Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın konuğu Esat Arslan: Küresel çağda Müslüman olmak

Kur’an ve sünnette islamofobiyi doğuran sebepler neler? Kur’an’ın toplumsal değerleri evrensel mi ve moderniteyle barışık mı? Kur’an’a göre cihat niye yapılır? Kur’an İslami teröre izin verir mi? Kur’an çağımızda Hıristiyan, Yahudi, ateist ve agnostiklerle dostça bir yaşam kurmaya izin verir mi? Kur’an çağdaş feminist hareketi destekler mi? İslam dünyası seçkin bir medeniyet kurabilmek için Kur’an’ı ve sünneti nasıl anlamalı?

Ruşen Çakır, konuğu Esat Arslan ile değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler. Stüdyoda konuğum Esat Arslan. Bilenlerin çok iyi bildiği, bilmeyenlerin çok olduğu, ama özellikle İslâm üzerine çok yenilikçi, değişik, eleştirel görüşleri olan ve kendini İslâmcı olarak tanımlayan bir isim Esat Arslan. Kendisiyle “Küresel çağda Müslüman olmak” başlığı altında birçok konuyu konuşacağız. Hoş geldin Esat.

Esat Arslan: Hoş bulduk, sağ olasın Ruşen Abi.

Sen kendini İslâmcı, hattâ radikal İslâmcı olarak tanımlıyorsun; ama ben senin görüşlerini bilen birisi olarak bu tanımların çok da isâbetli olmadığı kanısındayım. Bakalım izleyicilerimiz ne diyecek?

Arslan: Radikal İslâmcı şu demek: Kur’an diye bir otoritemiz var: Allah’ın kelâmı. Bir de Hazreti Muhammed’inörnekliği var, insanlığa barış getirsin diye. Kur’an ve Hz. Muhammed’inörnekliği, otorite olarak, başucu kitabı olarak bize yeter. Bunu söylediğiniz zaman,Avrupa’da, Amerika’da, Hindistan’da, Çin’de adınız “Radikal İslâmcı”dır. Ben Kur’an’ımı da çokseviyorum; 17 yıldır deli gibi okuyorum. Hz. Muhammed’in hayâtını da hadislerini de deli gibi okudum. Ben buna hâlâ sımsıkıinanıyorum. Nâdir kalan insanlardan biriyim, ama ben böyle tanımlıyorum kendimi. 

Evet, ama İslâm konusunda, dünyada, Batı dünyasında da, İslâm ülkelerinde de, meselâ Türkiye’de veya başka yerlerde de çok ciddî eleştiriler, korkular var. Hattâ buna genel olarak İslamofobi deniyor. Bunu dile getirenler, İslamofobik olduğunu düşünen insanlar da genellikle Kur’an’a ve bâzı âyetlere, bâzı sûrelere, hattâ İslâm târihinin birtakım anlarına gönderme yapıyorlar. Bu nasıl oluyor?

Arslan: Şöyle söyleyeyim: Kur’an’ın ve sünnetin, bu çağımız için gelenekten intikal eden yorumlanma şeklinin, Batı ve Doğu dünyasında muazzam bir korku, hattâ muazzam bir nefret doğurmasını çok haklı görüyorum. Bizim geleneğimizin usûlü, geleneğimizin tefsiri, fıkhı, hadisi çok güzel bir Endülüs barışı, çok güzel bir Osmanlı barışı yarattı. Horasan’da muhteşem bir rönesans yaşattı. Fakat geleneğimizin yöntemleriyle Kur’an’a yaklaştığımız zaman, bugün IŞİD’den başka bir İslâm türetemiyoruz. Yani yeni bir vizyona ihtiyâcımız var. Marshall Hodgson İslâm’ın Serüveni diye üç ciltlik çok güzel bir kitap yazdı. İslâm’a da çok sempatiktir. Bizim İslâmcılar da çok sever onu. Hodgson, kitabın sonunda, “İslâm âlemi, Abbâsîler dönemindeki, Osmanlı Endülüs dönemindeki gibi yine yeryüzüne yön verecek bir uygarlık yaratabilir mi?” diye bir soru sorar ve der ki: “Yaratabilir; ama önce Kur’an’a, Peygamber’in yaşamına, tasavvufa, sünnete, yani İslâm’a dâir yeni bir vizyon geliştirmesi lâzım.” 

Sana İslamofobiyi doğuran etmenleri sayayım, ne kadar haklı olduğumu göreceksin. Şu anda sâdece Avrupalılar, Amerikalılar değil, bizim kendi gençlerimiz nefretle İslâm’dan çıkıyor ya; onlar da tamâmen bunlardan dolayı çıkıyor. Ben sana bir bir sayayım bunları. Hepsi Kur’an’dan, sünnetten belli bir yöntemle türetilen şeyler. Yani Kur’an’dan, sünnetten çıplak bir gözle türetilen şeyler değil. Tefsir usûlü, fıkıh usûlü, hadis usûlü diye belli bir yöntem var, o gözlüğü geçiriyorsunuz gözünüze, size bu söylediğim şeyler görünecek.

Nedir onlar?

Arslan: Söyleyeceğim. Ama bu gözlüğü çıkar başka bir gözlük tak, bambaşka şeyler görünecek. O bambaşka görünen şeyleri de sayacağım. İslamofobiyi doğuran etmenleri sayayım şimdi: “Hırsızın elini kes. Allah söylemiş.” “Bulduğun müşriki öldür. Ateist agnostiği. Allah söylemiş.” “Yahudi, Hıristiyan cehennemlik.” “Tevrat’ı, İncil’i bozmuşlar. Tevrat ve İncil saçmalık.” “Yahudi ve Hıristiyanlar yaşamak istiyorlarsa ikinci sınıf olduklarını kabul edecekler.” “Dört kadınla evlenebilirsin. Erkek kadının otoritesini kabul edecek. Gerekirse kadını dövebilirsin. Kadını tesettüre sokup evine hapsedeceksin.” Kadına bakış açısı bu. “Cihad” diye bir şeyimiz var, hayâtın en yüksek gâyesi. “Kiliseleri câmi yapacaksın, bunun için kafa kol keseceksin.” Cihad Kur’an’da hayâtın en üstün gâyesidir bir de. Cihad etmeyene Müslüman denmez; bu çok nettir. Eh şimdi, cihadı ettik, Fransa’yı fethettik, köle câriye edindik bunları; buna da izin var. Orada istersen köleleri hadım edebilirsin haremine. Câriyelere de tecâvüz edebilirsin. Gelenekte bunun da yeri var. 

Başka ne var? “Mürtedi öldür, eşcinseli öldür, zinâkârı öldür. Resim ve heykel şirk; Tanrı’ya eş koşma. Müzik, resim, roman, sanat, tiyatro, sinema, dans… Bunlar şeytan işi, pislik, bunları bırak.” Eh, hayâtın zevki, çeşnisi bunlar. Meselâ Fransa şarapsız düşülebilir mi? Almanya birasız düşünülebilir mi? Bir de içince sapıtmıyorlar; çok da efendi efendi içiyorlar. “Bunlar da şeytan işi pislik. Bunları bırak.” Yine hayâtın çeşnisi, satranç, tavla, briç, poker. Kumarbaz olmadıktan sonra bunlar da hayâtın zevki, eğleniyorsun. “Bunlar da şeytan işi, pislik. Bırak bunları.” Bir de, “Allah’ı hiç sorgulamadan, ne diyorsa körü körüne itaat edeceksin.” Ta’abbüdîlik deniyor buna. Böyle bir Allah tasarımı var. Eh ondan sonra bir de kelime-i şehâdet getiriyorsan, en büyük günahları da işlesen cennetliksin. Kelime-i şehâdet getirmiyorsan, dünyanın en erdemli, en fedâkâr, en idealist, en ahlâklı adamı bile olsan ilelebet cehennemdesin. Cennet de maşallah 100 tâne hûrî ile dolu pornografik bir cennet. Cehennemde de Allah kaynar suyla irin yedirerek filan işkence ediyor. Bugün türetilen İslâm bu. Yani geleneksel Müslümanım diyen, gelenek taassubu gösteren ortalama Müslümanın anladığı şey bu. 

Bugün niye zarar vermiyor? Çünkü kolu kanadı kesilmiş, hareket etmesine izin verilmemiş, tırnakları sökülmüş, onun için zarar veremiyor. Ama siz bir gelenekçi âlime, “Tamam, dünyayı sen yönet” dediğiniz zaman bunları yapmak zorunda. Vicdânını karıştırmazsa, aklını karıştırmazsa, bunları yapmak zorunda. Bunlar karikatür değil, hepsi gerçek.  

Bir de Hz. Muhammed diye bir adam var. Bu adam da 40 yaşına kadar ümmî ya; yazıp okumayı bilmeyen bir zır câhil. Kırk yaşındayken bir anda Cebrail geliyor, ona bu saçmalıkları anlatıyor, Hz. Muhammed de 40 yaşından sonra çıkıp Mekkelilerle kavga ediyor. Kavga sebebi de, “Tek Allah’a mı tapacağız, 360 puta mı tapacağız?” Bir de, müşriklerin özelliği, hoşgörülü bir toplum olmaları; Yahudisi var, Hıristiyanı var, bütün müşrik putları reddeden Hanîfleri var. Sanat var, şiir var, müzik var, heykel var, felsefe var. Bunların hepsini kaldırıyor. Ondan sonra da –bu tek Allah’a taptık ya–, namaz kılacaksın, oruç tutacaksın, hacca gideceksin, salavât getireceksin, evrad ezkâr yapacaksın. Bütün hayat bunun üzerine kurulu. Bir de bu uğurda kan döküyor ve evleniyor. 

Şimdi böyle bir İslâm, böyle bir Kur’an, böyle bir Muhammed’in olsa, böyle bir dinle ortaya çıksan, biraz akl-ı selim düşün, vicdanla düşün, temiz kafayla düşün, kendini bir Avrupalı’nın, Fransız’ın Alman’ın yerine koy, sen böyle bir Kur’an’dan, böyle bir peygamberden nefret etmez misin? 

Ama diyorsun ki “Olay böyle değil”.

Arslan: Olay bambaşka. Olay şu: Ben sana bizim iyi hadisçilerimizin çok iyi bildiği fakat anlamını kavrayamadıkları bir hadisi söyleyeyim: Hz. Muhammed bir dostuna, “Bir gün zaman gelecek, Kur’an ilmi kaybolacak” diyor. Dostu şaşırıyor, diyor ki: “Ya Resûlullah. Biz Kur’an’ı deli gibi okuyoruz. Çocuklarımıza da deli gibi okutuyoruz. Nasıl kaybolacak bu ilim?” Peygamber de şaka yollu, “Ya sen ne kadar ahmak bir adamsın. Bak, Allah’ın kelâmı Tevrat Yahudilerin elinde değil mi? Elinde. Ama onlar Tevrat nâmına, hurâfe, bâtıl, saçma sapan şeylere inanmıyorlar mı? İnanıyorlar. Bizim dinimiz de aynen böyle olacak” diyor. 

Burada bir parantez açayım: Osmanlı’yı kuranlar, Ahî Evran’lar, Hacı Bektaş’lar, Şeyh Edebali’ler, o çağın koşullarında temiz ve doğru bir İslâm’ı anıyorlardı; bunları anlamıyorlardı. Endülüs medeniyetini kuranlar, o çağın koşullarında akıl, vicdan, gönül ve vahiy barışını kurmuşlar, onlar, benim bu dediğim gibi anlamıyorlardı; onlar orada barış yaratabiliyorlardı. Ama bugün, bütün bu geleneğin meyveleri yendi, uygarlıklar meyvesini verdi, çürüdü, elimizde bunun çürümüş hâli kaldı.

Bu söylediklerin meşhur Asr-ı Saâdet okumasını andırıyor. Yani bir “Saadet Asrı” vardı, oraya dönmek isteniyor. Ama bu modern çağda oraya dönmek nasıl olacak? Burada çok ciddî bir sorun var. Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir çağda, İslâm dünyası bütün evrensel gelişmelere nasıl ayak uyduracak ve oradan moderniteyi de aşarak nasıl….

Arslan: Ben “Asr-ı Saâdet”le ilgili bir şey söyleyeyim: Bizim Kur’an’la sünnetle ilgili problemlerimizin en büyük kaynağı, Şiîler’de de, Sünnîler’de de Selefîler’de de Hâricîler’de de olan Selefîliktir. Selefîlik de kabaca şudur: “İslâm’ın, Kur’an’ın, Allah’ın ideallerinin en mükemmel yaşandığı dönem, Peygamber ve dört halife dönemidir” dediğiniz zaman, bunun başka çözümü yoktur. “Asr-ı Saâdet”, İslâm’ın ideallerinin en ilkel yaşandığı zaman. Hz. Peygamber dostlarına, “Mescitte önünüze tükürmeyin, yere tükürün. Burnunuzu, sümüğünüzü temizleyeceğiniz zaman gömleğinizin koluna temizleyin” diyor. Ben mescitte tükürebilir miyim? Bana “vahşi” dersiniz. Böyle vahşi bir toplum. Bu, İslâm idealinin en ilkel yaşandığı dönemdi. Ama bu, o dönemi hor ve hakir görmek demek değil. Çünkü o dönemde, o yerel ve târihsel koşullarda, İslâm’ın evrensel ve çağlar üstü idealleri tezâhür etti ve 7. Asır Bedevî toplumunu o çağın görebileceği çok mükemmel bir toplum hâline getirdi. 

Bunu şöyle mukayese edin. Bizim ilâhiyatçılarımız bunu yapmaz; bilmezlerdi. Antik Yunan demokrasisi ve kültür devrimi, Roma Cumhuriyeti ve Roma’nın muhteşem o Cumhuriyet mîrâsı… Antik Yunan ve Roma’da da kadınlar ikinci sınıf. Kölelik diye bir şey var. Yanlışlar da var. Ama çağdaş bir Batılı hiçbir zaman bunlardan dolayı Antik Yunan mîrâsını, mûcizesini, Roma Cumhuriyeti’ni hor ve hakir görmez. “Onlar yerel ve târihseldi. Ama o yerel ve târihselliğin üzerinde tezâhür eden evrensel ve çağlar üstü idealler var. Biz o ideallere bakalım” der. Siz Peygamber’i ve dört halife dönemini, yerelliği, vahşiliği, ilkelliği içerisinde, o kısıtları “Onlar o çağın kısıtıydı” diyerek, Muhammed ve dört halife dönemi için “O çağda tezâhür eden evrensel ve çağlar üstü hakîkatler nedir?” diye sorarsanız, o zaman siz Roma mîrâsından da, Cumhuriyet mîrâsından da, çok üstün siyâsî değerlerin, çok üstün iktisâdî değerlerin, çok üstün kültürel değerlerin, kadına verilen değerin çok daha üstün bir mîrâs olduğunu görebileceksiniz.

Onların üzerinden teker teker geçeceğiz.  

Arslan: Bununla ilgili son bir şey daha söyleyeyim. Hegel’in Hz. İsa ile ilgili söylediği muhteşem bir şey var: Hz. İsa “Hepimiz Tanrı’nın çocuklarıyız. Birbirimizi buna göre sevelim ve buna göre bir toplum yaratalım” dedi. Hegel, “Hz. İsa’nın bu mesajının kemâle ermesi ancak ve ancak Fransız İhtilâli’nin özgürlük, eşitlik, kardeşlik sorularından sonra oldu” diyor. Ben de diyorum ki: Hz. Muhammed’in başlattığı devrimin kemâle ermesine belki 50 yılımız, 100 yılımız var.

Şimdi bunları başlık başlık saydın, ama ben birtakım hususları sormak istiyorum. Meselâ geçen hafta stüdyoda İhsan Eliaçık’la bir yayın yaptım ve kendisine şunu hatırlattım: Yıllar önce, Süleyman Ateş Hoca’nın, İslâmî Araştırmalar Dergisi’nde “Cennet kimsenin tekelinde değildir” başlığı ile bir tefsiri çıkmıştı. Burada Hıristiyanlar ve Yahudileri kastediyordu. İslâmî câmia, bu yazıya bile tahammül edememiş ve hocayı bayağı linç etmişlerdi. İhsan Eliaçık’a bunu sorduğumda, “Ben daha da ileri gidiyorum: Yahudi ve Hıristiyan olması da şart değil. İyi, dürüst ve âdil olan herkes cennete girebilir. Buna deistler, ateistler, agnostikler de dâhil. İnanç bir ölçü değildir” diye cevap vermişti.  

Arslan: Çok doğru söylemiş. İnsan, ahlâkî temizliğini, erdemini koruduğu ve hakperest olduğu sürece, Kur’an’a göre her insanın yeri cennettir. Bunun Kur’an’da temelleri var, ben bunu kendimden uydurmuyorum. Kur’an’daki temellerini söyleyeyim. Zâten şuradan karışıyor: “Allah her günahı affeder, bir tek şirki affetmez” diye bir şey var ya. Bunu okuyan şöyle anlıyor: Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resulullah demezsen, ilelebet cehennemliksin, öbür bütün günahlarını affeder. Nisâ Sûresi’nde iki yerde geçer bu âyet. Bağlamından ve pasajından kopuk okunarak böyle bir hüküm çıkarılıyor. O âyeti öncesiyle ve sonrasıyla berâber okuduğunuz zaman orada söylediği şey şu: Yahudilerle bir kavgadır bu. Nisâ Sûresi Yahudilere der ki: “Kadınlarla eşitsiniz bunu kabul edeceksiniz”. Yahudiler de, “Bunun Allah’tan geldiğini bile bile kabul etmeyiz” diyorlar. Buna “şirk” diyor. Yani Allah’tan geldiğini bile bile bir şey yapmadığın zaman şirktesin, yoksa kelime-i şehâdet getirmediğin zaman değil. 

Kur’an’daki kategorileri söyleyeyim: Mümin kategorisi var, kâfir kategorisi var, münâfık kategorisi var, müşrik kategorisi var. Bunları işletmişiz, bunları biliyoruz zâten. Ama Kur’an’da bir de Fetret kategorisi vardır. Yani dinî mesajın, İslâmî mesajın hakkıyla anlaşılmadığı, hakkıyla anlatılmadığı, İslâm namına yoz, yobaz, hurâfe şeylerin anlatıldığı bir fetret dönemi. Fetret dönemindeki insanlar ateist olabilir, agnostik olabilir, din düşmanı olabilir.  Çok samîmî söyleyeyim: Ben Turan Dursun’un bir şehit ve cennetlik olduğuna inanıyorum. Haklıydı onun din düşmanlığı; çok yoz, yobaz bir İslâm’a saldırıyordu. Bu Fetret dönemi insanı, temiz ahlâkını koruduğu, hakperest olduğu sürece affedilir ve yeri cennettir. Fetret kategorisinde bu kullanılmamış.

İkincisi, A’râf kategorisi vardır, A’râf Sûresi’nde. A’râf kategorisinde hak ve bâtıl meydana çıkmış. İslâm’ın hakkı meydana çıkmış, bâtıl da ortada. Fakat bu insanların kafası karışmış; ne hakkı kabul edebiliyor ne bâtılı, ama iyi niyetli. A’râf Suresi “Bunlar da cennetlik” diyor.  

Üçüncü kategori de Hanîf kategorisi. Bu da hiç işletilmedi; doğru anlaşılmıyor. Hanîf deyince “tek Allah’a tapmak” diye anlıyor. Halbuki Hanîf, Müslümandan farklı bir kategori. “Hanîfen Muslimen” diye geçer ayrı kategoriler olarak. Hanîf kategorisi şudur. Hz. İbrahim’in babası ona mitolojik bir hurâfe öğretmiş; kafası darmadağın olmuş. Mitolojik hurâfeleri reddetmiş. Sonra, hakîkati arıyor. Önce yıldıza tapıyor, “Benim tanrım bu” diye. Tanrı o değil, bu bâtıl bir şey. Ama samîmîyetle hakîkati arıyor. Yıldızın hakîkat olmadığını öğreniyor. Sonra Ay’a tapıyor, Ay’ın hakîkat olmadığını öğreniyor. Sonra Güneş’e tapıyor, onun olmadığını öğreniyor. Sonra tek Allah’a ulaşıyor. Bu kategoriye Kur’an Hanîf kategorisi diyor. Yani samîmîyetle, hakperestçe, doğruyu arayan bir insana Kur’an müşrik demiyor, kâfir demiyor, Hanîf diyor. Hz. İbrahim yıldıza taparken ölseydi, Allah onu cehenneme koyar mıydı? Ay’a taparken ölseydi cehenneme koyar mıydı? Koymazdı. Bu Fetret kategorisi, Hanîf kategorisi, A’râf kategorisi, bizim kelâm geleneğimizde, İslâm düşünce geleneğinde çok cılız işletilmiş. 

Ama burada şöyle bir husus var: İhsan Eliaçık’ın o söylediklerine gelen tepkilere baktığım zaman, hem kendisini dindar olarak tanımlayanlar hem de kendisini ateist olarak görenler, hep birlikte Eliaçık’a, “Olur mu öyle şey?” diye tepki gösterdiler. Kendisini ateist olarak gören, “Zâten ben cennete inanmıyorum” diyor. Diğeri de birtakım âyetlerle, “Allah’a îman etmeyen hiç kimse cennete giremez” diye çok net konuşuyor.

Arslan: Gelenekçilerimizin sıkıntısı şu: Bir örnekle anlatayım. Diyelim gözüm yarım derece miyop. Elime de bir kitap veriyorlar, oku diye. Ama göremiyorum. Doktora gidiyorum. Doktor da daha önce 10 derece astigmat birisine tedavi uygulamış; Osmanlı barışı, Endülüs barışı gibi. Benim gözümün hasta olduğunu görünce, “Gözüne şu 10 numara astigmat gözlüğü tak” diyor. Ben de o gözlüğü takıyorum, okumaya başlıyorum ve saçma sapan bir şey çıkarıyorum. İşte bizim gelenekçilerimizin sıkıntısı bu. Bu insanlar sahtekâr insanlar değil. Bu insanlar dinlerini korumaya çalışan samîmî insanlar. Ben de dışarıdan bir insan olarak konuşmuyorum. Ben radikal İslâmcı bir âilede doğdum ve yaşadım. Böyle iddiaları duyduğum zaman ben de, “Olur mu böyle saçmalık?” diye fevrî tepki gösterirdim. 

Şimdi, ateist kısmına gelince: Ateist deyince de çok romantize etmeyelim. Onların da sahtekârı var, namussuz olanı var; onları konuşmuyoruz. Hakperestliğini konuşuyoruz. Marx’ın ve Nietzsche’nin bize öğrettiği bir şey vardı, diyorlardı ki: “Dünya sefâlet içinde, dünya rezâlet içinde. Dünyada zulüm dolu, pislik dolu. Bu dinler ‘Dünyayı düzeltemezsin. Dünyanın sefâletini, rezâletini kendi hâlinde bırak, sen âhiretin için çalış. Namaz kıl, oruç tut, Hacca git, salâvat getir, zikir getir’ diyor. Bu dünyayı cehennem hâlinde bırakan, bu dünyayı cennete çevirmeye çalışmayan, böyle bir âhiret tasarımına biz düşmanız” diyorlardı. Benim tanıdığım hakperest ateistlerdeki ölüm sonrası yaşam, sonsuzluk arzusuna karşı bir nefretin uyanmasının en temel sebeplerinden bir tânesi, bozulmuş dinlerin, yani Hıristiyanlığın bozulmuş hâlinin, İslâm’ın bozulmuş hâlinin, bu dünyayı cennete çevirme diye bir projesinin olmaması. Ama dört halife dönemi dünyayı cennete çevirmeye çalışıyordu. Osmanlı, Endülüs, Horasan yeryüzünü cennete çevirmeye çalışıyorlardı. İslâm’da en büyük ideal, âhiret için çabalamaktır. Bu insanlar, İslâm’da âhiret için çabalamayı, “Yeryüzünü cennete çevirecek miyim?” diye anlıyorlardı. 

Kur’an’da âhiret çabası diye bir şey var. “Âhiret için çabalamak adına ne yapabilirim?” Dünya çabası şudur: Daha zengin olayım, daha müreffeh olayım, lüks bir arabam olsun, güzel bir sevgilim olsun. Bunlar meşrû, bunları yapabilirsin. Ama Kur’an’daki âhiret çabası nedir? Dört tâne başlık sayıyor: Birincisi, güzel ahlâk sahibi olacaksın, dürüst olacaksın, haram yemeyeceksin, sevgiline sâdık olacaksın, annene babana yaşlılığında sâhip çıkacaksın. Bunlar yeryüzünü cennete çevirmek için. İkinci başlık infak. Allah bana zenginlik ve mutluluk vermiş. Ben bu maddî mânevî mutluluğu buna sâhip olmayanlarla paylaşacağım. Bu, yeryüzünü cennete çevirmek değil mi? 

Üçüncü başlık cihad. Cihad niye yapılıyor? Bu cihad o kadar yanlış anlaşılıyor ki. Kur’an’daki iki başlığı söyleyeyim: Nisâ Sûresi 75. Âyet: “Yeryüzünde haklarından mahrum edilen erkeklerin kadınların ve çocukların hakları için mücâdele etmeniz gerekmiyor mu ey Müslümanlar?” diyor. Haklarından mahrum edilenlerin haklarını kazanabilmesi için mücâdele edeceksin. Bu, yeryüzünü cennete çevirmektir. Cihadla ilgili ikinci başlık şu ve bunu da kimse ciddîye almıyor. Tevbe Sûresi’nde o kadar net ki: “Mescitleri îmar etmek için seferber olacaksın”. Kur’an’daki mescit sâdece namaz kıldığımız câmi değil. Peygamber’in mescidi de böyle değildi. Mescit, bir toplumu toplum yapan, bir ülkeyi ülke yapan bütün kurumlardır. Eğitimi îmar edeceksin, sağlığı îmar edeceksin, bürokrasiyi îmar edeceksin, medyayı îmar edeceksin. Yani bir toplumu mâmûr etmeye yönelik bütün çabalara, Kur’an “Cihad” diyor. Hattâ Peygamberimiz de şunu söyler; müşriklerle kâfirlerle savaşır, sonra şehre döner der ki: “Küçük cihâdı bitirdik, düşmanla savaştık. Şimdi büyük cihâda dönüyoruz.” Bizim Sûfîler büyük cihâdı sâdece nefis terbiyesi diye anlamış. Tamam, nefis terbiyesi boyutu zâten çok önemli de, büyük cihad, bir şehri mâmûr etmeye yönelik cihaddır. Ahlâk, infak, cihad hep âhiret çabası.

Son bir şey de ritüel: Namaz, oruç, hac. Zekât zâten gelir adâleti için, söylemeye gerek yok. Kur’an bu ibâdetlerin, ritüellerin tamâmını dünyevî maslahata bağlıyor. Kâbe, Hac için “Burada insanlığın kardeşliği hatırlanacak” diyor. Oruç için, bir, “Haram yememeyi öğreneceksin” diyor; ikincisi, “Allah’la birebir konuşmayı öğreneceksin. Melekleşeceksin ve arada aracı kurum olmadan, Kur’an yoluyla, Allah’la birebir konuşmayı öğreneceksin” diyor. Oruç bu. Namazda, bütün dünyevî köleliklerden sıyrılıyoruz “Allahüekber” dediğimiz zaman. Allah’ın kölesi olarak başladık. Rükû, kıyâm, secde derken, son oturuşta Allah’ın ve Peygamber’in dostu makamına yükseliyoruz. Yani insanın terakkîsi. 

Bir şey daha var: Maide Sûresi’nde geçer ve bunu da hiçbir müfessirimiz anlamaz: “Allah, hâm, vasîle, sâibe gibi saçma sapan ibâdetleri size emretmedi. Bunlar saçmalıktır” diyor. Hâm, vasîle, sâibe nedir diye etimoloji sözlüğüne bakıyorsunuz. Bir kurbanı insanlığa hiçbir faydası olmadan Allah’a adamış. İnsanlık için hiçbir faydası yok; onu başıboş bırakıyor. “İnsanlığa bir maslahatı yok bu ibâdetin. Bu saçma sapan bir ibadettir” diyor. 

Ben Kur’an’daki cihad âyetlerinin ne olduğunu Marx’tan, Nietzsche’den öğrendim. 

Taşlamasınlar seni.

Arslan: Taşlasınlar abi. Şimdi konuyu dağıtmayalım, ama bizim geleneğimizin gelenek olduğu dönemlerde, Müslüman âlimler, Kur’an ilimleriyle seküler felsefî ilimleri harmanlayarak yaparlardı. Açılımdı bunlar birbirine. Çok samîmî söylüyorum, ben Kur’an’ın cihad idealinin ne olduğunu Marx’tan ve Nietzsche’den öğrendim. Tabiî liberallerden de öğrendim, muhâfazakârlardan da, ama asıl onlardan öğrendim. Benim gördüğüm, ateistlerin âhiret fikrinden nefret etmesinin en temel felsefî sebebi, bu dünyayı sefâlet içinde bırakan, bu dünyayı cennete çevirmeye çalışmayan, bir ölüm sonrası tasarımının olmaması.

Cihad meselesinin çok ciddî ve somut bir yanı var: Terör boyutu. Bugün, çoğunluğu Selefî düşünceye yaslanarak, küresel anlamda terör faaliyeti yürüten, El Kaide gibi örgütler vardı. Ondan öncesinde başkaları da vardı. Bunlar kendilerini meşrûlaştırırken birtakım… 

Arslan: Kur’an ve sünnetle meşrûlaştılar. Peygamber’in geldiği toplum, lâftan anlamayan, vicdânı gelişmemiş, iknâ olmayan, şiddetten başka bir dilden anlamayan bir toplumdu. O ilkel toplumda, çok ilkel koşullarda, şiddetten başkasını anlamayan bir topluma, asgarî şiddette bir barış yarattılar o dönemde. Selefî olursanız bunlar çıkar. Ben size Kur’an’dan örnek vereyim: Tevbe Sûresi 5. Âyet, “Müşrikleri bulduğun yerde öldür” der. Hattâ bizim âlimlerimiz Tevbe Sûresi 5. âyet müşriklerle ilgili kendinden önceki 100 tâne hükmü iptal etmiştir. Âyeti cımbızlamışlar. Kur’an’da “Müşriklere hoşgörü göster” diye bir âyet var. Başka bir âyet “Seni yurdundan çıkarmayan, sana dinin hususunda düşmanlık yapmayan müşriklerle dostluk kurmana, iyilik yapmana, onlara âdil davranana Allah yasak koymaz” der. Bu çok net. Bunların hükmü kalkmış, bir tek “Müşrikleri bulduğun yerde öldür” denmiş. Hattâ “Ben gelenekçiyim” diyorsa, kendi bireysel aklını vicdânını, içtihâdını karıştırmıyorsa, bir gelenekçi fıkıh üstvdının, bir tefsir üstâdının gözünde, bir ateistin ya da agnostiğin hiçbir yaşam hakkı yoktur. Böyle bir travma var. Ama iyi ki elimiz kolumuz kesilmiş. Çünkü ben de öyleydim, ben de onları içeriden yaşadım; biliyorum onları. Gelenekçi âlimlerimizin böyle şeylerden vicdânının çok rahatsız olduğunu, çözüm aradığını ve yol bulamadığını da biliyorum.

Bu “Müşrikleri bulduğun yerde öldür” âyeti, cımbızlama. En az 15 âyetlik bir pasaj bu. Pasajı okursan orada bir mantık var. İki çeşit müşrik var. Bir sözleşme yapmışsın. Sen Müslümansın, o da ateist ya da agnostik. Barış sözleşmesi yapmışsın. Diyor ki: “Bunların bir grubu barış sözleşmesine sâdık. Onlarla barışı sonuna kadar samîmîyetle devam ettireceksin.” Öbür grupsa defalarca bu barış sözleşmesine ihânet etmiş ve defalarca seni arkadan vurmuş. Onları, ama onların da sâdece lider tabakasını öldürmeye hakkın var. 

Peki, burada şöyle bir sorun yok mu? Meselâ bir ara Medine Vesikası tartışması vardı Türkiye’de. Medine Vesikası, Türkiye’de İslamcıların geliştirdiği Toplumsal Barış projesi gibi sunuldu, ama orada şöyle bir şey var: Kendini yukarıya koyuyor ve aşağıya bir şey bahşediyor.

Arslan: Evet, ama öyle bir şey yok. Medine Vesikası, dünya târihinin ilk anayasasıdır. Eskiden soy sop birliği ya da din birliği, toplum kuruyordu. Peygamberimiz, inananlar, müşrikler ve Yahudiler arasında bir sözleşme sonucunda lider oldu ve “Müşrikler, Yahudiler ve Müslümanlarla ortak yaşamımızın kuralları ne olacak?” diye bir kural koydu. “Peygamber böyle deyince harfiyen böyle yapacağız” diye bir şey yok. İlham verir. 

Şimdi biraz iddialı olacak, insanlar da belki hazır değil buna ama, Allah’ın Kur’an’da Yahudiler örneği üzerinden Müslümanlara öğrettiği bir yasa var, o da şu: “Bir şehre ya da bir ülkeye gireceğiniz zaman, kapısından secde ederek girin” der. Bu ne demek biliyor musun? Ben Türk’üm, Almanya’ya göç edeceğim. Almanya’ya gireceğim ya; Almanya’yı Almanya yapan kurucu anayasaya hürmetkâr olarak gideceksin. Bugün göçmen sorununda anahtar cümlelerden bir tânesidir bu. Burada tepeden bahşetme diye bir şey yok. Konuyu dağıtmayayım ama ben sana Kur’an’daki laikliği anlatabilirim.

Var mı?

Arslan: Laiklik, Batı’da 500 yıllık din savaşlarının yarattığı ıstırâbın sonunda ilham edilmiş bir ilâhî hikmettir. Onları sayayım istiyorsan sana, sen karar ver. 

Ben karar vermeyeyim de, onun karârını, bu konuda iddialı olanlar söylesin. Sen say. 

Arslan: Sayayım. Laiklikle ilgili. Önce notlarıma bakayım da mantık örgüsü karışmasın. Tevbe Sûresi diyor ki: “Bizans toplumu, din adamlarını Tanrı edindi. Bu bozuk bir düzendir, bununla kavga edin.” Birincisi, toplumu din adamları sınıfı yönetmeyecek. Kur’an’ın yasasıdır bu. 

İki: “Dininizi sakın oyun ve eğlence hâline getirmeyin”. Buradaki oyun ve eğlence mecâzî bir ifâde. Kur’an, dünyevî hayatımızdaki güç ve çıkar ilişkilerimize oyun ve eğlence der. “Dininizi siyâsî ve ticârî güç ve çıkar ilişkilerinize sakın âlet edinmeyin, küfre girersiniz.” Yani din dünyevî amaçlar için kullanılmayacak. 

Üç: Câsiye Sûresi: “Allah’a ve âhirete inanmayanları affedin. (Hayatlarına yaşam biçimlerine karışmayın) tâ ki Allah âhirette herkese iyiliğinin kötülüğünün karşılığını verebilsin.” Yani bu şu demek: Ben inanmıyorum, kötü bir hayat sürmek istiyorum. Üzerimde baskı olursa kötü eylemi yapamam, Allah da beni cezâlandırmaz. Casiye Sûresi diyor ki: “Hayâtına, yaşam biçimine karışma.” Başkasına zarar vermediği sürece ne istiyorsa yapsın adam, ona karışma, tâ ki Allah ona, “Sen özgürdün, isteye isteye yaptın. Ben de seni cezalandırıyorum” diyene kadar.

Dördüncü ilke: Hoşgörü ilkesi. Bakın bu çok nettir. Kur’an’da çok geçer. En güzel şekli Hicr Sûresi’ndedir: Fasfehıssafhal cemîl”. Ben inanıyorum, o adam müşrik. İslam’ı kabul etmiyor, reddediyor. O insana karşı görevin, “Fasfehıssafhal cemîl”dir. Yani “Güzel bir biçimde o insana hoşgörü göstereceksin.” Müşrik, Allah’ı, İslâm’ı reddediyor, ateist, İslâm ona saçma geliyor. Diyor ki: “Bu müşriklerden, seni yurdundan çıkarmaya çalışmayan ve dinin hususunda sana savaş açmayan insanlara âdil davran, iyilik yap ve onlarla dost ol, onlarla yoldaşlık kurabilirsin.” 

Ama o zaman da şöyle bir şey oluyor: Şimdi burada söylediğin için örnek veriyorum. Meselâ birisini, “Bana düşmanlık yapıyor” gerekçesiyle hedef alabiliyorlar. 

Arslan: Ama burada samîmîyet, iyi niyet, aklı başındalık, vicdan gerekiyor. Siz istediğiniz kadar kural koyun…

Günümüz dünyasında pek olan şeyler değil bunlar.

Arslan: Ama günümüz dünyasında samîmî çok insan var. Lâfı dağıtmadan söyleyeceğimi bitireyim, günümüz dünyasını sonra konuşayım. İlkelere döneyim. Mâide Sûresi’nde muhteşem bir deyim var ve hiçbir müfessirimiz de bu deyimin mûcizelerini kavrayamamıştır. O da şu: “İhramlıyken avlanmayacaksın ve Allah seni sınayacak ihramlıyken avlanma konusunda” diyor. Çok net. Şimdi ben Kâbe’ye bugün gitsem, sinek bile avlayamam. Ama bu bir mecaz. “İhramlıyken avlanmayacaksın” demek, dinî bağlanımlarını, yani ihramını, avlanmana, yani dünyevî kazanç peşinde koşmana âlet etmeyeceksin demek. Yani, “Ben Müslümanım, bu makamı bana ver”. “Ben Müslümanım, bu rektörlüğü bana ver.” “Ben Müslümanım, Başbakan olayım diye kayırmayacaksın” demek. 

Devâmı var: “Emâneti ehline ver” der. Müslüman olabilir, Hıristiyan olabilir, Yahudi olabilir. Cumhurbaşkanlığı makamına kadar…. Çünkü Cumhurbaşkanı artık toplumun egemeni, firavunu değildir hizmetkârıdır. Bir Müslüman’a öğrettiği ahlâk… Türkiye’de yaşıyoruz, çokkültürlüyüz. Müslüman’ı var, ateisti var, Kemalist’i var Alevîsi var. Müslüman’a “İhramlıyken avlanma” diyor. Yani “Bu bizim dinimizden, bizim cemaatimizden. Buna oy verelim deme. Önce adama bak.” Kur’an’da emânet, en başta yönetim emânetidir. “Ehil mi, liyâkatli mi? Ona oy ver. Bu işe dinini karıştırma.” 

Son bir şey daha söyleyeyim: En’âm ve Nisâ sûrelerinde çok nettir bu. Tevbe Sûresi’nde der ki: “Eğer ‘Müslümanım’ diyorsan, samîmî isen, asla ve kat’â, Allah’la, Kur’an’la, Peygamber’le dalga geçmeyeceksin, bunu yapmayacaksın. Bu yasak.” Ama ben İslâm toplumunda yaşayan bir müşrikim. En’âm Sûresi Mekke’de, Nisâ Sûresi Medine’de. Yani İslam’ın hâkim olduğu bir toplumda. Allah diyor ki: “Eğer Mekke’de ya da Medine’de inançsızlarla beraber oturduğunuzda, sizin dininizle alay edildiğini görürseniz, o ortamdan uzaklaşın.” “Şiddet uygulayın” demiyor. “Öldürün” demiyor. “Hapse atın” demiyor. “O ortamdan uzaklaşın” diyor.

Şimdi burada parantez açıp bir şey söyleyeceğim ve bunu inatla söyleyeceğim. Daha önce karikatür krizi yaşadık biliyorsunuz. Neo-Con’lar (Yeni-Muhafazakâr) bu karikatür krizini kullandı. Bu başka bir şey. Neo-Con’larla ağır bir kavgamız var bizim, bu kavgadan vazgeçme şansımız yok. O karikatürü çizenler, hurâfe bir dine savaş açmışlardı. Yani gerçek İslâm’la savaşmıyorlardı. Gerçek Kur’an’ı bilmiyor, gerçek İslâm’ı bilmiyor, gerçek Muhammed’i tanımıyorlar.

Ama öldürüldüler.

Arslan: Ben de onu söyleyeceğim. Ben onların Turan Dursun gibi şehit olduğuna inanıyorum. 

Bir de kadın meselesini konuşalım. Küresel çağda Müslüman olmak meselesinde en çok konuşulan hususlardan birisi o zâten. Şu anda Türkiye’de de yaşanan bu; birçok tartışma dönüp dolaşıp kadında odaklanıyor. Son seçimde Meclis’e giren birtakım partiler, kadınların kazanımlarını ellerinden almak için bayağı çaba sarf ediyorlar şu anda. Bunu yaparken de temel argümanları…

Arslan: Kur’an, sünnet. İstersen dört kadınla evlen; üstelik hoşuna giden hangisiyse. Kadını gerekirse döv. Otorite erkek, bunu kabul edecek. Bir de tesettüre sok, evine hapset. Bizim modern İslâm düşüncesi mîrâsı, Batı’nın tokadını yediğimiz 1798’den beri, 250 yıllık bir mâcerâ. Bunun 20 tâne çok büyük düşünürü, 50 tâne muhteşem klasiği var. Çok sevdiğim isimler var aralarında. Ben bu insanlardan besleniyorum. Bu insanlar, şu anda gençlerimiz tarafından terk edildi; kıymetini bilmiyorlar. Ben bu 20 düşünürümüzü ve 50 klasiğimizi, gençlerimize tâze bir heyecanla okutmak istiyorum. Ama bunların arasında –Fazlurrahman hariç, o, bir yere kadar– ne Bediüzzaman ne Muhammed İkbal ne Seyyid Kutub ne Mehmet Akif ne Malik bin Nebi, bunların hiçbirisi kadın sorunu çözememiş. Hattâ Muhammed İkbal çok duyarlıdır, Avrupa’da terbiye görmüş, diyor ki: “Benim içim acıyor kadınların durumuna, ama o kadar ağır problemler var ki. ‘Dört kadın’ demiş, ‘kadını döv’ demiş, ‘erkek otoritedir’ demiş. Peygamberin ashâbına baktığında dört kadınla evlenmişler, buna bir çözüm bulamıyorum. Vicdânım el vermiyor.” Hattâ Kur’an’ı yorumlamada bir yöntem önerisi getiriyor. Fazlurrahman da o yöntemden gidip kadın haklarını savunuyor zâten.

Şimdi ben iniş sırasına göre Kur’an2da kadın haklarını anlatayım. İlk âyet Tekvir Sûresi: “Kıyâmet kopacak ve kıyâmet tek sebeple kopacak. Diri diri gömülen kız çocuğuna hangi suçtan öldürüldüğü sorulacak.” Şimdi bunu bizim tefsirci şöyle anlıyor. 7. asır Bedevî Arabı, kız çocuğu doğduğu zaman utançla toprağı deşer, toprağın içine kızını gömer ve üzerini örtermiş. Yani öldürürmüş. Bunun başka bir dünyada karşılığı yok. Bu bir mecazdır. Diri diri gömülen kız çocuğuna, “Sen niye öldürüldün?” diye sorulması bir mecazdır. Nedir o mecaz? Bir kız çocuğu doğdu. Eğitimden mahrum ettin, mülkiyetten, mîrastan mahrum ettin. Zorla kocayla evlendirdin. Siyâsal haklarından mahrum ettin. Sen bu kadını yaşayan ölü hâline getirdin. Birincisi, bunu yapmayacaksın. 

İki, hiçbir müfessirimiz böyle okumamıştır, ama o kadar nettir ki: Kasas Sûresi’nde, Musa’nın kuyu başındaki mâcerâsı. Musa berbat vaziyette, her şeyini yitirmiş vaziyette Mısır’dan kaçar, Medine’ye gelir. Bir kuyu başında erkekler koyunlarını sulamaktadır. Kadınlar kenarda beklemektedir. Musa, “Niye bekliyorsunuz?” diye kadınlara sorar. Kadınlar, “Erkekler koyunları sulamamıza izin vermiyor, babamız da çok yaşlı” diye cevap veriyorlar. Onun üzerine Musa koyunları sular. Kızlar onu hemen babalarına götürürler ve babalarına tanıtırlarken derler ki: “Bu çok güçlü bir adam, bunu işe al.” Niye güçlü diyor? Çünkü erkeklerle kavga etmiş. Kur’an’daki kıssaların tamâmı, bizim oradan hisse çıkarmamız içindir. Buradaki hisse de şu: Kuyu, toplumun maddî ve mânevî kaynakları. Erkekler burayı işgal etmiş. Allah diyor ki: “Ey Müslüman! Sen de Musa gibi, kadınların, kuyudan ve toplumun maddî ve mânevî kaynaklarından eşit hak alması için kavga etmek, mücâdele etmek zorundasın.”

Üçüncüsü, Âl-i İmrân Sûresi. Kimse bunu böyle yorumlamamış, ama o kadar açık ki. Hz. Meryem örnektir Müslümanlara. Allah Hz. Meryem’i Âl-i İmrân Sûresi’nde, “Meryem muharrerdi” diye tanıtıyor. Muharrer, özgürleşmiş demek. “Kızını Meryem gibi yetiştireceksin, özgür bir karakterle yetiştireceksin.” Meryem, Zekeriyyâ’nın yanında eğitim aldı ve orada “Güzel bir çiçek gibi bütün yetenekleri serpilecek şekilde” yetiştirildi. Sen de Müslümansan, Meryem de Müslüman kadınlara örnekse, kız çocuğunu, yetenekleri hiçbir baskı altında kalmadan yetiştirmek zorundasın. 

Problem Nisâ Sûresi’nde. Dört kadını al, kadını döv, erkek otorite, bir de mîrasa yarım pay. Nisâ Sûresi’ni bir bütün olarak okuyun. Bu sûrenin ağırlık merkezi, 75. âyettir: “Yeryüzünde haklarından mahrum edilen erkeklerin, kadınların ve çocukların ayrı ayrı hakları için niye mücâdele etmiyorsunuz? Siz nankör müsünüz?” Demek ki Nisâ Sûresi, kadınlara haklarını vermek için. Mîras konusunda da, erkeğe iki miras, kadına bir miras diyor, ama bir şey daha söylüyor aynı sûrede: Erkek iki aldı, kadın bir aldı. Erkeğe diyor ki: “Kadına mehir vermek zorundasın ve o mehir onun ücretidir.” Ne ücreti bu?  Evde çalışmasının ücreti. Hani sosyalist feministler diyorlardı ya, “Evde çalışmaya ücret tanımak lâzım” diye. Eh şimdi erkek mîrastan iki aldı, kadın bir aldı. Erkek o ikinin yarısını kadına vermek zorunda. Böylece mîras dengelenir. Bir de kadına, “İstediğin gibi paranı kullan, kocana sormak zorunda değilsin” diyor. Bu da finansal eşitlik ve bağımsızlık. Sonra, anahtar kelimesi Er ricâlu kavvâmûne alân nisâ”. “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır.” Bunun üzerinde bir kavga var. Bunu “Erkekler kadınlar üzerine otoritedir” diye çevirmişler. 1400 yıldır erkek egemen bir toplum. İnsanlık, çok nâdir istisnâlar dışında 1789’a kadar kadın-erkek eşitliğini bilmiyordu. Erkek egemen müfessirler, erkek egemen bir topluma tefsir ettiler. “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır.” Üzerine kavvam olmak ne demek? Hiç etimoloji sözlüğüne de gitmeyin, Kur’an’a bakın. Tevbe Sûresi’nde Allah peygamberine diyor ki: “O münâfığın kabri üzerine kavvam olma.” Ne demek bu? “O münafığın kabri önünde hürmetle ve saygıyla ayakta durma.” Dön âyete: “Erkek kadın üzerine kavvamdır” demek, “Erkek kadınının huzûrunda bir şövalye gibi hürmetle ve saygıyla ayakta durmak zorunda” demek. 

Esat, seni dinlediğim zaman aklıma o meşhur fıkra geliyor. Hani Temel arabasıyla ters yola girmiş, polis diğer sürücüleri “Ters yönden gelen bir araç var” diye uyarıyor. Temel, “Ne bir tânesi? Hepsi yanlış yönden geliyor” diye söyleniyor. Allah için, bu senin söylediklerini böyle okuyan hiç olmamış. Bu söylediklerini, bugün İslâm dünyasında, ilâhiyat fakültelerinde şuralarda buralarda bilen yok mu?

Arslan: Bir kişi bile yok. İki cümle söyleyeyim bununla ilgili. Bunu Roger Garaudy yapar. Sosyalizmden İslâm’a geçer. “Bu İslâm ideali nerededir?” der. Garaudy mücâdelesinde tek başınadır ve İslâm’ı en doğru anlayan insanlardan bir tânesidir. Dünyayı çok iyi tanıdığı için, felsefe, ekonomi, siyâseti çok iyi bildiği için İslâm’ın rûhunu çok iyi kavrıyor. Bizim geleneksel mîrastan, İslâm medeniyetinden çıkan İslâm âlimlerinden çok daha güzel kavrıyor İslâm’ın mesajını. Garaudy diyor ki: “Ben şimdi size örnek gösteremem. Ama bu, birey birey, kalplerimizin içinde ve bu kalplerimizin içindeki ışık dünyaya yayılacak. Biz buna inanıyoruz.” Bu birincisi.

İkincisi, Hz. İsa bir Tevrat peygamberiydi. Yani, Musa’ya Tevrat gelmiş. Musa’dan sonra gelen peygamberler bir şeyler söylemiş. Tevrat kitap hâline gelmiş, bunun yorumu yapılacak. “Nasıl yorumlayacağız bu kitabı?” diye yorum yapılacak. Hz. İsa da, Hz. Meryem’den terbiye görüyor. “Tevrat nasıl yorumlanır?” kısmını Hz. Meryem’den öğreniyor. Bir kadının kitap okumasıyla bir erkeğin kitap okuması farklı. Hz. Meryem, Hz. İsa’ya Tevrat’ın rûhunu öğretiyor ve Hz. İsa tek başına meydana çıkıyor. O dönemde İsrail’de Sadûkîler var, yani Tevratcılar. Ferisîler var; gelenekçiler. Essenîler var; Sufîler. Böyle bir çatışma ortamı mevcut. Hz İsa tek başına. Diyor ki: “Tevrat’ın hakîkî mesajı benim anlattığım gibidir.” Tevrat’ı İsa gibi anlayan bir kişi bile yok. Ferisîler Hz. İsa ile “Sen uyduruyorsun” diye kavga ediyorlar. Hattâ Hz. İsa, “Ferisîler’in size öğrettiği Yahudiliği sakın yaşamayın. Bu yanlış, bozuk bir Yahudiliktir. Siz beni dinleyin” der.

Geleneğin verdiği tefsir usûlü, fıkıh usûlü, hadis usûlü, Zemahşerî, Mâtürîdî, Ebu Hanife, Şâfiî… Ben bu insanları çok seviyorum ve onlardan çok şey öğrendim. Hâlâ da yaşatıyorum onların mîrâsını, onları da reddetmiyorum. Ama yarım derece miyop adama, 10 derece astigmat gözlüğü takarsanız böyle olur. Benim 10 kitabım yayımlandı, 5 kitabım yayımlanmak üzere. Benim bütün derdim; şu 10 numara gözlüğü bırakın astigmat olursak bir daha takarız 10 numara gözlüğü. Ama siz benim verdiğim şu yarım derece miyop gözlüğü bir takın, bunları göreceksiniz. 

Şu dört kadın meselesini de söyleyeyim: Bir erkek, kadının üzerine hürmetkâr olacaksa, aynı âyette o kadını dövebilir mi? Hürmetle, saygıyla ayakta durduğun bir varlığı dövemezsin. Kullanılan kelime “Darabe”. Darabe, Kur’an boyunca deyim olarak kullanılır. Darabe fi’l’ard gibi. Aynı sûrede soruyorsunuz, “Bu sûrede sen ne anlamda kullandın?” diye. Darben fi’l’ard olarak iki yerde daha kullanıyor. O da, bir yerden ayrılmak anlamında. Orada âyetin söylediği şey şu: Erkek kadın önünde hürmetle saygıyla ayakta duruyor, ama anlaşmazlık var. “Başka bir çözüm ve çâre bulamazsan o kadından ayrıl” demektir. Diğer yorumlar yanlıştır.

Dört kadın meselesine gelince: Kur’an’ın söylediği şey şudur: “Eğer söz konusu olan, yetimlere adâleti gözetememenizse, ancak o zaman sizin için ahlâken temiz kadınlardan iki, üç, dört kadınla evlenmenize izin veriyorum.” Biraz yorumlu verdim, ama âyet bu. Şimdi bütün mesele şu: Yetimlere adâletle, çokeşliliğin ne alâkası var? Birincisi bu.

İkincisi: Allah, diyelim ki mutlak dört kadınla evlenme izni vermiş olsun. O zaman zengin, yaşlı erkekler iki, üç, dört kadınla evlenir. Fakir genç delikanlılar kadın bulamaz. Çünkü demografik olarak kadın ve erkek doğumları eşit. Sen Allah olsan böyle mantıksız bir şey söyleyemezsin. Oradaki mesele şu: Bu savaş koşullarıdır. Savaş koşullarında erkekler ölüyor, kadınlar dul kalıyor, çocuklar yetim kalıyor. Demografik olarak doğum ve ölüm oranları eşit olduğu için, kadınlar sâhipsiz kalmaya mahkûm. Yani bir daha evlenemezler. “Ancak bu koşullarda, iki, üç, dört kadınla evlenmeye izin veriyorum” diyor. Bir Dünya Savaşı yaşasak, erkekler ölse, kadınlar dul kalsa… Bu koşullarda feministler bile çokeşlilik konusunu dile getirirler. Hattâ I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da yaşandı bunlar. Yani sâdece bu koşullardan dolayı.

Kur’an bir devrim kitabı. 21. asrın manifestosudur Kur’an. Bunu komünist ütopya gibi düşün. Hz. Muhammed 7. asırda ilkel bir toplumu bir sosyal demokrat gibi, küçük reformlarla ütopyaya taşımaya çalışıyor. Selefî gibi okursan bunu, dört kadınla evlenmek de serbest, kadını dövmek de serbest, hepsi serbest olur. Ama Kur’an ütopyasıyla, Muhammed’in reformunun, ilkel bir koşulda adım adım kurmak olduğunu yerli yerine oturtursan her şey net görünür. 

“İslâm Medeniyeti” diye bir lâf var, ama ne kastediliyor açıkçası anlamıyorum. Müslümanlar, İslâm Dünyası, daha güçlü bir hâle gelebilmek ne yapabilirler? 

Arslan: Çok şey var da ben sana şöyle anlatayım. İslâm medeniyeti sınır filan kabul etmez. Yedi kıta Müslüman olacak. Bütün mesele budur. “Yedi kıta Müslüman olacak” demek, herkes namaz kılacak, oruç tutacak kelime-i şehâdet getirecek demek değil. Yedi kıtada İslâm’ın değerleri hükmedecek demek. İslâm’ın değerleri ne? Bunu da söyleyeyim. Bunlar evrensel değerler. Bunların hepsini Kur’an’dan sayacağım sana. Birincisi: Kur’an’ın başından sonuna en temel meselesi: Gelir adaleti. Biz zekât veriyoruz ya, servetin yatırıma aktarılmamış kısmının kırkta birini… yani çok affedersin, kullanılmış mendili fakire veriyorsun zekât verdim diyorsun. Nahl Sûresi çok açık: “Size ne oluyor da Allah’ın size verdiği nîmeti, zenginliği kölelerinizle paylaşıp, bu hususta onlarla eşit hâle gelmiyorsunuz? Siz nankör müsünüz?” 

Haşr Sûresi’nde yine zekâtın ölçüsü var. Zengin şehir halkından alınan vergiler fakirlere dağıtılır, tâ ki servet, sâdece en zengin %1’in arasında dolaşan bir târih olmaktan çıksın, herkes zengin olabilsin. “Amerikan Rüyâsı” diye bir şey vardı ya, o şu anda efsâne; Amerikan rüyâsı kalmadı. 20 yaşında, çok fakir ve Amerika’ya göç ediyor. Amerikan rüyâsında 30 yıl boyunca disiplinli çalışırsan, 50 yaşına geldiğinde Amerika’nın en seçkin, en zengin adamlarından biri olabilirsin. Bu rüyayı gerçekleştirmektir. Birincisi, gelir adâleti. 

İkincisi, ulusların kardeşliği ideali. Bugün etnik kökenler, uluslar birbirine düşman ve iç içeler artık. Hattâ Amin Maalouf bunu Çivisi Çıkmış Dünya kitabında çok güzel anlatıyor. Uluslararası kardeşlik, Rûm Sûresi’nde çok net anlatılıyor. “Renklerinizin ve dillerinizin farklılığı Allah’ın âyetidir.” Rengi ve dili kutsaldır demek. 

Hucurât Sûresi, sâdece Müslümanlara değil, bütün insanlığa sesleniyor. Sizi ulus ulus, millet millet yaratmamım tek sebebi, birbirinizden bir şey öğrenmeniz için. Düşmanlık yapasınız diye değil. Bizim Müslümanlar şöyle anlıyor: Fransız’sın ya, İslâm sana da açık. “Fransız kültürünü bırak, öyle Müslüman ol”. Alman’san, “Alman kültürünü bırak öyle Müslüman ol”. Kültür paylaşımı birbirinden bir şey öğrenmek demek. Sen Fransız’sın ya, Müslüman olacaksan bize Sartre’ı da, Descartes’ı da, Balzac’ı da getir, İslâm toprağına ek. Alman’san, Goethe’yi, Kant’ı getir İslâm toprağına ek. Kültürünü de berâber İslâm’a mâl et. O kültürle berâber gel. İslâm’ın ilk döneminde bu yaşanıyordu.  

Uluslararası kardeşlik ortamı. Bu da evrensel. Sen Çinli olabilirsin, Amerikalı olabilirsin. Bir Müslümanın “Çin üzerinde imparatorluk kuracağım, hegemonya kuracağım” diye bir derdi yok. Bu küfürdür. Kur’an’dan söyleyebilirim bunu. “Amerikalıları ezeceğiz, kölemiz yapacağız” demek küfürdür. Ama Çinli de olsan, Amerikalı da olsan, gelir adâleti ilkesini kabul edeceksin. Fakiri sömürmeyeceksin. Uluslararası kardeşlik ilkesini kabul edeceksin. Ulusal düşmanlık yapmayacaksın.

Üçüncü ilke: Dinler arası barış atmosferi. Kur’an’da o kadar net ki. On numara astigmatla göremiyorsunuz; o yarım numara miyopla görüyorsunuz. Hac Sûresi o kadar net ki: “Allah’ın insanları birbirine def’i olmasaydı, Allah’ın adının çokça anıldığı kiliseler, havralar, câmiler hebâ olurdu.” Bu şu demek: Allah diyor ki: “Ben kilisede, havrada, bana ibâdet edilmesini çok seviyorum; tıpkı câmide olduğu gibi”. Aynı sûrede söylüyor: “Ey Müslümanlar! Size Kâbe’yi verdim Allah’ın evi olarak. Ey Hristiyan, Ey Yahudi! Sizin mensekiniz de Kâbe’den farklı.” Mensek diye geçer. Yahudi’nin menseği Süleyman Tapınağı’dır. Hıristiyan’ın menseği Vatikan’dır. Vatikan, Petrus üzerine kurulmuştur. “Kâbe ne kadar kutsalsa, senin Süleyman Tapınağın da o kadar kutsal. Senin Vatikan’ın da o kadar kutsal.” Hurâfe karışmış. Peygamber zamanında Kâbe’ye de hurâfe karışmıştı. 

Resim heykel, dinimizde küfür, değil mi? Eh kardeşim, Süleyman’ın mâbedinde resim heykel vardı. Kur’an söylüyor bunu ve övüyor. Bu resim, heykel, senin dininde, câmide olmuyor. Ama Hıristiyan dininde makbul. O Michelangelo’nun resimleri, Davud heykeli… Bunlarda şey yok ki. Allah o ritüeller ve kutsal mâbetleri kutsuyor.

İkincisi, Mâide Sûresi o kadar net, o kadar berrak ki. “Tevrat ehli, Tevrat’a uysun; ben bunu istiyorum. Yobazlık yapmasın, dini sahtekârlıkta kullanmasın, samîmîyetle Tevrat’a uysun. İncil ehli İncil’e uysun, bozmasın İncil’i. Amacına uygun yaşasın İncil’i.” Ve şunu söylüyor: “Ben her birinize ayrı bir şerîat, ayrı bir yöntem, ayrı bir yaşam felsefesi verdim. Ben bu çoğulculuğu kutsuyorum. O halde hayırlarda yarışın.”

Üçüncü bir şey, Bakara Sûresi. Sen ufka buradan bakıyorsun, ben de ufka buradan bakıyorum. Benim gördüğüm manzara farklı, senin gördüğün manzara farklı. Diyor ki: “Ufkun neresine bakarsanız bakın Allah’ın yüzü orada. O halde hayırlarda yarışın.” Hıristiyanlar Allah’ı baba olarak tanıyor. Yahudiler Allah’ı sevgili olarak tanıyor. Biz Müslümanlar Allah’ı dost olarak tanıyoruz. Ben bunu Budizm’e, Taoizm’e, Hinduizm’e genişletebilirim. Bu konuda bir makalem de var. Budizm, Taoizm tanrısız dinler değil; bunlar münezzeh tanrıyı kabul eden, soyut kavranamaz tanrıyı kabul eden dinler. Ufka baktığımda başka bir tanrı tasarımım var. Hepsi Allah’ın yüzü. “Ben bunların hepsini meşrû kabul ediyorum ve kutsuyorum. O halde hayırlarda yarışın.” Ve sonra Mâide Sûresi’nde devam edecek ve diyecek ki: “Birbirinizin yemeğinden yiyin. Birbirinizle evlenin.” 

Burada karışıklık yaratan şey şu. “Yahudi’yi Hıristiyan’ı dost edinme, onlar birbirinin dostudur” diye bir âyet var, ama yine cımbızlanarak alınmış oradan, bir slogan gibi Yahudi’ye Hıristiyan’a düşmanlık. Oradaki pasajı oku. Âyeti cımbızlama pasajı oku. Orada iki şey söylüyor: “Bu Yahudilerin ve Hıristiyanların bir kısmı, sahtekârlığı karakter hâline getirip maymuna dönmüşler. Bir kısmı haram yemeyi alışkanlık hâline getirip domuza dönmüşler. Bunlarla dost olmayacaksın. İkinci bir şey daha söylüyor pasajın devamında: “Senin dininle dalga geçen, senin salâtınla dalga geçen Yahudi ve Hıristiyan’la dost olmayacaksın.” Sen “Yahudi ve Hıristiyan’la ilelebet düşman olacağım” diyorsun. Ama Allah, “Yahudi Hıristiyan’la evlen” diyor. Eh şimdi düşmanım olan kadınla evlenip tecâvüz mü edeceğim ben bu kadına? Böyle saçma bir şey olur mu?  Sınırlı bir âyeti slogan hâle getirdiğiniz zaman saçma sapan bir şey çıkıyor. 

Dinler arası barış, evrensel idealdir. Taoist olabilirsin, müşrik olabilirsin, laik bir devlet olabilirsin, ama dinler arası barış idealini kabul edeceksin. Bunun gibi daha çok şey var. Meselâ kadın hakları. Kadınları ikinci sınıf olarak kullanmayacaksın. Kadın ve erkek eşit değere sâhip olacak. Daha öte bir şey söyleyeyim: Kur’an’da, bireyin tanrısallaşması ideali vardır.  Kur’an’daki Müslüman birey, Allah’a körü körüne itaat eden birey değildir. Burada çok yanlış bir sapma var. Taabbüdîlik olarak bunu formüle etmişler; Allah’a körü körüne itaat edeceğiz diye. Allah diyor ki: “Ben Müslüman’a İbrahim’i örnek gösterdim. İbrahim gibi Müslüman olacaksınız.” İbrahim’in özelliği nedir? Başta söyledim: Kafayı kullanıyor, mitolojiyi reddediyor. Yıldıza tapıyor, “Allah değilmiş” diyor. Ay’a tapıyor, “Allah değilmiş” diyor. Güneş’e tapıyor… 

Arayan yani. 

Arslan: Gerçek Allah’ı buldu mu, buldu. Sonra İmam-ı Gazzâli gibi gerçek Allah’a taabbüdî, teslim olmuyor. Allah’a diyor ki: “Allah’ım! Bu âhiret dediğin şey nasıl bir şey, bana bir göster, kalbim mutmain değil.” Allah’a körü körüne bağlı değil, kanıt istiyor. Eh sonra Allah Lût Kavmi’ni helâk edecek, “Helâk edemezsin o kavmi” diye Allah’la tartışıyor. Bunlar Kur’an’da geçen şeyler. Bütün bu mertebeleri geçtikten sonra, “Allah’ım, sen muhteşem bir varlıkmışsın. Daha ötesini sorgulamaya da gerek yokmuş. Ben senden râzıyım” diyor ve ondan sonra bir teslimiyet var.

Yani şimdi sen günümüzde İbrahim olma iddiasında mısın?

Arslan: Meselâ, Türkiye’deki gençler İslâm’dan soğuyor değil mi? Ama Hâkk’ı arıyorlar. Bu, Türkiye ile sınırlı değil. Bizimkilerin haberi yok, ama Arap Baharı’nın trajediyle bitmesinden sonra, İslâm âlemindeki gençler de şu anda İslâm’dan soğuyorlar. Bir arayış sürecindeler. Türkiye’dekilerin, İslâm âlemindekilerin hiç haberi yok; Amerika dünyanın en dindar toplumlarından biriydi. Şu anda Amerika’daki dindar âilelerin çocukları dinden soğuma dönemi yaşıyor; din yetmiyor onlara ve Hâkk’ı arıyorlar. Bunların kökeninde çok boyutlu sebepler var da bunun en önemli sebebi şudur: Ulus-devlet çağındaydık, artık küresel toplum olduk. Bizim bütün dinî birikimimiz ya Ortaçağ’a göreydi ya Ulus-devlet çağına göreydi. Küresel toplum olduktan sonra her şey karmakarışık olmaya başladı. 

Bizim genç kuşaklarımızın yüzde 90’ı, ki bu Hindistan’da da böyledir muhtemelen, Çin’de de böyledir, çünkü artık internet var, akıllı telefonlar var. Dünyada ne olup bittiğini, her şeyi görüyorsun. Sana okulda öğretiyor, câmide öğretiyor, kilisede öğretiyor, ama yetmediğini görüyorsun orada. Biz şu anda belki de insanlık olarak bir “İbrahim’leşme” sürecinden geçiyoruz. 

Biraz önce “Bireyin tanrısallaşması” dedim, bunun içini doldurayım. İbrahim gibi oldun mu, Allah dostu oldun. Allah’la tartışacak kadar çok yakın dost oldun. Fâtır Sûresi’nde, “Güzel söz Allah’a yükselir, sâlih amel de o sözü yükseltir” der. Yani kulluk edeceğim ya Allah’a, bütün mesele Allah’a doğru yükselmek. En son Mutaffifîn Sûresi’nde, Allah’ın mukarrebleri vardır. Yani Allah’a yakınlaştırılmış olanlar. Allah bunlara kul da demez. Cebrail, Musa, İsa, Davud… Allah bunlara kul demez, onlara mukarreb der. Bütün Müslümanlar’a şunu der: “O mukarreblerin içtiği Tesnîm şarabından” –yani mitolojideki Tanrıların içtiği Ambrose şarabından– “içmek için rekabet edin.” Bu neyle oluyor? Bilim, kültürel gelişim, güzel ahlâk, adâlet mücâdelesi… “Bireyin tanrısallaşması” ideali, Çinli de olsan, Hintli de olsan, Amerikalı, Avrupalı, Afrikalı da olsan, bireyleri tanrısallaştırmak üzerine bir eğitim felsefen olacak. Bireyleri köle olarak kullanmayacaksın. Onun bağrındaki o Ahsen-i Takvîm (Tanrısal öz) dediğimiz cevheri gerçeğini bulmaya seferber olacaksın. 

İslam “silm” kökünden geliyor. Barış demek. O da şu: Cennetten kovulduk ya, Allah diyor ki: “Birbirinize düşman olarak inin Cennette.” Türk Kürd’e düşman, Yahudi Hıristiyan’a düşman, Arap İsrailli’ye düşman, Çinli Amerikalı birbirine düşman, erkek kadın birbirine düşman. Ontolojik düşmanlıklar bunlar. Bu düşmanlığa düştün. Allah diyor ki: “Müslüman’a düşen görev, kavuşturun denilen bağları kavuşturmaktır.” Türk’le Kürd’ün barışını sağlayacaksın. Erkekle kadının barışını sağlayacaksın. Çinli’yle Amerikalı’nın barışını sağlayacaksın, Hıristiyan’la Yahudi’nin barışını sağlayacaksın. Son düşen görev de budur. İnsanların inancı ister Müslüman olsun ister Hıristiyan olsun, ister ateist, agnostik olsun fark etmiyor. Ama İslâm’ın istediği şey, yeryüzünün yedi kıtasında bu evrensel değerler hâkim olsun. Zaten oradaki anahtar cümle, Kur’an’daki cihad âyetiyle problem doğuran âyetlerden bir tânesi: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah için oluncaya kadar savaşacaksın” der. Erkek-kadın düşmanlığını bitirdik, zengin-fakir düşmanlığını bitirdik; bütün düşmanlıkları bitirdik, fitne ortadan kalktı.

Peki, din nedir? Din, namaz kılmak oruç tutmak değil. Din Kur’an’da bir siyâset felsefesi ve egemenlik biçimidir. Siyâset felsefesi, “Din yalnız Allah için oluncaya kadar…” demek. Bir medeniyet, bir birey, Hıristiyan da olsa, Müslüman da olsa, ateist de olsa, hattâ din düşmanı da olsa, bu evrensel değerlerde; gelir adâleti değeri, uluslararası kardeşlik değeri, bireyin tanrısal değeri ve dinler arası barış değerlerinde uzlaşacaklar; bunu kabul edecekler. 

İstersen burada noktayı koyalım.

Arslan: Tamam abi. 

Söylediklerin çok önemli, ama tekrar aynı örneği vereceğim: Ters yola girmiş bir araç gibisin. Allah sana kolaylık versin.

Arslan: Ben sana tek bir âyet söyleyeyim. Tevbe Sûresi’nde geçer bu. Allah Müslüman ümmete şunu söyler: “Siz Eğer Muhammed’i bırakırsanız, Muhammed de arkadaşı Ebubekir’e, Mekke’den Medine’ye hicret ederken, mağarada yapayalnız kaldıklarında tamâmen öldürülme ve yok olma korkusu yaşadıklarında bile yardım etmiş ve sâhip çıkmıştı.” Yani “Muhammed tek başına birey de olsa, Allah ona sâhip çıktı” der. Bizim Allah’ımız, kaderle ve sünnetullahla iş yapar. Yani, nedensellik yasasını, târihteki düzeni gözetir, mûcize yaratmaz. Ama tek başına olan bir Müslüman’a bile, Allah yolunda doğru mücâdele ederse, Allah ona destek verir.

Bir şey daha söyleyeyim: Bu da Ahzâb Sûresi’nde geçer. Hatta bunu da görselleştirmek için 300 Spartalı filmini izleyin. 300 Spartalı kahraman asker gelir, 1 milyonluk Keyhüsrev ordusunu bozguna uğratır ya, bunu Allah Ahzâb Sûresi’nde söyler: “Bütün dünya onlara karşı olduğu ve savaş açtığı halde, o bir avuç Müslüman, ‘bu Allah’ın bize vâdettiği bir şeydi. Biz sonuna kadar mücâdele edeceğiz ve bu dâvâ galip olacak” der.

Ben bu hakîkatlerimden eminim. Ben bunların mücâdelesini 10 kitaptır veriyorum, 5 kitap daha çıkacak. Yolda daha kim bilir neler var. Belki tek başıma da kalsam, tekfire de uğrasam, Turan Dursun gibi de gitsem, şunu çok iyi biliyorum: Türkiye’deki son 10 yılın başarısızlıklarından ve hezîmetlerinden sonra, Allah, Türkiye’deki pek çok insanın, özellikle de İslâmcıların, en başta, gençleri ve yaşlıları dâhil, kafalarını tertemiz bir hâle getirdi. Eski taassuplar, eski yobazlıklar kimsede kalmadı; Hayrettin Karaman’da da kalmadı, Ebubekir Sifil’de de kalmadı.

İnşallah öyledir.

Arslan: Cübbeli Ahmet Hoca’da bile kalmadı. Ben ondan eminim; onda bile kalmadı. Herkes bir yol arıyor.

Biri ona söylesin bunu. 

Arslan: Garanti veririm sana, onda bile kalmadı. Ülkeyi de konuşuruz başka bir zamanda. Ülke hakkında da bir kitabım yayınlanacak yakında. İnşallah o konuda da çok mücâdele edeceğim. Ama İslâm hakkında, İslâm’ın geleceği hakkında yedi kıtanın; Amerika, Avrupa halkları, Çin, Hint, Afrika halklarının “İslâm bambaşka bir şeymiş. Bizim aradığımız küresel çağın diniymiş” diyebileceğine inanıyorum.

İkinci bir şeye daha inanıyorum, onu da söyleyeyim bitirelim: İlâhiyat fakültelerinde “Tefsir Usûlü” diye bir ders var ya? Kur’an’ı oradan çıkarın, onu alın Amerika’nın Avrupa’nın en iyi karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinde, beşerî bilimler bölümlerinde “Bir sanat şaheseri olarak Kur’an” diye okutmaya çalışın. Orada Kur’an’ın hakîkaten insanın tutkuyla bağlanacağı ve ömrü boyunca elinden bırakamayacağı bir başucu kitabı olduğunu göreceksiniz. Büyük İskender’in bir tâne başucu kitabı varmış: İlyada. Ömrü boyunca başucu kitabı olarak onu okurmuş. Hektor ve Akhilleus’un kahramanlıklarını anlatıyor. Büyük İskender başucu kitabı olarak onu okurmuş. 

Samîmîyetle söyleyeyim, eğer Kur’an’ın edebiyatını zevk etmeyi öğrenirseniz, Kur’an’ın ne anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışırsanız, bütün dünya birikimine açılırsınız: Marx, Nietzsche, Edmund Berg, John Stuart Mill, Kant, Hegel, Freud, ateist, agnostik, din düşmanı, hiç fark etmiyor; bütün medeniyetlere açılırsınız. Ama Kur’an da ilelebet başucu kitabınız olur ve sizin hayâtınıza muhteşem bir kalite, mutluluk ve zevk getirir. 

Çok sağ ol Esat.

Arslan: Ben teşekkür ediyorum.

Çok güzel ve değişik bir söyleşi oldu. Esat Arslan’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.