirlediği hayatla yetinmeyen çocuklar dışarıyla temas etmesin diye elinden geleni ardına komuyor. Ebeveyn-cemaat/tarikat-devlet üçgeni arasında kurduğu panoptikon mekanizmanın çalışmadığının da gayet iyi farkında. 

Bu yüzden hayalindeki dindar nesli yetiştirmek için “kendi” çocuklarının temas edebilecekleri her şeyi kafasındaki dine uydurmaya çalışıyor. Dünyayı düzleştiriyor bir nevi. Demir eksikliği çeken çocuk toprak yemesin diye bahçeye beton döken baba gibi bir devlet bizimkisi. Betonun altında kalanlar arasında o çok kıymet verir gibi yaptığı din de var ama önemli değil. Nasılsa onların kendi yararlarına tasarruf edemeyecekleri dinin de ülkenin de manası yok yine onlar açısından. 

İş bu sebeple, iddia ediyorum ki muhafazakâr ailelerin çocuklarının muhafazakârlıktan kaçacak yer ararken açtıkları yeni bir sekülerleşme yolu var. O yol hiç de babadan dededen miras alınan ya da devletin garantörlüğünü kısmen üstlendiği sekülerleşmeye benzemiyor. Dahası yalnız o çocukları ilgilendirmiyor bu yeni sekülerleşme. Kolay değil sekülerliğin hem manası hem içeriği değişiyor. İyiye ya da kötüye gidiyor demiyorum, değişiyor. Nereye gideceğini biraz da bu yeni seküler dalgayla eski sekülerlik(ler) arasında nasıl bir ilişki kurulacağı belirleyecek. Henüz öyle bir ilişki yok yalnız. Her iki taraf da kendini yalnız hissediyor. Eski sekülerlik(ler) haklı çıkmanın acılı onurunu yaşıyor, yenisi akabileceği bir nehir yatağı bulamamanın sıkışmışlığını.

Bu uzun girizgâhın işaret ettiği mevzunun içinden tek başıma çıkamam. Deniz Göktaş (ben de ona takılayım o zaman) dahil olmak üzere en çok da bu mevzuyu duydukça kendilerini ihmal edilmiş hissedenlerin konuşmasına, yazmasına ihtiyaç var. Ben şimdilik vakama döneyim.

Büyükağa Medresesi vakası

Vaka, Amasya’daki bir hafızlık kursunda, dışardan sipariş edilen pideleri idareden izinsiz yiyen 20 çocuğun sıra dayağından geçirilmesi. Olay modern Türkiye’nin en “köklü” hafızlık okullarından birinde gerçekleşiyor. Birazdan o köklerden bahsedeceğim. Bekledim ama bütün hafta başka bir gelişme olmadı. Bildiklerimiz şundan ibaret. Kendisinde, pideleri izinsiz yedikleri için çocukları cezalandırma yetkisi vehmeden 21 yaşındaki Berkay N., binaya getirilen adaklık hayvanları kesmekle görevli bir kasap. Yani, normal koşullar altında, yatılı eğitimin de verildiği bu kurstaki çocuklarla teması olabilecek biri değil. Ama sıraya dizip dayak atabiliyor onlara. Ona yardım eden, yine 21 yaşında bir belletmen var, Tarık D. Çocuklardan biri ertesi gün hastaneye gidiyor. Doktor morluklara bakarak çocuğun darp edildiğini anlıyor ve polise haber veriyor. Polis kurs yöneticileriyle iletişime geçiyor ve güvenlik kameraları izleniyor. Olay tespit edildikten sonra Berkay N. gözaltına alınıyor ama aynı gün adli kontrol şartıyla serbest bırakılıyor. Tarık D.’nin işine de son veriliyor. Amasya Valiliği bir açıklama yapıp adli ve idari soruşturma başlatıldığını söylüyor. 

Ben size söyleyeyim, o çocuk doktora gitmese, doktor işinin ehli ve vicdan sahibi biri olmasa, resmi bildirimde bulunmasa, polis “ya hu doktor bey çocukları bilmiyor musun?” diye geçiştirse bu iş asla soruşturulmayacaktı. Ne yani, hafızlık kursunun yöneticileri polisle birlikte güvenlik kamerasından mı öğrendiler mevzuyu? Gerçekten mi? Hiç biri mi duymadı vücudu moraracak kadar dayak yiyen çocukların seslerini? Nasıl bir okul ki orası duymadılar böyle bir sesi? 

Olayın geçtiği Büyükağa Medresesi Hafızlık Kursu, belli ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) en çok övündüğü dini eğitim kurumlarından biri. Bu nedenle hakkında birkaç akademik çalışma yapılmış. Sıra dayağı reva görülen çocukların kim oldukları, yaşları vs gibi ayrıntıları ararken fark ettim bu araştırmaları. Tamamı, hafızlık eğitiminin nasıl daha iyileştirilebileceğine odaklanmış. Yani dertleri, buradaki çocukların ne yaşadığı ya da yaşamadığı değil. Fakat hemen söyleyeyim, benim derdim de bu araştırmalara akademik bir eleştiri getirmek değil. O belki başka bir yazının konusu olur ama cidden şu anda böylesi bir bakış açısının lüks olduğunu düşünüyorum sadece. Akademik eleştiri kısmı hiç de umurumda değil. Odak noktaları bu olmasa bile, genelde hafızlık eğitimi alan çocukların geldikleri aileler, yaşadıkları koşullar hakkında hayli incitici bilgiler aktarıyorlar. Benim için bu yeterli ve bu nedenle söz konusu araştırmaları birer bilgi kaynağı olarak ele alacağım. 

Büyükağa Medresesi’nin geçmişi hakkındaki bilgileri, Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyeleri Ayşegül Gün, Şuayip Özdemir ve Halil Apaydın’ın birlikte yazdıkları, “Bir İlmi Geleneğin Merkezi: Büyükağa Kur’an Kursu -Hafızlık Eğitimi, Niteliği, Sorunları ve Beklentileri-” başlıklı makaleden özetleyeceğim. Daha sonra bu makaleye, buradaki öğrencilerin toplumsal profillerine bakmak için geri döneceğim. Bu makale 2016 yılında yayınlandığı için, yukarıda aktardığım vakada şiddete maruz kalan çocukların araştırmaya dahil olmadığını tahmin etmek zor değil. Gene de, diğer araştırmalarla bu araştırma arasındaki ortak noktalardan hareketle, profilin üç aşağı beş yukarı burada anlatılanlara tekabül ettiğini tahmin ediyorum. 

Gün, Özdemir ve Apaydın’ın aktardıklarına göre, Büyükağa Medresesi (Kapı Ağası Medresesi ya da Medrese-i Hüseyniyye olarak da biliniyor) 1489 yılında inşa edilmiş ve uzun yıllar eğitim verdikten sonra harabeye dönüşmüş, 1978’de restore edildikten sonra 1980’de (enteresan bir tarih değil mi?) DİB’e tahsis edilmiş. Amasya’nın hafızlık ve müzik eğitimi konusunda önemli bir geçmişi var. DİB de bu geleneği ihya etmek üzere 1981’de bu kursu açmış. 

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Fatih Koca’nın “Amasya Musiki Cemiyeti ve Büyükağa Medresesi’nin Amasya Dini Musikisine Katkısı” başlıklı makalesi, buradaki hafızlık eğitimi ile gene sonradan, Amasya Belediye Konservatuarı olarak ihya edilen Amasya Musiki Cemiyeti arasında da sıkı bir ilişki kurulduğunu söylüyor. Hafızlık eğitimiyle ilgili bütün makaleler, bu eğitimin 28 Şubat sürecinde zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasıyla kesintiye uğradığını, çünkü hafızlık öğrencilerinin yaşının 15’e çıktığını, 4+4+4 sistemine geçilmesiyle birlikte, küçük yaşta öğrencilerin tekrar alınabildiğini aktarıyorlar. Tarikatların hafızlık eğitimleri, özellikle kız çocukları için, 4-5 yaşlarında başlatılıyor. Ancak akademik makalelerde görüşüne başvurulan eğitimciler, hafızlık eğitiminin 8 yaştan önce başlamasında bir fayda olmadığını kaydediyorlar. 

Fatih Koca, Büyükağa Medresesi’nin şehirdeki Kur’an kurslarından seçme öğrencilerin gönderildiği özel bir yer olduğuna da dikkat çekiyor. Dini musikinin önemli simaları bu medresenin öğrencilerine özel dersler vermişler yıllarca. Başlangıçta kendi evlerinde yaptıkları bu dersler, sonra konservatuar çatısı altına taşınmış ve böylece kurumlaşmış eğitim. Bütün bunlar 1980’lerde ve 1990’larda olmuş. 

Kimlerin çocukları?

Hüseyin Algur, Hitit Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2018’de kabul edilen “Hafızlık Eğitimi Alan Bireylerin Motivasyon ve Psiko-Sosyal Durumlarının Din Eğitimi Açısından Değerlendirilmesi” başlıklı tezinde ayrıntılı bir şekilde hafızlık eğitiminin tarihsel dönüşümünü de aktarıyor. Türkiye’nin hafızlık eğitimi verilen önemli şehirlerinde öğrencilerin doldurduğu anketleri analiz ederek yazmış tezini Algur. 

Ona geçmeden yıllar boyunca hafızlık eğitiminin nasıl bir ivme gösterdiğine bakalım. Bütün rakamları vermem mümkün değil. Atlaya atlaya gideyim. 1980-81 eğitim döneminde 181 kız, 575 erkek öğrenci hafızlık belgesi almış. 1996-97 eğitim döneminde kız öğrenci sayısı 1027’ye, erkek öğrenci sayısı 3 bin 549’a çıkmış. Kız ve erkek öğrenci sayılarının birbirlerine paralel bir şekilde artmaması enteresan bir veri. Aslında kız çocuk sayısı daha küçük bir ivmeyle artmış erkek çocuklara oranla belli bir tarihe kadar. Mesela erkek öğrenci sayısında rekor 1998-9’da 3 bin 731’le, kız öğrenci sayısında ise 2000-1’de bin 409’la kırılmış (AKP öncesi dönemi kastediyorum). Fakat gene nasıl oluyorsa bu tarihten sonra kız öğrenci sayısı erkek öğrenci sayısını geçmeye başlamış, hem artış oranı hem de toplam sayı olarak. 

2008-9 yılından sonra bir de “dışardan belge alan” kategorisi ortaya çıkıyor. DİB’e bağlı olmayan tarikat/cemaat kurslarına gönderilen çocuklardır herhalde diye tahmin ediyorum. Sınava girip diğerleriyle birlikte belge almaya başlamışlar. Bu da DİB’in, aslında denetimi altında olmayan tarikat/cemaat kurslarını “tanıma,” legalleştirme ve muhtemelen “yürü ya sofi” deme yöntemlerinden biri. Tezdeki son rakamlar 2014-15 yılından. Bu nedenle 4+4+4 sisteminin, yani zorunlu eğitimin fiili olarak dört yıla indirilmesinin, etkisini yalnızca kısmen görebiliyoruz. O yıl hafızlık belgesi alan kız öğrenci sayısı bin 533, erkek öğrenci sayısı bin 426, dışardan belge alan kız öğrenci sayısı 622, erkek öğrenci sayısı 647. 

Dikkatinizi çekmek istediğim başka bir ayrıntı da Eylül 2011’de yayınlanan 653 numaralı Kanun Hükmünde Kararname ile Kur’an kursları için yaş sınırının kaldırılması. Bu değişikliğin öğrenci sayısını artırmasını beklersiniz değil mi? Hayır öyle olmamış. 2011-12 eğitim yılında 9 bin 486 kursa, 12 bin 185 kız, 7 bin 877 erkek öğrenci giderken, 2012-13 eğitim yılında kurs sayısı 13 bin 051’e çıksa da, kız öğrenci sayısı 11 bin 663’e, erkek öğrenci sayısı 6 bin 825’e düşmüş. 4+4+4 sisteminin getirildiği yılın ertesinde, yani 2014-15 öğretim yılında Kur’an kursu sayısı iki kattan fazla artmış ve 27 bin 576’ya çıkmış. Algur, 2015 itibariyle sadece hafızlık eğitimi veren kurs sayısının 1076 olduğuna da dikkat çekiyor. 18 bin 235’i kız, 16 bin 138’i erkek olmak üzere toplam 34 bin 373 öğrenci hafızlık eğitimi alıyormuş o tarihte. Burayı daha fazla tabloya ve rakama boğmamak için tezin linkini bir kez daha hatırlatıyorum. 

Algur’un tezi için yaptığı ankete cevap veren hafızlık öğrencilerinin yaşları 10 ile 24 arasında değişiyor ve en büyük ağırlık yüzde 51,8’le 15-17 aralığında. 10-14 yaş grubunun ağırlığı ise yüzde 26,5. Kız ve erkek öğrenci oranı da neredeyse yarı yarıya. Ailelerin yüzde 25’i (oranları artık yuvarlıyorum) köyde, yüzde 40’ı ilçe merkezinde, yüzde 34’ü ise il merkezinde oturuyor. Algur, “Köyde oturan nüfusun azalmasına rağmen hafızlık eğitimi alan her dört kişiden birinin ailesinin köyde oturması, hafızlık eğitiminin, yatılı imkânlarından faydalanmak ya da maddi imkânların yetersizliği gibi gerekçelerle de tercih edilmiş olabileceğini akla getirmektedir” diye not düşmüş (119) bu konuyla ilgili olarak. 

Uzunca bir süredir köy okullarının sistematik olarak kapatıldığını, çocuklarını ilçe merkezindeki bir okula göndermenin pek çok köylü aile için büyük bir külfet olduğunu, Kur’an kurslarına ve hafızlık eğitimine giden köylü çocukların bir bölümünün aslında buralarda sağlanan kalacak yer olanağından yararlanmak için bu kurslara gittiklerini de ben ekleyeyim. Algur’un hem kendi araştırması hem daha önce yapılmış bir araştırmaya yaptığı atıf, bu kurslara giden çocukların ailelerinin yoksulluk sınırının bir hayli altında bir gelire sahip olduklarını ortaya koyuyor. Çoğunluğu “serbest meslek”, işçi ve çiftçi çocukları. Babasının din görevlisi olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 10, memur olduğunu söyleyenler de yine yüzde 10 düzeyinde. Yaklaşık yüzde 38’inin babası ilkokul, yüzde 23,5’in babası ortaokul mezunu. Babasının üniversite mezunu olduğunu söyleyenlerin oranı yalnızca yüzde 3. Yarısının annesi ilkokul mezunu, yüzde 24’ünün annesi ortaokul mezunu, üniversite mezunu annelerin oranı binde 5’ten ibaret. Yüzde 11’inin annesi ise okuma yazma bilmiyor.

Hafızlık öğrencilerinin yüzde 68’i hafızlık eğitimi dışında da eğitim alıyor. Yüzde 29,5’inin aldığı tek eğitim (zorunlu ilk dört yıl dışında diye tahmin ediyorum) hafızlık eğitimi. Fakat büyük bir bölümünün devam edilen eğitimden kastı açık öğretim imam-hatip lisesi, ikinci sırada gene imam hatip lisesi var.

Hafızlık eğitimi aldığı kursla ilgili kendisini kaygılandıran bir mesele olup olmadığı sorusuna çok büyük bir bölümü cevap vermemiş. Cevap verenlerin kaydettikleri meseleler, manevi bir ortamın olmaması, ders dışı etkinlik alanının olmaması, eve gitme izni verilmemesi ve fiziksel cezalar… Algur’un kaydettiği diğer araştırmalar da arkadaşlık ilişkilerinin olmayışının, baskıcı ortamın, derslerin ağırlığının ve hocaların sert tutumunun dile getirildiğini kaydediyor. 

Büyükağa Medresesi’ndeki çocuklar

Gün, Özdemir ve Aydemir’in makalesine dönüp, Büyükağa Medresesi’ne gelen öğrencilerin toplumsal profillerine bakalım bir de. 114 öğrenciyle görüşülmüş bu hafızlık kursunda. Yüzde 83’ü ortaokul, yüzde 15’i lise mezunu. Yüzde 54’ünün babası ilkokul mezunu, yüzde 23’ününki ortaokul, yüzde 17’si lise mezunu. Üniversite mezunu baba oranı burada görece yüksek sayılır, yüzde 8. Annelerin yüzde 57’si ilkokul, yüzde 25’i ortaokul, yüzde 6’sı lise mezunu. Yalnızca bir üniversite mezunu anne var. Yüzde 9 sadece okuma yazma biliyor, iki anne ise okuma yazma da bilmiyor. 

Yüzde 28’in babası serbest meslek sahibi, yüzde 26,3’ün babası çiftçi, yüzde 20’nin işçi, yüzde 16’nın memur, geriye kalanlar da emekli ve işsiz. Yüzde 57’sinin ailesi köyde yaşıyor. Geriye kalanlar ise yarı yarıya ilçede ve ilde. 

Büyük çoğunluk kendi isteğiyle geldiğini söylüyor. Geriye kalanlar ebeveyn yönlendirmesiyle gelmiş. İlerde yapmak istedikleri iş sorulduğunda, yüzde 70’i DİB personeli olmayı istediklerini söylemişler. Yani hafızlık kursları, çok eskiden olduğu gibi şimdi de, garantili bir mesleğe tekabül ediyor. Kendi dinlediğim hikâyelerden yola çıkarak bunu çocuk ne bilsin sorusuna cevap verebilirim. Hafızlık eğitimine çocuklar genellikle Kur’an kurslarındaki öğretmenleri tarafından seçilerek gönderiliyorlar. Eğitimcilerin onları özendirmek için kaydettikleri avantajlardan biri de iş garantisi. Düz liseye gitse, üniversiteye devam etse sahip olmayacağı bir avantaj bu. Kız çocukların sayısındaki artışı özellikle bu açıdan ele alırsak meselenin hiç de dışardan göründüğü gibi olmadığını anlarız. Din sektöründeki iş imkânlarının başka sahalarda olduğundan çok daha garantili olduğunu çocuklar çok erken yaşta öğreniyorlar. Aileler, özellikle yoksul köylü aileler (çoğunluğu onlar oluşturuyor hâlâ) aileden birinin hafız olmasının hem garanti gelir hem de çevrede aileye saygınlık kazandıracak bir yatırım olduğunu düşünüyorlar. 

Fakat bu girişim her zaman arzu edildiği gibi sonuçlanmıyor. Gün, Özdemir ve Aydemir’in alıntıladıkları bir başka araştırma, hafızlık eğitimi alanların yüzde 65’inin din görevlisi olmadığını, bir kısmının dindarlık çizgisinden de uzaklaştığını kaydediyor. 

Yapılan farklı araştırmalarda öğrencilerin hafızlık okulundaki boş zamanlarını nasıl geçirdiği de sorulmuş. Genellikle öyle bir zamanlarının olmadığını söylemişler. Kitap okuduklarını, arkadaşlarıyla sohbet ettiklerini, müzik dinlediklerini ve televizyon seyrettiklerini söyleyenler de olmuş (son ikisi eser miktarda). Fakat bilin bakalım ne eksik bu sahnede? Oyun oynamıyor çocuklar. Araştırmacıların bu makalede kaydettikleri iki büyük sebep var: Kursların mekânsal olarak yetersiz olması ve hafızlık öğrencilerinin oyun oynamasının toplumca yadırganması. Neyse ki Büyükağa söz konusu hafızlık okullarından biri değil. Voleybol ve tenis sahaları olduğu anlaşılıyor, tabii 2015 itibariyle.

Yani bildiğimiz manzara

Az değil yüz yıllık bir cumhuriyet. Yüz yılın sonunda köylü çocuklarına önerebildiği şey -arada bazı yollar katedilse de geri dönülmüş olacak ki- çok da değişmemiş gibi duruyor değil mi? Köy okullarının kapatılmasına en çok bundan içerliyorum. O köylerde büyüdüm çünkü. Başka türlü bir hayal ve hayat kurmaya imkân sağlayan bir de televizyon var. Ki bence artık pek var sayılmaz. Başka da bir şey yok. 

Ama gene de görüyorsunuz, önceliği hafızlık eğitiminin iyileştirilmesi olan araştırmacılar da, bu eğitimin hangi koşullarda, kimler için bir çare olduğunu -aslında çaresizliğin ürettiği bir sonuç olduğunu- teslim ediyorlar. Kimi model imam-hatip liselerinin videoları düşüyor arada bir iktidarın reklamı olsun diye, çocuklar robot falan yapıyorlar oralarda. Ama o okullara, Kur’an kursuna gitmezse asıl gitmek istediği okula gidemeyecek olan çocuklar uğramıyor. 

20 çocuğun, izinsiz pide yedikleri için sıra dayağından geçirildikleri hafızlık okulu Diyanet’in en gözde eğitim kurumlarından biri. Ne kadar tekrarlasam az bunu. Bölgedeki dini musiki ve hafızlık geleneğini ihya etmek için o kadar uğraşmış Diyanet. Ama sonunda işi adaklık kurbanları kesmek olan bir gencin çocuklara uyguladığı bu şiddeti engelleyememiş. Çocukların büyük bir bölümü “sizi kaygılandıran bir sıkıntınız var mı?” sorusu karşısında susmayı tercih etmişler. Nasıl susmasınlar ki bu koşullar altında? Ne desinler yani?

Fakat benim aklımı kurcalayan başka bir şey var… Bildiğimiz ailenin ve çocukluğun tarihi, aslına bakarsanız ulus-devletin tarihiyle aşağı yukarı aynıdır. Önceden de aileler ve çocuklar vardı ama ilk kez ulus-devlet projesi, aileyi ana-baba ve çocuklardan ibaret bir ünite olarak tarif edip çocuğun bakım ve eğitiminde yetki/sorumluluk üstlendi. Ulus-devletin bir bakıma “beka” temeli de buydu. Çocuklar kimsesiz kalmayacak, kimsenin olmadığı yerde devlet olacak. Hatta, devlet gerekirse babaya-anaya rağmen çocuğun yanında olacak. Ondan önce çocuk geniş ailenin, mahallenin, köyün büyüttüğü bir varlıktı zira. Ulus-devlet yurttaşlarının refahı ölçüsünde meşru bir yapı olduğu için çocukların bakımı ve eğitimi konusunda sorumluluk alan bir devlet modeli olarak yerleşti ve yaygınlaştı. Kadınlarla ilişkisini de bu yüzden öncekilere göre daha sağlam tuttu. Türkiye’nin neden kadınlara herkesten önce seçme ve seçilme hakkı verdiği sorusuna hep aynı cevabı veriyorum: Çünkü Cumhuriyet’i kuranlar Cumhuriyet’e en çok kimin ihtiyaç duyduğunu biliyorlardı. Şimdi karşımızda kadınlardan ve çocuklardan vazgeçen bir devlet var. Aileyi erkeklerin krallığı ilan ediyor ve çocukları -özellikle yoksul olanları da- kendisine kefalet sistemiyle (önceki yazılarda bahsetmiştim) bağımlılaştırdığı cemaat ve tarikatlara terk ediyor. O cemaatler ve tarikatlar ebeveynle çocuklar ve çocuklarla devlet arasında tampon vazifesi görüyor ve bu sayede etkinlik sahalarını genişletiyor. 

Yalnız benim gözlemlerim değil, yukarıda özetlediğim araştırmalar da bu düzenin din lehine de gelişmediğini, çocukların hafızlık eğitimi bitince kendilerine başka yollar aradıklarını, hatta dindarlıktan da uzaklaştıklarını kaydediyor. Demek ki bu yeni düzen(sizlik), ulus-devletin beğenmedikleri medeni düzenini bozanların istedikleri yönde de işlemiyor. 

Peki ne olacak? 

Bundan sonrası soru: Eski devletin seküler hayat sigortasından yararlananlar, bu cendereden geçen çocukların büyüyüp, kendilerine dayatılan şu hayatı sorgulayıp, çilesini çekip, ondan kurtulup, sonra da onlarla barikatın arkasında buluşmasını mı bekleyecekler? Gerçekten mi? 

Belli ki devlet artık o yönde işlemiyor. O yüzden devlete “Kur’an kurslarını da kapatacaksın, çocuklara daha çok okul açacaksın, din dersi saatlerini azaltacaksın!” gibi komutlar verilemiyor artık. En azından bu komutları vermenin yolu “yok böyle yapamazsın, burası laik bir ülke, anayasamızda da yazıyor bak” demek değil. Bunları söyleyen parti de pek kalmadı aslında. CHP’nin halini görüyorsunuz. İçler acısından bile acı. Dümdüz söyleyeceğim. Midem kalkıyor o tarafa bakınca. Utanç duyuyorum çünkü. 

Yalnızca sosyalist partiler bu konularda açıktan bir şeyler söylüyor. Ama yetmez ki… Geriye kalanların tamamı dindarlık sanki halkın talebiymiş gibi davranmayı tercih ediyor. Hal böyleyken cidden seküler siyasi dayanışma hattı -ki bu hat aslında bütün kurumları ve vaatleriyle ulus-devlet sathıdır- nerede kurulacak? Ulus-devlet dediysem bir “millet” tarifinden falan bahsetmiyorum, haberiniz ola. Bir ülkede yaşayanlarla ilişkisini yurttaşlık hukuku temelinde kurgulayan temel siyasi yapıdan söz ediyorum. Tamam bizim memlekette bu ilişki ve hukuk hiçbir zaman gerçekten kurulmadı ama bir emel olarak vardı hiç değilse. Bu siyasi dayanışma hattı kurulmazsa o emel de yavaş yavaş değil, hızla ortadan kalkacak. Ne kalacak peki geriye? Ev alana yurttaşlık veren devlet, ev alamayanı yurttaşlıktan çıkartmaya başladığında ne olacak? 

Çok merak ediyorum, memleketin seküler cemaatlerinin (var öyle cemaatler) okula gönderemediği çocuğunu Kur’an kursuna göndermek zorunda kalan köylü aileye bir önerisi hiç oldu mu? Dini eğitim verilen bu yerlerde çocuklara uygulanan şiddeti takip eden ve kendinde müdahale hakkı gören birkaç gazeteci ve bir-iki dernek dışında neyimiz var? 

Daha fenası, aile içi şiddeti evdeki erkeğin yetişkin kadına uyguladığı şiddet olarak görme alışkanlığı ne zaman, nasıl biter mesela? Çocuklar babaların malları mı? Eğer böyle görüyorsak o çocukların büyüyünce bizim seküler barikatın arkasına gelmelerini nasıl bekleriz? Yüzümüz olur mu buna? 

Çok “hafif” bir vakadan bahsettim bu defa. Bilerek açmadım yurtlarda yanarak ölen çocukları, tacize, tecavüze uğrayanları, ayaklarından tavana asılanları, falakaya yatırılanları, ceza olsun diye aç bırakılanları. Babasının şeyhinin ‘rüyanda beni görüyor musun?’ diye sorduğu kız çocuğunu anlatmadım mesela. Ortalığa rakamlar, araştırmalar, anketler saçtım ki soğukkanlı bir şekilde oturup düşünelim bunları… Bütün o çocukların o evlerden, kurslardan, cemaatlerden kaçmak için gani gani sebepleri var. Peki barikatın arkasında bizimle buluşmak için tek bir sebep bulabilirler mi? Ama cidden, bütün o çocukların, bütün o çileleri çektikten sonra varacakları yerde olduğumuz “bilgi”si bizim ne işimize yarıyor? 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.