Özgür Özel’in adaylığı, Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları… CHP kurultayı yaklaşıyor. Neler bekliyoruz?
İstanbul’da Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafına uygunsuz hareket yapan lise öğrencisinin görüntüleri sosyal medyada büyük tepki çekti. Gözaltına alınan 17 yaşındaki A.E.S. çıkarıldığı mahkeme tarafından tutuklandı. Bu suçlama huhuken doğru mu?
Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta yorumladı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte yine haftanın öne çıkan olaylarınıkonuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Bugün sosyal medya hesâbımda da yazdım — son haftaların klasik olayı: Siyâsette yaprak kımıldamıyor hakîkaten. Böyle bir ülke için çok az. CHP’de Kasım ayı başında kurultay olması bekleniyor. Özgür Özel adaylığını îlân etti. Geçen haftaki yayında Özgür Özel’in adaylığını konuşmuştuk. Özgür Özel şu sıralar cezâevi ziyâretleri, grevdeki işçileri ziyâret, kongrelere katılmak gibi birtakım çalışmalarda bulunuyor. Görüldüğü kadarıyla, kongrelerden çıkan sonuçta Kılıçdaroğlu’nun önde gittiği söyleniyor. Bu arada Kılıçdaroğlu aday değil biliyorsun, aday gösterilecek ve “mecbûren” kabul edecek. Bugünden bakıldığında da kazanacak gibi gözüküyor. CHP’nin içindeki birtakım kadroları, delegeleri belli bir heyecâna sevk etmiş olabilirler; ama CHP’ye oy veren ya da vermeyi düşünen insanları heyecanlandırabildiklerini hiç düşünmüyorum. CHP’deki bu kurultay nasıl olacak? Mecbûren Kasım ayı başında gidip izleyeceğim. Daha önceki kurultayların hepsinin bir anlamı vardı; bu kurultayın da bambaşka bir anlamı olacak, ama ileriye yönelik ne çıkacak? Açıkçası pek merak uyandıracak bir süreç değil. CHP ile ilgili çok konuştuk, daha da konuşacağa benziyoruz; ama çok da uzatmak istemiyorum. Ne dersin, CHP konusunda söylemediğimiz bir şey kaldı mı?
Kemal Can: Mutlaka kalmıştır, çünkü söylenecek çok şey var. Ama biz seçim öncesinde de, seçim sırasında da, seçimden sonra da çeşitli veçhelerine değindik. “Değişim” diye târif edilen ya da genel başkanın da belirlenmesini içeren, CHP’de yeni yapılanma, yenilenme, değişim etrafında süren tartışmanın, hem genel seçmen açısından, hem CHP’nin kendi seçmeni açısından, hem CHP’nin üyeleri açısından bir fırsat olması mümkündü. Çünkü sâdece seçim yenilgisi değil, senelerdir sürmekte olan bir siyâset yapma zâfiyeti, bir yönünü bulamama, eğer bir şey üretiyorsa da bunun karşılığını bulamama hâli var. Zâten kendilerinin şikâyetleri de bu yönde. Kılıçdaroğlu da, “Biz kendimizi anlatamadık” diyor ya? İyi de, “Bu karşıdakilerin anlamamasından mı kaynaklanıyor, zeminden mi kaynaklanıyor, sizden mi kaynaklanıyor?” konusunu bir önünüze koymanız gerekiyordu. Tamam, seçim yenilgisi sarsıcı bir sonuçtu ve büyük de moral bozukluğu yarattı. Ama bu tür travmaların sonrasında, tâbir yerindeyse “bir şerden hayır çıkartmak” için, bunun etraflı bir tartışmaya, derinlikli bir gözden geçirmeye, her şeyin bir adını koyup baştan konuşmaya bir zemin oluşturması gerekir. Galiba asıl problem, bunun gerçekleşmemesi.
Biraz önce söylediğin gibi Özgür Özel birtakım çalışmalar yapıyor: Kongrelere gidiyor, birtakım sembolik ziyâretler yapıyor, bir “Tutum Belgesi” açıkladı. İmamoğlu aday değil, ama daha önce birkaç yazıyla birtakım temel prensipler târif etmeye çalıştı. Şimdi benzer bir şeyin CHP Genel Merkezi’nde de hazırlandığı söyleniyor. Tüzükle ilgili birtakım çalışmalar yapıldığını da duyuyoruz. Bunların hepsini bir araya koyduğumuzda, kongrenin bayağı etraflıca bir siyâsî tartışmaya zemin oluşturabilecek epeyce bir materyel içermesi beklenir. Ama açıkçası bunun heyecan yaratmaması ya da önce partinin kendi üyelerine, sonra da bütün seçmene yayılan geniş ve katılımcı bir süreç hâline dönüşmemesinin bir sürü nedeni var. Siyâsetin kendi yapılanma biçiminden kaynaklanan sorunlar da var. Meselâ, iktidârın siyâsî alanı daralttığını, siyâseti çok dar bir alanda yapılan teknik bir işe indirgediğini hep konuşuyoruz. Bu sâdece Türkiye’deki iktidârın yaptığı bir şey değil. Uzun bir süredir dünyanın yaşadığı krizin de sebebi bu; siyâset çok dar alanda, çok teknik bir mesele olarak ve profesyonellerin eline kalmış; siyâsî danışmanların, iletişim uzmanlarının, hatta reklamcıların elinde biçimlenen bir şeye dönüşmüş durumda. Dolayısıyla seçmen siyâsetle ilişkisini kuramadığı gibi, siyâset de seçmenin mâruz kaldığı bir şey. Seçim dönemlerinde gelip onların önüne birtakım sloganlar, insanlar, fikir kılığında birtakım mottolar atıyorlar, sonra “Bunlardan birini seç” diyorlar. Onu seçtikten sonra da, “Şimdi çekil git, biz gereğini yaparız” diyorlar. Böyle bir siyâset işleyişi, tabiî ki iktidarda olanların, bugün dünyanın başına dert olan otoriter veya popülist politika tarzının çok istediği ve hep sonuç aldığı bir şey. Buna muhâlif olan kesimlerin de buna îtiraz ettikleri, bundan şikâyet ettikleri doğru, ama oturup bunun alternatifini üretebildiklerini söylemek imkânsız. Hattâ CHP içindeki tartışmalar da, bu siyâsî alanı daraltan, iyice küçük bir alanda sâdece profesyonellerin ve siyâsî elitlerin aktif olduğu, diğer herkesin orada önlerine konulan seçeneklerden birine râzı olmak dışında bir müdâhale biçiminin olmadığı bir zemin yaratıyor. Bu, kırılması gereken bir şey. Bu sâdece bu partilerin kendi değişimini yaşaması, üretmesi ve yeni bir heyecan yaratması için değil, aslında siyâsetin bütünü için gerekli olan bir şey. Dolayısıyla siyâseti değiştirme meselesi, aktörleri değiştirmek ya da parti yönetimlerini değiştirmekle olamıyor. Çünkü siyâsetin zemini değişmediği için; siyâsetin tanımlanma biçimi, siyâset yapma biçimi, siyâsete katılım biçimleri değişmediği zaman o süreç de bir sonuç vermiyor, kendilerini tekrar eden bir şeye dönüşüyor.
CHP kongresi öncesinde çok canlıymış gibi görünen bir fikir tartışması, hattâ sertçe bir fikir tartışması oluşacakmış gibi bir hava vardı; birtakım metinler, birtakım iddialar, birtakım kuvvetli sloganlar üretiliyordu. Ama iş daha somut şeylere, il kongreleri ve peşinden kurultaya doğru ilerledikçe, mesele yine partinin dar koridorlarındaki dengelere, güç hesaplarına, çeşitli iç koalisyonlara sıkıştı ve dolayısıyla ortalama bir seçmenin, hattâ CHP’nin üyelerinin bile buna dâhil olma imkânlarının çok olmadığını görüyoruz. Dâhil olmadığınız bir şeyden de heyecan duymanız çok zor. Ancak 2023 seçiminde olduğu gibi, “Bekleyin, her şeyi tamâmen değiştireceğiz” iddiasına insanları inandırabilirseniz bir heyecan duyabilirler. Ama bunu beceremediğinizde onu da kaybetmiş oluyorsunuz. Çünkü insanları dâhil etmeden, sâdece, “Bana güvenin, beni destekleyin. Ben sizin için bu işi hallederim” diyerek yapılan bir siyâsetin, aşırı vekâletçi bir işleyişin kırılması gerekiyor. Ama bu kongre süreci, tartışmalarıyla da, ortaya çıkan alternatif seçeneklerle de, bu her şeyi yeni baştan konuşmaya başlayacak bir zemini üretir gibi görünmüyor. Bakalım kongreye kadar biraz daha hareket olabilir mi?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Kemal, bu arada, “kongre” dediğin için CHP’liler seni kınayabilir. Halbuki onun adı “Kurultay”, biliyorsun.
Kemal Can: Evet, tabiî.
Ruşen Çakır: Şimdi biraz daha sâhici bir şeylere geçelim. Son günlerde sığınmacılar meselesi acayip bir şekilde gündemde yer almaya başladı. Meral Akşener ısrarlı bir şekilde sığınmacılar mevzûunu dile getiriyor. Meselâ İzmir’de İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayını açıklarken “İzmir’i kokulardan ve sığınmacılardan kurtaracağız” dedi. Diğer yandan iktidar, İçişleri Bakanlığı, ilk kez bu konuda faaliyet gösteren çevrelere karşı operasyonlara girişti. Meselâ geçen hafta ÖZGÜR-DER’in sığınmacılara destek için düzenlediği mitinge karşı çağrı yapan Millî Müdâfaa Hareketi kurucusu Rauf Köse tutuklandı. Onun dışında, birbirinden farklı 27 kişi gözaltına alındı. Bu gözaltına alınan kişiler, sığınmacı karşıtı haber yapan sitelerin ve sosyal medya hesaplarının yöneticileri, editörleri, yazarları. Bayağı bir operasyon yapıldı yani. Erdoğan hem Arap turistlere yönelik saldırılar hakkında hem de sığınmacılar meselesine karşı haberlerle ilgili birtakım açıklamalar yaptı biliyorsun. Aslında bu epeydir sürüyordu; ama ilk defa böyle bir operasyon yapıldı. İlk defa, solcu ya da Kürt medyasından olmayan, bu konuda yazıp çizen birilerinin evleri basıldı, gözaltına alındılar.
Kemal Can: Gerçi bu genişlikte olmamıştı; ama bu “Hudut: Namus” hikâyesi sırasında bir gruba dönük bir şeydi.
Ruşen Çakır: O çok başka bir şeydi. “Eylemdi” diyelim; çünkü orada miting aleyhtârı bir faaliyet vardı. Ama burada, sokakta yapılmış bir eylem yok; sâdece yazılıp çizilenler var ve dezenformasyon iddiası var. Zâten buralarda yazılıp çizilen haberlerin çoğunun asılsız olduğu öteden beri söyleniyordu. Ama aynı anda 27 kişinin gözaltına alınması, gözaltı sürelerinin uzatılması… ki hâlâ sürüyor. Bu akşam bitmesi bekleniyor; ama belki de yine uzatırlar. Bir tutuklama olur mu onu da bilemiyorum. Tabiî bunların hepsinin ayrı ayrı önemi var. Gözaltına alınmaları önemli, tutuklama yapılıp yapılmayacağı önemli. İktidar ilk defa bu konuda daha organize bir şekilde hareket ederek, bunu bir millî güvenlik sorunu, asâyişle ilgili bir olay, bir tehdit olarak algılıyor, bunu görüyoruz. Bir kişi iki kişi olsa belki daha hafif geçilebilir; ama böyle aynı anda beş altı haber sitesinin yöneticisi, editörü olunca, burada bir şey var.
Bir de aklıma Sinan Oğan geliyor. Ne diyor bu yaşananlara acaba? Kılıçdaroğlu kazandığında, yeni kurulacak Göç Bakanlığı teklifi götürüldüğü iddia edilmişti. Aslında Erdoğan da seçim öncesi, “Biz de sığınmacıları ülkelerine göndereceğiz, iknâ yoluyla geri göndereceğiz” diyordu. Ama şimdi bu sığınmacı karşıtı yayın yapan insanların toplu halde gözaltına alınmasının anlamlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir de tabiî Meral Akşener’in, İYİ Parti’nin Zafer Partisi’yle bu konuda bir tür yarışa giriyor olmasının da ayrı bir önemi var sanki.
Kemal Can: “İktidar neden böyle bir şeye kalkıştı?” sorusunun bir sürü cevâbı olabilir. Belki bu konuyu siyâsî gündemde tutma gayretindeki aktörlerin artmış olması, Zafer Partisi’nin yanına İYİ Parti’nin eklenmesi… “Asıl mesele ekonomi. Siyâset hep ekonomi üzerinden gidecek” deniyordu; ama öyle olmadı. Ekonomi gündemde birinci sıraya yerleşebilmiş değil hâlâ. Ama buna karşılık Türkiye’deki sığınmacılar ya da mülteci sorunu, en azından politik aktörlerin gündeme getirmeleri açısından önemli bir başlık olmaya devam ediyor. Bundan bir rahatsızlık olabilir, birtakım çevreleri erken biçimde baskılamak olabilir; ama bir yan faktör olarak da aklıma gelen şeylerden birkaç tânesi: Erdoğan’ın bir süredir hem Batı’da hem de Arap ülkelerinde kaynak arayışı meselesiyle bunun bir ilişkisi de olabilir. Nasıl bir ilişkisi olabilir? Birincisi, birkaç olayda, özellikle bazı Araplara yönelik –üstelik onlar Suriyeli de değil, Arap turistler galiba– birtakım girişimlerin karşısında, Arap medyası ve Arap sosyal medyasında yoğun biçimde bir Türkiye meselesi ya da Türkiye’de bu tür davranışlar üzerine epeyce bir reaksiyon oluştu ya da oluşturuldu. Dolayısıyla şimdi Körfez ülkelerinde, şurada burada kaynak arayışındaki Türkiye’nin, kendi ülkesinde Araplara alerjik bir şeyin çok yükseliyor olması görüntüsünü çok arzu etmeyeceğini düşünebiliriz.
İkinci tarafı ise Batı meselesi. Çünkü bu göç meselesi, Almanya başta olmak üzere, Avrupa’da yeniden önemli bir mesele hâline geliyor. Çünkü Avrupa ülkeleri, bütün engelleme çabalarına rağmen, göçmen baskısını hâlâ üzerlerinde hissediyorlar. Hattâ bu konuda özellikle Almanya başta olmak üzere birkaç Avrupa ülkesinin, yeni yasal önlemler, yasa değişiklikleri getirmeye hazırlandığı yolunda iddialar var. Dolayısıyla iktidar, şimdi Batı’dan da kaynak arayışında, pek çok aktörle ilişkilerini düzeltme çabası içerisinde. O posta koyan, dik duran Erdoğan’dan çok, şu anda herkesle zemin bulmaya çalışan bir Erdoğan görüyoruz. Avrupa için hassas bir mesele olan bu göçmen meselesini, kendi ülkesindeki zayıf karnı olarak göstermeyi çok arzu etmediği ya da belki bu tür meselelerle kendisinin ne kadar uğraştığını göstererek, oradan kaynak temîninde, masadaki pazarlık şansını yükseltmek istediğini de düşünebiliriz. Dolayısıyla bu operasyonların yapılması için gerekli olan iç nedenler kadar, bâzı dış nedenlerin de bu işi tırmandırmaya vesîle olabileceğini düşünüyorum.
Ama bir yandan muhâlefet açısından da şöyle bir şey var: Dediğim gibi, çok ciddî bir ekonomik kriz var, enflasyon hâlâ devam ediyor. Üstelik de, “Üç yılda bu fâiz niye indi, niye çıktı?” diye sorulması gereken bir soru var. Târihin gördüğü en önemli silkeleme hamlelerinden biriyle büyük bir servet transferi yapıldı bu ülkede. Nass diyerek fâiz indirilip, fâiz çıkartılıp, dolar fırlatılıp, dolar düşürülüp, doları kontrol ederek büyük bir oyun döndü. Muhâlefet ise burada, “Vay! İşi bilmiyorlar, liyâkatsizler, ideolojik takıntılar…” deyip meselenin özünü göremedi ya da görse bile bunu bir muhâlefet argümanına dönüştüremedi. Bu yüzden de ekonomi, zâten insanların kendi çektikleri sıkıntıları tekrar muhâlefet aktörlerinin yine insanlara anlattığı kısır bir mülâkata dönüştü. Dolayısıyla aslında çok önemli bir mesele olan bu alanda ve genel olarak demokrasi kaybı ve her konuda gerekli muhâlefeti yapamayan muhâlefet, daha kolay muhâlefet yollarını, kolay tepki devşirebildiği alanlara çekilerek pozisyonunu korumaya çalışıyor. Bu aslında muhâlefeti yükseltmek anlamına gelmiyor; sâdece kendi pozisyonlarını daha rahat ve daha risksiz bir alana taşımak anlamını taşıyor.
Meselâ bu tür operasyonların yapılmasında yine dikkat çekici taraflardan biri, bu konulara giren büyükçe aktörlerin değil, marjinalize edilebilir daha küçük aktörlerin hedef seçildiğini görüyoruz. Dolayısıyla böyle birkaç veçhesi olabilir senin dikkat çektiğin hareketliliğin.
Ruşen Çakır: Türkiye’deki siyâsetin bu durgunluğu içerisinde, bunun önemli bir merhale olduğunu düşünüyorum. Bir de tabiî bu soruşturmaların sonucunda nelerle suçlandıkları ve tutuklanıp tutuklanmadıkları gibi şeylere de bakmak gerekir. Ama bu bir şeyin işâret fişeği gibi geldi bana. Bir tarafta, senin de dediğin gibi muhâlefetin bâzı unsurları bu konunun bayraktarlığını yaparken, iktidârın da şu ya da bu nedenle, iç ve dış etkenlerle bu operasyonları yapıyor olması, aslında yeni bir kavga alanı doğuracak. İktidârın içerisinden sığınmacı karşıtı isimler çıkabilir, muhâlefetin içerisinden de “Bu kadarı fazla” diyenler çıkabilir. Çünkü iktidar, “Sığınmacıların hepsinin başımızın üzerinde yeri var” diyen bir blok değil. Muhâlefet de, “Bunların hepsini hemen yollamak lâzım” çizgisinde değil. Böyle ilginç bir süreç başlayacağa benziyor.
Son olarak şu acayip konuyu da bir konuşalım kısaca. O 17 yaşındaki çocuğun Atatürk’e yönelik yaptığı şeyin videosunu gördüğümde çok canım sıkıldı. Acayip bir şey. Ama tutuklanması da acayip. Tutuklanması, Türkiye’de çok şaşırtıcı değil, açıkçası tutuklanmasına şaşırmadım. Tutuklanmaması gerekiyordu, ama tutuklanmasına şaşırmadım. Burada da kafalar karıştı farkındaysan. Farklı farklı insanlar farklı pozisyonlar aldılar. Ama hukukî açıdan bakıldığı zaman, 17 yaşındaki o çocuğun tutuklanmasının doğru olmadığından eminim. Ama birçok insan, klasik “kelle isteme” pozisyonuna girdi. Zâten olay yine sosyal medya üzerinden patlak veren ve yine de büyük ölçüde sosyal medya üzerinden yürüyen bir olay oldu. Aslında çok da fazla konuşmak istemediğim bir konu; ama bir şekilde görmemezlik de edemeyiz.
Kemal Can: Evet. Ama bu tür olaylar, öyle kendiliğinden gelişmiş bir şey mi, yoksa tam da bu olsun diye kurgulanmış bir iş mi? Bu tür şeyleri iyi süzmek zor; çünkü özellikle sosyal medya üzerinden yürüyen bu tür faaliyetlerde, kendiliğinden saf gelişen şeylerden değil, örtülü organize işlerden daha çok bahsetmek gerekiyor. Giderek böyle bir hal aldı çünkü. Ama burada önemli olan, bu tür meseleler, bu kutuplaşmayı, ilkesel ortak pozisyonlar geliştirmeyi imkânsız kılan, çok dikenli, çok köşeli konular. Bu tür herkesin hassas noktalarına hücum eden provokasyonları çok sık görüyoruz. Daha önce Atatürk heykellerine yapılan birtakım saldırılar, 28 Şubat öncesinde Anıtkabir hâdiselerini görmüştük. Bu tür şeyler, sâhiden bir saldırı biçimini meşrûlaştırmak için mi yapılıyor, yoksa bu saldırı üzerine gelen tepkileri kullanarak başka bir sonuç mu elde edilmek isteniyor? Bunu iyi tartmak lâzım.
Bu tür olaylar karşısında sağduyusunu ve ilkesel tutumunu kaybeden siyâsal ve toplumsal bir vasat oluştuğunu da görmemiz lâzım. Bu tür olayların hepsinde şöyle bir şey oluyor: Bu ister dindar kesimleri kışkırtan beş sene önceki bir şarkı sözünün dine hakaret olduğu iddiasını içererek başlatılsın, ister böyle bir olaydan başlatılsın, taraflar çok kuvvetli bir biçimde sosyal medya güçlerini kullanarak ve aslında devleti aracı ederek, onun tutuklanması, yasaklanması, kaldırılması, ortalıkta görünmemesinin sağlanması talebini, çok meşrû bir şey gibi ortaya atabiliyorlar. Ama burada ilkesel bir şey var: Çirkin olan, yanlış olan, hattâ suç olan bir şeyin bile tanımlanmış, herkesçe kabul edilebilir kovuşturma biçimleri ve bu kovuşturmadan verilecek cezâlar var. Bunların elbette ki görmezden gelinmesi isâbetli değil. Ama her durumda hızla bir tür linç kampanyasına dönüşen ve doğrudan, hemen cezâ isteyen, hani kovboy filmlerinden ya da çizgi romanlardan hatırladığımız “katran ve tüy” cezâsının hemen uygulamaya girmesi, hemen orada bir darağacının kurulması ve tutuklama meselesinde, özellikle tutuklanmanın bir özel cezâlandırma hâline gelmesi. İnsanlar, istemediği bir şey olduğunda, onu yapan insanın tutuklanmasını talep ediyor. Tutuklanma çok özel bir hukukî yöntem. O kovuşturmanın sağlıklı yürümesi için yapılan bir adlî önlemin adı. Bir cezânın adı değil. Tutuklama bir cezâ değil, cezâyı mahkeme veriyor. Bu hapis de olabilir. Ama tutuklama talebi dediğimiz şey başka bir şey.
Dolayısıyla ister Erdoğan’a tweet attığı için tutuklanan yaşı 18’in altındaki çocuk olsun, ister bu olaydaki kişi olsun, burada tutuklamanın tatmin edici şey hâline gelmesi ya da bunun istenen bir şey hâline gelmesi çok sorunlu ve bu şöyle bir vasatı besliyor: Kimse, herkes için geçerli olan hukukî kaideler istemiyor. Sâdece sevmedikleri, istemediklerinin cezâlandırılması ya da yasaklanması için gücünü artırmak istiyor. Bu, her kesime yayılmış bir şey hâline gelmiş durumda.
Ruşen Çakır: Herkes, hukuk devleti olmama pastasından kendi payını almak istiyor.
Kemal Can: Evet. Meselâ kimse, “Ayrıcalıklar bitsin, hukuksuzluk ortadan kalksın, kimse için böyle şeyler yapılmasın” demiyor, ama “Benim istemediklerime yapılsın” talebinin bir hak olarak verilmesini istiyorlar. Bu herkes için geçerli hâle geliyor ve bu çok kötü bir vasat yaratıyor. Bu, problemli bir şey. Dolayısıyla bu meselelerde, lüzumsuz bile gelse bir ilkesel duruşu hatırlatmak gerekiyor.
Ruşen Çakır: Zâten trend topic’lerde hep böyle bir şey var. Bâzen neredeyse haftada 2-3 tâne “bilmem kim tutuklansın” diye hashtag’ler açılıyor. Hattâ bâzıları adını hiç duymadığım kişiler. Ne yapıp ettiklerine bakıyorum, hepsi birbirinden farklı. Kimi zaman Atatürk’e hakaret eden, kimi zaman dine hakaret ettiği söylenen kişiler.
Kemal Can: Bir de onun tersi var: Konser yasaklatmak. Meselâ “O konsere o çıkmasın” hikâyeleri de var. Bu iş iyice, ülkenin voleybol takımının kıyâfetli resimlerinin sorun olduğu ya da bunun sevinilmemesi gereken bir şey olduğu konusunda kampanya yapılabilen bir zemine kadar vardı. Dolayısıyla burada aslında herkesin bu ortak vasata bir katkısı oluyor. O nedenle, birtakım eleştiriler alma pahasına o ilkesel çerçeveyi hatırlatmak gerekiyor. Bu da zahmetli, ama lüzumlu bir şey.
Ruşen Çakır: Evet. Belki bir gün bize de “Kemal Can tutuklansın”, “Ruşen Çakır tutuklansın” hashtag’ı açarlar, belli olmaz. Onu gördüğümüz anda hemen bavulları hazırlamak gerekir.
Kemal burada noktayı koyalım. İzleyicilerimize de çok teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.
Kemal Can: İyi günler.