Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Müge İplikçi yazdı: Kavşak

Düşünün Antalya’da mutlu bir Hollandalı

Bu sloganımsı cümlenin anlatacaklarımla pek bir ilgisi yok. Ancak ilgisizlik, tutarsızlık ve saçmalık o kadar tavan yapmış durumda ki günümü bu cümleyle taçlandırmak istedim.

Bendeniz uzun yıllar bir üniversitede görsel iletişim alanında çalışmış, kendini öğrencilerine adamış ve fazla yaşlanamadan işine son verilmiş meczup bir akademisyenim. Son olarak Antalya Film Festivali’nin iptal edilmesine o kadar şaşırdım ki kendimi o hızla caddelere attım. Bir kavşak bulsam, rahatlayacaktım sanki. Buluşma noktalarıdır ya kavşaklar belki o yüzden. Buluşursak… Ah bir buluşsak… Bir kavşak lazım bana. Zira kafam dumanlı, zihnim karışık, gözlerim miyop, kalbim kırık, sözcüklerim dilsiz. Kısaca Türkiye insanıyım. Bereket cebimde hâlâ peynir ekmek alacak param var. Valideden kalan iki daire de sağolsun! Birinde ben yaşıyorum diğerinde kiracı. Kiracı demeye bin şahit ister, o ayrı konu… Dairelerimizde mutluyuz. Ya da iki hafta öncesine kadar mutluyduk. Onların da ömrü kentsel dönüşüm denen gayya kuyusunda sona ermek üzere. Kiracıya, adı Emin, gidip haber verdim demin. Onun durumu da benden beter. İşaret diliyle “Çıksan iyi olur Emin” falan deyince ağlamaya başladı. “Birlikte yaşayalım Yaşar” diyor. O kadar çaresiz yani. Bana gelince… Yok, bana gelmeyelim. Konumuz kavşak ya, oraya gelelim. Bir akademisyen geleneği bu: Konudan sapmayacaksın. Analitik olup devam edeceksin. Tamam. Emin, şimdilik kalsın. İstikamet: kavşak.

Bu şekilde ilerliyorum. Bir diğer yandan Osman Kavala’ya verilmiş ağırlaştırılmış müebbet cezasını düşünüyorum. Tecavüzcülerin, hırsızların iki dakikada serbest bırakıldığı bir ülkede ağırlaştırılmış müebbet cezasının varlığını düşünüyorum. Hani nefesi kesilir ya insanın… Nefesi kesilmek ne kelime; ben bir anda dilsiz oldum dilsiz. Konuşmaktan vazgeçtim, konuşmasam daha iyi demiş olmalıyım kendi kendime. Bunu ne zaman kendime dikte etmiş olabilirim? Boğaziçi talan edilirken mi? İşime son verilirken mi? Rektörden gelen o zavallı mektubu, gözlüksüz bir şekilde çözmeye çalışırken mi? Ya da annemin ölüm döşeğinde bana yeminler verdirerek “Bu ülkeyi asla terk etmeyeceksin Yaşar, yoksa sana sütümü helal etmem!” cümlesini bir rüya cümlesi olarak hatırlarken mi? Annemin cılız ellerini tutuşum esnasında içimden “merak etme anne” deyişim. Sonra annemin fersiz gözlerinde kendi çocukluğumun umutlarını görmeye çalışırken annemin son nefesini kendi nefesimmiş gibi verişim… Bu esnada mı dilsiz kaldım ben? Hem dilsiz, hem miyop, hem işsiz, hem, hem işte böyle. Kısaca, yaşayan ölü.

Yine de rotadan şaşmamalı. Bir kavşak aramalı, hatta bulmalı. Orada herkesle buluşmalı, herkesi kucaklamalı. Saat başına ders ücretinin sudan ucuz olduğu ülkede, nasıl mutlu bir hoca olunur ya da kalınırdı, onu hesaplamalı, bölüp çıkarmalı. İfade özgürlüğüne hangi kavşak dayanır onu sormuyorum bile. O kerrat cetvelimizde yok. Hiç olmadı.

Kavşak

Bunları düşünürken meğer kavşağa varmışım bile. Demek bedenim ruhumdan önce varmış oraya. Düşüncelerimden, tasalarımdan önce. Adımlarım, analitik dünya görüşümü hiçe saymış, bakış açımdaki nesnellik somut ve hazin gerçek karşısında erimiş, hayalim beni çoktan terk etmiş ve ben kavşağın ortasında kalakalmışım! Hani konudan hiç sapmayacak olan sessiz sözlerim? Ya Emin? Ya Emin… Onu da evde bırakmıştım üstelik. Kentsel dönüşümü, Emin’in işsizliğini, akşam bizim balkonda tek taraflı sessiz demlenmelerimizi, onun “Yaşar Abi nedir bu halimiz; böyle böyle yaşlanıp gidiyoruz” diye yakınmalarını, alt kattaki yaşlı ev sahiplerinin bitmek bilmez dedikodularını ve siyatik ağrılarını, suların azalmasını ve bir gün tümden susuz kalacağımız gerçeğini, hatta şu mutlu Hollandalı’yı… Hepsini geride bırakmış ve kavşağa odaklanmıştım. Oradaydım işte! Nihayet.

Kavşağa ve çöllüğüne odaklanmıştım ki… Onun görüntüsüyle irkildim! Gerçeğin yalın haliydi. Son beş yılın rengi ve sesi. Gürültüsü ve insafsız heybeti.

“Önüne bak!”…

Bense dilsizdim. Dilsiz ve sessiz. Kadersiz ve kimsesiz. Kavşaktayken bile kavşaksız.

Abartma Yaşar.

Bilim abartmayı sevmez. Hatırla.

Bir motosikletti bu. Kasksız bir motosikletçi, döküntü motosikletiyle sol dizime milim kala durmuş yüzüme bakıyordu şimdi. Benden habersiz, kirli tekerleği ile dizim arasında tuhaf bir bağ kurulmuştu. Tereddütlü, şefkatle depresyon arasında gidip gelen bir bağ. Yüzüne dönüp baktığımda motosikletçinin siyah gözlerinde dehşete dair en ufak bir şey göremedim. Gençten bir oğlan, kafasında canlandırdığı tipten birine, daha açık söylemek ve dürüst olmak gerekirse, bir hıyara, öylece bakıyordu. Öğrencim olacak yaşta biriydi. Hiç yaşamadığım ve yaşamak istemediğim gençliğim gibiydi. Olup bitene ilgisizliğiyle göz dolduran bir hali vardı. Pervasızlığındaki özgürlük, vurdumduymazlığındaki kendinden eminlik, benim gibilerin ona olan yabancılığı, hatta vatan hainliği, ne yaparsam yapayım ömrüne ömür katacak kadersizliğim, gönlüne göre hareket edişindeki hız, tüm yolların hakimiyetinin onda olduğuna dair şüphesiz inanç, dualarının ona yer açtığı yaşam, kentin hafriyatının ruhunda gezinen anahtar kimliği, her şey için her şey olan sağduyusuzluğu ve elbette bana sarfettiği kinci (ve ikinci) cümlenin sahibiydi o!

“Heyyy babalık, kavşakta karşıdan karşıya geçerken önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakacaksın” dediğindeki zafer sarhoşuydu. Bütün suçları bana yıkan anın kahramanı. Hatta kurtarıcım. Öyle ya ramak kala durmuş ve beni; Yaşar’ı yaşama bağlamıştı. Minnettar olmalıydım ona. Duacısı olmalıydım. Beni sen yarattın cümlelerini de bekliyor olabilirdi.
Bitmiştim.

Derken o levhayı bulanık da olsa gördüm. Vay anasını! İşte nihayet bulmuştum. Kavşağın hikmetiydi bu. Motosikletçi ters yoldaydı; kavşağa girilmez noktasında.

Hemen kendimi toparladım. Önce cılız bir uğultu çıktı genzimden. Bir gıcık. Öksürmeye çalışırsın da çıkmaz ya, öyle bir şey. Sonra tükürüğüm girdi araya. Onu da yuttum. Bir gölgeli ses, bir inilti, bir hırlama ve derken üzerimdeki çaresizlik büyüsü zokayı yutarcasına, kader çizgimde kayboldu. Ve ben bir kavşakta, yorgun dizi bir tekerleğe yaslanmış olan akademisyen eskisi, ruhu geçkin, içi tükenmiş olan o gariban, kendi küllerinden doğmaya çalışan bir anka kuşuydum artık. Yaşar’dım. Evet evet böyle yaşardım… O yüzden, birazdan söyleyeceğim cümlenin ahengine uyan damağımı iyice gererek yıllara meydan okurcasına karşımdakine seslendim:

“Ters yola giren zat, ukalalığını kendine sakla!”.

“Kimsin sen be!” En son bu cümleyi duydum ondan.

O da bunu benden:

“Kim olacağım ulan! Antalya’da mutlu bir Hollandalı.”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.