Ruşen Çakır’ın konukları Prof. Dr. Betül Tanbay ve Prof. Dr. Ünal Zenginobuz: Boğaziçi Üniversitesi 1000 gündür direniyor

Boğaziçi Üniversitesi direnişi 1 Ocak 2021’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanmasıyla 4 Ocak 2021’de başladı. O günden bugüne öğretim görevlileri ve öğrenciler başlattıkları direnişi sürdürüyorlar.

Prof. Dr. Betül Tanbay ve Prof. Dr. Ünal Zenginobuz, Boğaziçi direnişinin bininci gününde kırılma noktalarını anlatıyor. Direniş nereden nereye geldi? Bundan sonra neler olabilir?

Yayına hazırlayan: Cenk Narin

Merhaba, iyi günler. Bugün Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direnişin 1000. günü, tam 1000 gün oldu. Ben de Boğaziçili olarak görüyorum kendimi, her ne kadar mezun olmasam da. Öğrenciler –ama özellikle öğretim üyeleri– çok büyük bir direniş gösteriyorlar ve biz de bu direnişin nereden nereye geldiğini ve bundan sonra neler olabileceğini iki öğretim üyesiyle konuşacağız. Matematik bölümünden Prof. Dr. Betül Tanbay ve ekonomi bölümünden Prof. Dr. Ünal Zenginobuz. Hoş geldiniz. Kolay gelsin. 1000 gün, dile kolay. Başladığı andan îtibâren, “Nasıl olsa sürdüremezler, bir yerde bu iş biter” diye bir hava vardı, öyle hatırlıyorum. Siz de herhalde bunu görüyordunuz. Türkiye gibi bir ülkede, böyle otoriter bir rejimin olduğu bir ülkede, sivil faaliyetlerin, direnişlerin çok zayıf ve genellikle uzun süreli olamadığı bir yerde, ne oldu da bin güne ulaştınız? Betül Hanım, sizle başlayalım.

Betül Tanbay: Bir kere teşekkür etmekle başlayayım. Derdimizi anlatabileceğimiz bir mecrâ olması bizim için çok kıymetli. Çok önemli bir iş yaptığınızı biliyorum; ama buraya gelirken, buraya iki kere daha geldiğimi düşündüm. İlk geldiğimde “Üniversite ve şehir” programı yapmıştık –siz hatırlamayabilirsiniz– Üstün Ergüder ve Cemal Kafadar’la. Üniversite ve şehrin ilişkisi üzerine tartışmıştık. Benim için çok anlamlıydı ve faydalı olduğunu düşünmüştüm. Sonra “Eksik Olan” diye bir programınızda “Matematik ve insan” konusunda konuşmuştuk. Şimdi, buraya gelirken düşündüm ve mutlu değilim buraya geldiğim için, buraya geldiğim konu için de mutlu değilim. Çünkü benim işim bu değil. Ünal’ın işi de bu değil. Topluma hizmet açısından yapmak istediğimiz bu değil. “Bin gündür çektiklerimizi anlatmak olmamalıydı benim işim” diye düşündüm. Şu anda bölümdeki diğer meslektaşlarım, ya bir dahaki makalelerini bitiriyorlar ya araştırma desteği için rapor hazırlıyorlar ya da pazartesi dersine hazırlanıyorlar. Şimdi biz bu ortamda, sanki bir sivil toplum hareketiymişiz gibi, “İki senedir direnişi nasıl götürüyoruz?” diye anlatma durumda kalıyoruz. Lütfen unutmayalım ki, biz işimizin dışına çıkmak zorunda kaldık, işimizi yapamaz hâle getirildik. Bu yüzden de anlatmaya çalıştığımız şey: İşimizi yapamıyoruz. Bunun üzerinde ben bir durmak istiyorum izninizle, bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Beyin cerrahının işi ameliyattır, değil mi? Siz onu buraya çağırsanız, beyin hakkında konuştursanız güzel olur. “Hastâneler neden önemlidir?”, “Niye Cerrahpaşa’yı yıkıntı içinde bıraktınız?” konusunu anlatmak zorunda kalıyor; ama işi o değil, hep bunu hissediyorum. Bir hukukçuyu buraya getirdiğiniz zaman bugün, “Türkiye’de niçin hukuk devleti kalmadı?” diye konuşacaksınız. Halbuki o size, hukukun bir devlet içindeki önemini anlatmak ister, normali budur. Bir kere anormal bir durum içinde olduğumuzu lütfen hatırlayalım. Ben böyle uzattığım için Ünal’ın birazcık sorduğunuz sorudan girmesini ricâ edeceğim. Oradan da devam ederim.

Evet, sizinle devam edelim.

Ünal Zenginobuz: Neden bin gündür devam eden bir dinamizm ortaya çıktı? Çünkü Boğaziçi bir üniversiteydi ve Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan özellikleriyle birlikte bir üniversiteydi. Bu hem öğrencileri, hem öğretim üyeleri için böyleydi ve bu özellikleri sâyesinde Türkiye’nin diğer koşullarıyla da birleşerek gerçekten dünya düzeyinde bir üniversite hâline gelmişti. Türkiye’de diğer üniversitelerin yavaş yavaş ortadan kaldırılma sürecine girdiğini biliyorduk; fakat biz bundan âzâde kalmıştık. Maalesef bize de dokundu ve ortaya çıktı ki, burada öğretim üyelerinin bulunma nedeni, gerçekten bir üniversitede olmaları sebebiyle. Ne demek bu? Üniversite “özerklik” demektir. Üniversite “kendini yöneten” demektir. Neden? Araştırma için, bilimsel bulgu ve değerlendirmeler için özgürlük gerekir. Bu idârî özgürlüğü de kapsar ve biz bunu hâizdik ve Türkiye’de, iddia ediyorum, gerçekten kendi kendini yönetmede örnek teşkil edecek düzeydeydik. Çok mütevâzı maaşlarla insanları çalışmaya râzı eden, dünyanın en iyi okullarında okuyup ondan sonra buraya gelip büyük maaşları teperek kendi birikimlerini öğrencilere, bilime ve topluma aktarmaya râzı eden, burasının üniversite olmasıydı. Maalesef, Türkiye’de otonom herhangi bir şeye tahammülün kalmadığı bir noktadayız. Eğer burası üniversite olmazsa burada olmamızın sebebi ortadan kalkacağı için hâlâ devam ediyoruz biz ve bunun çok sayıda öğretim üyesi arkadaşıma yayılmış olduğunu görmek de beni gerçekten mutlu ediyor. Niye burada olduğumuzun bir ispâtı oluyor. 

Buradan devam edecek olursak, Boğaziçi direnişi ilk günden îtibâren genel kamuoyunun ilgisi çekti. Aslında uluslararası câmiada da yankı buldu; çünkü Boğaziçi’nin dünyaya dağılmış mezunları var. Onlar da bunu gündeme getirdi. Okul olarak da bilinen bir yer olduğu için bayağı bir ilgi oldu. Bu ilginin sonucunda Melih Bulu, ilk rektör olarak atanan kişi de apar topar görevden alındı ve bence bu direnişin sonucu olarak görevden alındı. Toplumun değişik kesimlerinin Boğaziçi direnişine ilgisini, desteğini, bu geçen süre içerisinde bir grafik olarak çizersek, nasıl görüyorsunuz? Hâlâ dinamik bir destek, ilgi var mı? Yoksa kendi aranızda yaptığınız bir direnişe dönüşme riski mi var?

Tanbay: Maalesef çok sorunlu bir dönemdeyiz. Ülkenin sorunları Boğaziçi Üniversitesi’nin yok edilmeye çalışılması değil sâdece ve insanların çoğunlukla morali çok bozuk. Yüzde 70’den fazla gencin ülkeyi terk etmek istediği bir yerde yaşıyoruz. Bugün İzmir’de TEKNOFEST’te açılış yapan cumhurbaşkanımız şöyle diyor: “Gençlerin yoldaşı, yol arkadaşı olmaktan dâima bahtiyarlık duyduk. Hangi görüşe, kökene, hayat tarzına sâhip olursa olsun, bu ülkenin gençleriyle her zaman iftihar ettik. Hiç kimseyi yaşam biçimi, kılık kıyâfeti, inancı, kimliği dolayısıyla ötekileştirmedik.”

Çok güzel, her satırına, her kelimesine katılıyorum. Boğaziçi’nde yaşadığımız bu değil. Niçin Türkiye’nin gençlerinin yüzde 70’i “kapağı atmak” istiyor bir yerlere? Bu korkunç bir şey. Boğaziçi öğrencisi için de bu “kapağı atmak” daha kolay; çünkü dil bilerek, iyi eğitim almış olarak çıkıyor okuldan; daha fazla imkânı olduğu için — bu bizde daha da çok. Bir kere büyük bir fâcia karşısındayız. Hem sağlık konusunda, hem adâlet konusunda, hem eğitim konusunda büyük bir yozlaşma içindeyiz. Ünal ekonomist olduğu için, iktisattan bahsetmeyeceğim; ama ekmek parası sıkıntısı çeken bir toplum içindeyiz. 2021’de bu olaylar başladığında, Ocak’ta, ekonomik kriz bu kadar vahim değildi. Bu kadar çarçur edilmemişti devletin kasası. O yüzden insanlar eğitime vurulan bir darbeye büyük tepki gösterdiler. Bugün sorsanız aynı şey çıkar. Toplum kutuplaştırıldı ve her şey yüzde 49-51 üzerinden Amerikanvâri bir şekilde konuşuluyor epeydir. Referandumlar vs. buna çok katkıda bulundu. Böyle bir toplumda ilk başta anketler yapılmıştı, yüzde 70-80’lerin bize hak verdiği ve anladığı bir yerde yaşıyoruz. Hâlâ bugün bu böyle. Bugün hâlâ bâzı hukukî haksızlıklar bütün toplumun vicdânına sığmış değil. Bunu ifâde etme azaldı; çünkü insanlar çok korkutuldu. Tabiî ki çok haklısınız, “Boğaziçi direnişi” diyorsunuz. Ama ben 35 senelik bir hocayım; ben üniversitenin ayakta kalmasını ve devam etmesine çalışıyorum. Buna “direniş” demeyi bile bir şekilde kendime yediremiyorum, ben direnmiyorum. Ben doğrusunu devam ettirmeye, daha iyisine gitmeyi istiyorum ve birileri gelip bu kötülüğü yapıyor üniversiteye. Demin “örnek” lâfını kullandınız. “Sû-i misal emsal olmaz” diye bir lâf vardı eskiden. Şimdi artık bunun anlamı biliniyor mu bilmiyorum. Herkesin daha iyi anladığı inşaattan örnek vereyim. Meselâ îmar planlarında, o sokakta bütün apartmanlar 3 katlıysa ve bir tânesi 6 katlı yapabilmişse, emsal o olmaya başlıyor. “Misal” dediğiniz şey, iyi örnek alınır, değil mi? Biz kötü örnekten gidiyoruz ve bizim toplum olarak iyi örneğe tahammülümüz yok sanki; toplum olarak demeyeyim de, iktidardakiler diyeyim daha doğrusu. Boğaziçi iyi bir örnek. Bu yüzden bu muameleyi görüyor. “Bir üniversite nasıl olmalı? Liyâkat ne demektir? Hem öğrenci olarak, hem hoca olarak orayı nasıl hak edersin?”in iyi bir örneği. “Kurullar nasıl çalışıyor? Senato nasıl çalışıyor?” konusunda iyi bir örnek. Bugün aynı şey, iş insanlarına yapılıyor. İyi bir iş insanının, vicdanlı bir iş insanının ne hâle getirildiğini dün gördük. Değil mi? İyi örnek yok ediliyor ve kötü örnekler üzerinden devam edilmeye çalışılıyor. Dehşet verici bir durum. Boğaziçi bunun bir sembolü.

Ünal Bey’e de onu sormak istiyorum. Dün biz Kemal Can’la Boğaziçi direnişini konuştuğumuzda, Kemal çok isâbetli bir şey söyledi. Türkiye’nin “akademia”sı üniversiteleri görmezden geldi. “İyi örnek, kötü örnek” diyorsunuz. Türkiye’de her ilde üniversite var, bir ilde birçok üniversite var. Kurum olarak üniversiteler ve öğretim üyeleri büyük ölçüde Boğaziçi Üniversitesi’ne karşı kayıtsız kaldılar. Bu ürkmekten, korkmaktan mütevellit bir şey mi, yoksa başka nedeni var mı? 

Zenginobuz: Maalesef Türkiye’de “üniversite” diyeceğimiz kurum sayısı bir elin parmaklarını geçmez duruma geldi. 206 tâne üniversite var, bir kısmını bir kenara koyuyorum, geri kalanına “üniversite” demek mümkün değil. Orada çalışanlara akademisyen muamelesi yapılmıyor, memur muamelesi yapılıyor. Başlarında bir yönetici var, emrediliyor, onlar da ona uyuyorlar. Boğaziçi Üniversitesi’nde yapmanın doğal olduğu birçok şey, başka üniversiteler için dehşet verici şekilde yabancı. Dolayısıyla bir defa bunu görmemiz gerekiyor. Türkiye’de üniversitelerin özerklik mücâdelesi bayağı ciddî bir şekilde geçmişe de dayanıyor; fakat 12 Eylül’den îtibâren gerçekten kurban edildiler, yok edildiler. Üniversiteyi üniversite yapan 2 özellik: biri kendi kendini yönetmesi, özerkliği; ikincisi de akılcılığın yerleri olması. Bunlar çeşitli şekillerde aşındırıldı. Şu an gerçekten, rektöre, “Böyle olmaz” denilebileceğini düşünen akademisyen çok az kaldı. Dolayısıyla bizi hiç şaşırtmıyor. Şimdi üniversiteler, süreç içerisinde bugün geldikleri noktaya geldi. Biz o süreçte ne yaptık, ne yapmaya çalıştık? Boğaziçi olarak ben çok kötü bir sınav vermediğimizi düşünüyorum. Her zaman ilgilendik. Çeşitli arkadaşlarımız, gruplarımız, üniversiteye olanlar konusunda seslerini çıkardılar; ama maalesef mikro düzeyde yapılanlar ile makro düzeyde, siyâsî düzeyde yapılanları ayırt etmek gerekiyor. Biz Boğaziçi Üniversitesi olarak elimizden geleni yaptık ve aslında bu dâvâyı kazanmış durumdayız; ama üniversite düzeyinde, kendi üniversitemiz düzeyinde. Etrâfa açılıyoruz, bulabildiğimiz öğretim üyeleriyle konuşmaya çalışıyoruz; fakat Türkiye’nin ortamı şu an gerçekten inanılmaz bir durumda. Konuşmaktan korkmak, hukukun eksikliği… bunlar karşısında insanlar tamâmen sinmiş durumdalar. Dolayısıyla bize de… ya üniversite kalacak burası ya da bırakacağız. Daha başka bir şey var mı? 

Dün bir açıklama yaptınız, bininci günle ilgili olarak ve burada korkutucu bir liste var. Bu korkutucu liste, Boğaziçi’ni bilmeyenler için biraz şaşırtıcı gelebilir; ama Boğaziçi’nde az buçuk yaşamış olan, kendisi yaşamasa bile bunu yaşayan tanıdıkları olan insan bilir ki, Boğaziçi sâdece mühendislik, vs. fakültelerinden ibâret değil. Öğrenci kulüpleri, birtakım merkezleri, şunları bunlarıyla, mezunlarıyla çok yoğun ilişki içerisinde olan ve bir yığın kurum ve gelenek üretmiş bir yer. Şu anda bakıyorum önümdeki listeye, o kadar çok şey var ki. İptal edilen birimler, yok edilen, içi boşaltılanlar var… Meselâ “Cinsel Tâcizi Önleme Koordinatörlüğü işlevsizleştirildi” deniyor. Birileri “Yâhu bu ne ki?” diyebilir; ama bu Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan olaylardan birisi. “Yayınevi işlevsizleştirildi” diyorsunuz. Neler yaşadınız o günden bugüne, özellikle Naci İnci dönemiyle berâber? 

Tanbay: Korktuğum soruyu sordunuz. Hangisi en kötü? Aramızda bile karar veremeyeceğimiz kadar sürekli bir kötülük hâlindeyiz. Ben aslında Ünal’dan farklı olarak şaşırmaya devam ediyorum. Şaşırmaya devam ediyorum; çünkü hâlâ şunu anlamış değilim: İlk bu olaylar olduğunda, muhâtabımızın Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu düşündük ve eski dekanlardan, rektör yardımcılarından oluşan ağırlıklı bir ekibimiz bütün partilerden randevu istedi. Ünal, sen de vardın galiba, değil mi? İzin verirsen ben biraz onun hakkında bir şey söyleyeyim. Meclis’te temsil edilen bütün partilerden randevu istendi. Çünkü Boğaziçi siyâsî bir yer değil, Boğaziçi bir üniversite. Bir sürü siyâsî görüşün olduğu bir üniversite. Ben matematik anlatırken siyâset yapmıyorum ve bütün partilerden bu yüzden randevu istedik. Sanıyorum MHP dışında bütün partiler randevu verdi. AKP’nin Grup Başkanvekili Naci Bostancı’ydı o zaman ve Boğaziçi Üniversitesi için, “Orası bizim gözbebeğimiz” dedi. Doğru mu anlatıyorum Ünal? 

Zenginobuz: Evet. 

Tanbay: Şimdi “Gözün bebeğini niçin oyuyorsun?” diye soruyorum. Bu gözbebeğimizi niye oyuyoruz, bunu neden yapıyoruz? Boğaziçi’nin daha kötü bir yer olması kimin menfaatine? Bakın ben üzülürüm, ağlarım. 35 sene gayret verdiğim yerde, kurduğumuz araştırma merkezinin yok olmasına ağlarım; ama kimse kusura bakmasın, başka iş buluruz biz. Çünkü geldiğimiz yere hak ederek geldik; fakat Türkiye büyük bir şey kaybeder. Bizi güçlü kılan şey, bize emniyet veren şey: Geldiğimiz yere hakkımızla geldik. Bizim için söz konusu şey, direniş bile değil. Hakkım olan yerdeyim ve hakkımın karşılığı budur. Hakkımın karşılığı, istihdam yaptığım zaman, bölüme birini aldığım zaman, onu bilmem kaç tâne süreçten geçirmektir. Yeğenini falan alamazsın buraya, öğrenci olarak giremez kimsenin yeğeni buraya. Böyle bir yer burası, ben bununla gurur duydum. Bunun için onda bir maaşlarla çalıştık. Vakıf üniversiteleri biz geldikten sonra patır patır kuruluyordu. Ben okuduğum yerlerde aldığım asistan maaşlarını almadım yıllar boyunca. Ama niye burada çalıştık? Çünkü buraya gelen hak ediyordu ve toplumun her yerinden insan geliyordu bize, her kesimden. Bunu bozmak kimin işine yarıyor? Siz bana soru soruyorsunuz, haklısınız. Ben bu soruyu soruyorum, “Bu kimin menfaatine?” sorusunu soruyorum ve cevap bulamıyorum. Bulamadığım zaman da şaşırıyorum. Bakın, biraz damardan gireceğim ama, bugün atanmış olan rektör, televizyona çıkıyor ve diyor ki: “İki tâne başörtülü hoca aldım” diyor. Ben bu cümleyi duyduğumda inanamıyorum. “Ben akademisyenim” diyen bir insanın kriterlerine inanamıyorum. Ben bunun kadınlara hakaret olduğunu düşünüyorum. Başörtülü veya başörtüsü olmayan kadınlara hakaret olduğunu düşünüyorum. Ben oraya saçlarım uzun diye girmedim. Oraya başka biri başörtülü olduğu için girdiğini duyduğu zaman ne düşünüyor acaba? Orada olmaktan rahatsız değil mi? Ben rektör olsam ve size gelsem desem ki: “Bu hafta 4 tâne bıyıklı aldım üniversiteye”. Ne düşünürsünüz? Hayır, hakîkaten soruyorum, böyle bir istihdam şekli yok, böyle bir şey yok. Biri dese ki: “Siz bu üniversiteyi hak edip, belli bir yerden geldiği için alınmayan birini gösterin” dese, o zaman varım, onu tartışırım; ama böyle bir şey yok. 

Yanılmıyorsam, sizin özel olarak bir sorununuz da oldu değil mi, idârî anlamda. 

Zenginobuz: Evet. Ben Melih Bulu atandığında Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü olarak yakalandım ve o çerçevede senato üyesiydim. Ayrıca senato tarafından seçilmiş, Boğaziçi Üniversitesi Yönetim Kurulu üyesiydim. Sosyal Bilimler Enstitüsü müdürlüğüm bitiyordu ve ben ekonomi bölüm başkanlığına dönüyordum; fakat o noktada yakalandım ve maalesef bütün toplantılarda ve o kurullarda karşı karşıya kaldık. Tabiî, muhâlif olmak büyük bir tepki çekti. Özellikle Naci Bey’in atanmasından sonra üniversite yönetim kurulunda bir yıl kadar gerçekten üst kurullarda yapılmaya çalışan tahrîbatla neredeyse savaştık … Bu tahrîbâtı çok kısaca ben özetleyebilirim: Bir kişi totaliter bir şekilde yukarıdan emir verecek ve bu, hayâta geçirilecek. Yabancı gelmiyordur, Türkiye’ye benzer bir çerçevenin mikro düzeyde uygulanması için bir çabaydı bu. Burası, özgür düşüncenin hâkim olduğu, liyâkatla girilen, öğrencilerin liyâkatla öğrenci oldukları, kendilerini buldukları, özgür bireyler olarak kendi toplumlarına ve dünyaya hizmet eden kişiler olarak yetiştirildikleri bir yer. Bunları ben lâf olsun diye söylemiyorum, bunlar ispatlı şeyler. Bunu ücretsiz olarak yapıyorsunuz. Türkiye’deki herkesi sunuyorsunuz. Bu kadar eşitlikçi bir kurum yok Türkiye’de. Liyâkata da bu kadar dayanan bir yer yok. Ben bunlara karşı durdum ve biz bir yıl buna karşı savaşabildik üst kurullarda. Sonra baktılar olmuyor, 3 tâne dekanı YÖK –ki ben YÖK’e karşı gerçekten teessüflerimi defalarca bildirmek istiyorum– hiçbir dayanağı olmayan bir şekilde 3 tâne dekanı görevden aldı. Böylelikle 5-5’lik üniversite yönetim kurulu dengesi bozuldu ve 8-2 hâline geldik. Biz 2 kişi, numûne olarak kaldık ve savaşmaya devam ettik. Bu arada da benim ekonomi bölüm başkanlığım sırasında da, dışarıdan atanan ve maalesef ne üniversite ne de akademik nosyonları bakımından Boğaziçi’yle hiç ilgisi olmayan bir dekanla çeşitli konularda karşı karşıya geldim. Bunun sonucunda da bir noktada –bana değil, bana yapabilecekleri bir şey yok– etrâfa dehşet salmak için beni görevden aldılar. 3 ay uzaklaştırdılar ve okula sokmadılar. Murat Gülsoy’u şimdi sokmuyorlar, o emekli oldu. Beni sokmadıkları gibi, e-postamı kapattılar, araştırma yapmama engel oldular, tez öğrencilerime engel oldular — bunların hepsi yasadışı. Hakkımda toplam 10 tâne açılmış soruşturma var. Sonra bir 3 ay daha uzattılar. Bunu niçin anlatıyorum? Bunlar sâdece bana yapılmadı, başka arkadaşlarımız da var. Amaçları: Rektör söyleyecek, herkes yapacak. Bunun olmadığı bir yer maalesef Türkiye’de şu an iktidârı çok rahatsız ediyor diye düşünüyorum. Merkez Bankası da böyle. Bir şekilde kontrolleri altında olmayan bir şey olmayacak — ki bu üniversiteyle çok çatışan bir şey. Beni 6 ay sonunda iâde ettiler göreve. Çok ciddî tepki çekti. Öğretim üyesi arkadaşlarım, bölüm arkadaşlarım, Türkiye’deki iktisatçılar, dünyadaki iktisatçılar destek mesajları yayınladılar. Gerçekten çok müteşekkirim o bakımdan; ama tabiî hiçbir şey dinlemiyorlar. Olay büyük ölçüde Türkiye düzeyinde siyâsî bir noktaya geldi ve seçimlerin sonucundan sonra maalesef çok korumasız kalmış durumdayız. 

Tanbay: Şunu söyleyebilir miyim? “Merkez Bankası” dedin, aynı soruyu tekrarlayacağım, “Kimin menfaatine?” konusu. Türkiye çok ciddî bir ekonomik krizde, bunu herkes biliyor. Herkes kabul etmeyebilir, ama herkes biliyor. Bu ekonomik krizden kurtulmak için, “Bundan sonra rasyonel davranacağız” diyen bir bakan atandı. Bu bakan, Merkez Bankası’na 4 kişilik bir ekip aldı. Hepsi Boğaziçi mezunu. Şimdi soruyorum: Boğaziçi bunları yetiştiren bir yer. Böyle bir kaynak kalmayınca kime yarayacak bu? Bunu ısrarla soruyorum.

Peki şimdi şunu soracağım. Sizin –“top sâhasında” diyeceğim; eskiden top sâhasıydı benim zamânımda– oradaki fotoğraflarınızı her gün görüyoruz; ama bu bir boykot değil, okul sürüyor. Bunu merak ediyorum. Betül Hanım, bütün bu süreçte, bin gün boyunca Boğaziçi, bütün idârenin, eski rektör, şimdiki rektör vs. onların yaptıklarına rağmen hâlâ varlığını eskisi gibi sürdürüyor mu? Açıkçası okula hâlâ en yüksek puanlı çocuklar mı geliyor, yoksa ilgi düştü mü? Derslerin kalitesinde, mezun olan çocukların, öğrencilerin daha sonra gidebildikleri yerlerde vs. standartta nasıl bir durum var?

Tanbay: Bir kişiyi atamakla, onun yanına da 2 tâne yardımcı bulmakla bir yer öyle kolay bozulmuyor. Bir hastâneyi hastâne yapan şey sonunda doktorları ve cerrahları olduğu gibi, bir üniversiteyi üniversite yapan şey üniversitedeki –yani bunu kendi kendimize söylemek zorunda kalmak beni utandırıyor– hocaları, yani biziz. Biz hâlâ oradayız. Biz, orada olduğumuz sürece, Boğaziçi’nin iyi bir yer olarak devam etmesi için gayret içindeyiz. İnanılmaz baltalanıyoruz. Elimizdeki bütün kurullar, ekipler, çalışma ekipleri… Ve kadrolaşma yapılıyor; hiçbir hukuka uymayan, hiçbir akademik ilkeye uymayan istihdamlar yapılıyor. Şimdilik elin parmakları 10’la 20’yle sayılıyor, biz 600-700 kişiyiz. Biz, hâlâ biziz; ama bu kişiler girdiği zaman, tabiî ki aynı kalitede eğitim vermelerine imkân yok. Zâten onlara da sesleniyorum: Akademik kariyer uzun bir çalışma ister, hak etmek ister, ama herkes yapabilir. Herkes Boğaziçi’ne girebilecek bir hoca hâline gelebilir. Bunu yan yollarla, yeğeni olarak, arkadaşı olarak değil, dümdüz çalışarak yapmak gerekiyor. Onları ona dâvet ediyorum bir kere her şeyden evvel. Bu şekilde genç insanların, akademik kariyerlerini böyle ucuza satmamalarını tavsiye ediyorum. Şu anda etkileri çok büyük değil. Ben devamlı sorduğunuz sorulara cevap vermiyorum, farkındayım, ama o kadar doluyum ki. Bir yerde dolu olduklarım çıkıyor, kusuruma bakmayın. Şimdilik devam ediyor. Üniversite puanları öyle kolay düşmez. Bizim hukuk fakültesi bir günde kuruldu, hukuksuz bir şekilde kuruldu. “Boğaziçi’nde hukuk fakültesi olsun mu?” konusu uzun bir tartışmadır ve o tartışmanın sonunda, bizim belli sebeplerle yapamayacağımız karârını aldığımız bir şeydir. Bu değişmez mi? Değişir, ama içeriden değişir, programlar hazırlanarak değişir. Bir gün bir kişi, Resmî Gazete’ye imzâ attı diye hukuk fakültesi kurulmaz. Böyle bir şey olmaz. Bakın bir sene dekanı vardı, bir yerlerden geldi, devamlı televizyonlardaydı. Yok oldu, değil mi? Ben “Bululaşma” diyorum buna. 

Zenginobuz: Naci Bey oranın da dekanı, fizikçi.

Tanbay: Boğaziçi öyle bir etiket ki, hukuk fakültesine giren öğrenci de geçen sene iyi girdi. İnşallah bu açtığımız haklı dâvâlarla yerine oturacak üniversite. Bu açılmamış olması gereken yerler, gerektiği yere gelecek ve o zaman, o aldığımız kıymetli öğrencileri biz yine pırıl pırıl çocuklar olarak çıkaracağız, merak etmeyin. Belki hukuk fakültesi mezunu olmayacaklar, başka bir şey olacaklar; ama biz o üniversiteye pırıl pırıl çocuklar almaya devam edeceğiz. 

Bu konuda sizin bahsettiğiniz bir hususu Ünal Bey’e de sormak istiyorum. Geçenlerde “Büyük Göç” diye bir dizi yaptım. Bayağı sayıda, 70-80 kişiyle, genellikle Batı ülkelerine yakın zamanda gitmiş insanlarla röportajlar yaptım. Çok çarpıcı sonuçlar var ve “beyin göçü” diye söylenen –aslında iyi bir tâbir değil o, ama neyse– giden iyi eğitimli, meslek sâhibi ya da meslek sâhibi olmaya aday insanlar… çok ilginç, meselâ Almanya normalde Boğaziçi mezunlarının gittiği bir yer değildir. Boğaziçi mezunları İngiltere, ABD, Kanada gibi İngilizce merkezli yerlere gider. Almanya’da, Münih’te sanırım, bir WhatsApp grubu var Boğaziçi’nin. Grupta yaklaşık 300 kişi var ve bunların çoğu, yarıdan fazlası, 2018 ve sonrası mezunu. Sonra ben birkaç tâne gençle konuştum. Yüksek lisansa gidiyorlar Almanya’ya. Genellikle de temel bilimlerden, matematik, fizik, kimya gibi ya da mühendislik gibi ya da bilgisayar gibi yerlerden; ama gittiği andan îtibâren dönmemek için gidiyor. Eskiden çok kişi –ben de biliyorum– meselâ yurtdışına doktora yapmaya falan gittiğiniz zaman, aklınızda herhalde Boğaziçi ya da ODTÜ vardı, değil mi? Artık gençler yüksek lisansı kaçışın yolu olarak görüyor. 

Zenginobuz: Bu dehşet bir şey. Böyle, kesinlikle böyle. Nefes almanın imkânsızlaşmaya başladığı bir ortamı var Türkiye’nin. Şimdi Boğaziçi’ni de böyle yapmak, bu gidişâtı daha da hızlandırdı. Şimdi, Türkiye’nin her tarafından, en ufak ilçesinden çalışarak Boğaziçi’ne girebiliyorsunuz. 

Bunun bir örneği benim. 

Zenginobuz: Bu gerçekten böyleydi. Herhalde Türkiye’nin en demokratik dağılmış öğrenci popülasyonuydu burası. Şimdi Boğaziçi hâlâ iyi öğrenciler alıyor; çünkü diğer okullar o kadar kötü ki. Çok iyi vakıf üniversiteleri var; onlara rağmen Türkiye’nin en iyi öğrencileri yine Boğaziçi’ne geliyor. Neden? Çünkü Türkiye’de gelir dağılımı da inanılmaz kötü. Vakıf üniversitelerinde aldığınız simit bile daha pahalı. Üstelik öğrenci durumunun dağılımı farklılığı da iyi öğrencileri Boğaziçi’ne çekiyor. Fakat artık tek amaçları yurtdışına gitmek oldu. Boğaziçi’nden bağımsız bir dinamik bu; ama Boğaziçi’nin bu hâli de buna eklendi. Üstüne, öğrenciler gerçekten şu an nereye gittiklerinden bağımsız olarak Türkiye’den kaçmak istiyorlar ve ben onlara bir şey diyemiyorum artık. Daha önce, öğrencileri –özellikle liseden sonra–, “Gitmek yerine ilk önce burada okuyun, sonra master’a gidersiniz; çünkü buraya geri geleceksiniz” derdim; artık bunu diyemiyorum. Gerçekten liyakâtın kaybolduğu, özgür hissetmenizin çok zorlaştığı zamanlardan geçiyoruz. Hukuk yok, dün de bunu gördük. 40-50 tâne dâvânın parçasıyım ben. Her gördüğümüz hukuksuzluk için dâvâ açtık. Hiçbir şekilde sonuç alacağımıza inanmasak bile, yine de hukuka inancımızı kaybetmek istemiyoruz. Aldığımız sonuçlar var. Boğaziçi Mezunlar Derneği kampüsten çıkarıldı, 2 tâne yürütmeyi durdurma karârı var, idâre uygulamıyor. Emekli öğretim üyelerimizi kampüse sokmuyorlar; mahkeme bunu iptal etti, yürütmesini durdurdu. Yine sokmuyor; sokar sokmaz, ertesi gün tekrar bir karar çıkartıyor ve etrafından dönüyor.

Tanbay: Çok affedersin, bir devlet üniversitesi rektörü, mahkeme karârına uymama cesâretini nasıl gösterebiliyor, nasıl olabilir bu? Olamaz. İktidar böyle bir şey talep edemez. İnanılır gibi bir şey değil bu. Arabanın yanında poz verir mi bir rektör? TOGG’un yanında poz verip tweet’ine koyar mı? Böyle bir şeyi bir akademisyen yapar mı? Türkiye’de metodik olarak mesleklerin îtibarları yok edildi. “Terörist” dendi, “sözde aydın” dendi, devamlı hakaret edildi. Doktorlar dövülüyor bugün, “Eskiden dövemezdik” deniliyor, doktorlar dövülüyor. Mafyadan bir insan çıkıyor, hukukçu için, “Ben ona ev aldım, apartman aldım” diyor. Bizim duyduğumuzda en îtibar gösterdiğimiz mevkiler için… Yargıtay, Danıştay, Sayıştay… Bunlar bizim dokunulmaz gördüğümüz, meslekten dolayı îtibarı olan bir şeydi. Bunlar 3 kuruşa satılıyor, nasıl satılabiliyor? Kusura bakmayın, ben hâlâ şaşırıyorum bunlara. “Îtibar” güzel bir kelimeydi, “ayıp” güzel bir kelimeydi, anlamlı bir kelimeydi. “İftirâ” da utanılacak bir şeydi, değil mi? Bütün kavramlar gitti. Öyle bir yere geldik ki, “îtibar”, “ayıp”, “günah”… bunları unuttuk.

Zenginobuz: Bakın, bana 6 tâne disiplin cezâsı verdiler. Bunu verenler rektör yardımcılarından oluşan bir kurul. Hem suçlayan, dâvâyı açan savcı, karar veren ve de uygulayan bunların hepsi aynı kişi. Şimdi bunlar iptal ediliyor, bunu da uygulamamak için neler yapacaklar acaba? Gerçekten, inanılması güç bir pervâsızlık içerisindeyiz. 

Pervâsızlık çok iyi bir lâf gerçekten.

Zenginobuz: Ben bâzen “Profesörüm” demeye çekiniyorum. Çünkü ben çok doçentlik sınavlarına girdim. Ortaokul, lise mezunu olamayacak kimseler doçent oluyor, profesör oluyor ve üniversitelerde gençlerin kafalarını mahvediyorlar. Şimdi Türkiye’nin üniversite gerçeği de bu. Şimdi Boğaziçi’ni de buna benzetme sürecine girdiler. Bunları söylemek zorundayım ve bu maalesef 1-2 jenerasyon düzelmeyecek. Gençlerimizi kaçmakta çok haklı buluyorum.

Tanbay: Bu negatiflik üstüne bir şey diyebilir miyim Ruşen? Hep Ünal’la bunu konuşuyoruz. Ben onu karamsar buluyorum. “Güneş balçıkla sıvanmaz” lâfından gideceğim. Gençlik şu anda yurtdışına gidebilir, çok kıymetli insanlar da gidebilir; ama bu toprakların gerçekten bir özelliği var. Bir tâne büyük problemi var: Deprem bölgesi olmak. Ama jeolojik olarak müthiş bir yer. Anadolu ve Rumeli’nin buluştuğu müthiş bir yer. Bu yere gelecekler, iki nesil sürmeyecek. Biz hebâ olmuş olabiliriz; daha doğrusu ben hebâ olmadım, 35 sene çok mutlu çalıştım Boğaziçi’nde. Yaptıklarımızın öyle pervâsızca, terbiyesizce, hukuksuzca… Budapeşte’den İsrail’e matematiksel bilimler üzerine araştırma merkezi yoktu, bizim Türkiye’de kurduğumuz dışında. Belli konularda çalışanlar var, ama her matematiksel bilimler konusunda çalışan yoktu; bunu kurmuştuk Boğaziçi’nin içinde, özerk bir yerdi. Ertesi gün seminerimiz varken –nasıl ki dün konferansımız sabah iptal oldu; yani duyurulmuş konferans, akademik konferans sabah iptal oluyor– varken, anahtarı değiştiriliyor ve merkeze giremiyoruz ve dünya altüst oldu: Herkes yazıyor, Dünya Matematik Birliği, Avrupa Matematik Birliği, 14. Louis zamanında kurulmuş Fransız Akademisi yazıyor: “Yapmayın, oradaki tek merkez, hepimiz için bölgedeki en önemli yer” diyor. Cevaptan utanırsınız. “Evet farkındayız, orası birtakım insanlar tarafından işgal edilmiş. Soruşturma yapıyoruz, yok öyle bir yer” diyor. Düşünün, koca Fransız Akademisi’ne, bilim akademilerine bu yalanlar anlatılıyor ve zannediyor ki yutturuyor bunları. Halbuki bir yerde acıyorlar.

Yavaş yavaş toparlayalım, bayağı konuştuk. Demin Ünal Bey’in bir yerde söz ettiği seçimle ilgili meseleyi sormak istiyorum size. Birçok kişi Türkiye’de seçimleri bekledi. Gezi tutukluları bunu bekledi, birçok kişi bunu bekledi, Barış Akademisyenleri bunu bekledi ve Boğaziçi de bekledi anladığım kadarıyla. Son seçimler bir mîlât olabilirdi Türkiye’de, olmadı. Ruh hâlinize, öğretim üyelerine falan bir etkisi herhalde olmuştur bunun.

Tanbay: Şimdi şunu söyleyeyim: Türkiye’de ne şartlar altında seçim yapıldığını falan biliyoruz ama, bırakalım bunları, ben bir dâvette bulunacağım izninizle: Hem “Gezi” dediniz, “gençler” dediniz, hem “Boğaziçi” dediniz. Aslında bütün sorunlarımızı çok güzel özetlediniz. Şimdi 100. yıla giriyoruz 29 Ekim’de. Bu Cumhuriyet, seçimden beklediğim sonuçları verenlerle vermeyenlerin, değil mi? Bu Cumhuriyet sâdece benim değil ve benim gibi düşünenlerin değil. Bu Cumhuriyet hepimizin olduğuna göre, bir kere daha seçilmiş ve iktidârı elinde bulunduran insanlardan ben bugün bizi duymalarını ve “Hakîkaten burada büyük bir beceriksizlik ve kötülük yapılıyor” demelerini istiyorum. Bir saniyedir bunun düzeltilmesi. Boğaziçi’ni biz 3 ayda adam ederiz, bunu söyleyeyim. Bir yandan Gezi –söylediğiniz için söylüyorum– bütün toplumun vicdânına hiç sinmemiş –en son Ankara’ya giderken bir AKP milletvekiliyle berâber döndüm, tesâdüf–, herkes tarafından suçsuz olduğu bilinenlerin hayâtını söndürmek yerine, bir genel afla gençliğe seslenelim. Birlikte yaşayacağız burada. Bu topraklarını özü budur ne ben sizsiz ne siz bensiz yaşayamazsınız. Yok böyle bir şey. Onun için, bu gerçeği kabul edip, sembolik bir genel af îlân edelim. Bu utandığımız Yargıtay karârının üstüne çıkalım ve Boğaziçi’ni de böyle rezil etmekten kurtulalım, çok zor değil bunlar. Bundan kurtulabiliriz ve Türkiye, hakîkaten açılır, rahatlar, emin olun. Ben bunu ricâ ediyorum.

Evet, bu güzel bir final olabilir; ama Ünal hoca, bu bağlamda ne söylemek istersiniz? O afişi gösterin artık. 

Zenginobuz: Bin kere söyledik gerçekten: Bu tür hoyratlığı, bu pervâsızlığı, bu üniversiteyi yok etmeyi, gençlere özgürlükle umut veren yerin ortadan kaldırılmasını, bize düşman hukuku uygulanmasını, sanki Türkiye’nin düşmanlarıymışçasına bize muamele yapılmasını kabul etmedik, etmeyeceğiz. Burası bir üniversite; üniversite olmayacaksa burada biz de bulunmayacağız. Vazgeçmeyeceğiz, sonuna kadar mücâdelemizi sürdüreceğiz. Bu, akademisyenler olarak topluma karşı bir görevimiz. Maalesef akademisyenlik hâlâ var. Bu tür kavramlar boş kavramlar değiller. Bunlar, bizi yetiştiren ülkeye bizim borcumuz ve biz bu borcu ödeyeceğiz, görevimiz bu. Umarım yöneticilerimiz bunu kaale alırlar. 

Evet, çok sağ olun. Prof. Ünal Zenginobuz ve Prof. Betül Tanbay’la 1000. günü konuştuk. Biz de vazgeçmeyeceğiz size destek vermekten. Bu, damarlarımda Boğaziçi kanı olmasından ibâret değil; bu tür kurumlara Türkiye’nin ihtiyâcı var, bunların içinin boşaltılmasına karşı sizin verdiğiniz mücâdele çok takdîre şâyan. Umarım dedikleriniz gerçekleşir ve Cumhuriyet’in 100. yılını hep birlikte kutlama imkânımız olur. İzleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz bizi izledikleri için. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.