İhsan Eliaçık, sizlerden gelen soruları yanıtladı: Müslümanlar bu dünyaya cevap verebilir mi?

Müslümanlar bu dünyaya cevap verebilir mi? Yaşayan Kur’an ne demek? Hadis tartışmaları hakkında ne düşünüyor? Türkiye’deki İslami hareketlerin evrim karşıtlığı hakkında ne düşünüyor? İslam dininin sol ile ilişkisi nasıl yorumluyor? İslam dininin cemaatlere bakışı nasıl? İslam dini ile kadının ilişkisi nedir?

Ruşen Çakır sordu; ilahiyatçı İhsan Eliaçık, canlı yayında sizlerden gelen soruları yanıtladı.

Yayına hazırlayanlar: Altuğ Yerlisu & Cenk Narin

Merhaba, iyi günler. Stüdyoda konuğumuz İhsan Eliaçık canlı yayında sizlerin sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi cevaplayacak. 

En son yaptığımız yayın çok ilgi gördü. Özellikle Youtube’da çok sayıda izleyicimiz İhsan Eliaçık’ın söyledikleri hakkında yorumlar yaptı. Îtirazlarını dile getirenler, takdirlerini dile getirenler oldu. Biz de bu yayını yaparak, sizlerin de katılımıyla, o bıraktığımız yerden sürdürmek istiyoruz. 

Bunu nasıl yapacaksınız? Benim ve Medyascope’un YouTube sayfasında chat bölümünden sorularınızı yorumlarınızı yapabilirsiniz. Evet İhsan, hoş geldin.

İhsan Eliaçık: Hoş bulduk, merhaba.

Şöyle söyleyeyim, bayağı bir ilgi gördü; ama bugün ben sana sormadan bir başlık attım yayına, dedim ki: “Müslümanlar günümüz dünyasına cevap verebilir mi?” Böyle bir kitap vardı. “İslâm çağımıza yanıt verebilir mi?” diye, kimin olduğunu hatırlamıyorum. Yaşar Nuri’nin olabilir mi bilmiyorum. Ben onu birazcık deforme ettim. O soruyla doğrudan başlatalım, izleyicilerimizin sorularını da yorumlarını da daha sonra verelim. Evet, çok geniş bir soru, ama verebilir mi?

Eliaçık: Verebilir, ama hangi Müslüman’ın bu cevâbı verdiğine bakmak lâzım; çünkü Müslümanlık dediğiniz çeşit çeşit, binbir çeşit Müslümanlık anlayışı var. Meselâ şu anda Taliban da kendine göre çağa cevap veriyor. IŞİD de kendine göre çağa cevap veriyor. İran İslâm Cumhuriyeti de kendine göre bir İslâm uygulamasıyla çağa cevap veriyor ve çağdaş dünyada İslâm’ı bir şekilde yaşamaya çalışıyorlar. Ancak bu cevap, çağın insanlarının dertlerine devâ oluyor mu? Çağın sorunlarını çözüyor mu? Daha da ötesi, iyice bir sorun yumağı hâline mi geliyor — onu da sormak lâzım. 

Meselâ şu anda Taliban âdeta bin yıl geriden, mağaralarından çağdaş dünyaya saldırıyor gibiler, IŞİD’ciler de aynı şekilde. Zaman makinesinden bin sene öncesinden gelmiş görünüyorlar. Çağın insanının ne düşündüğünü, çağın sorunlarının ne olduğuna kafa yormuyorlar. Sâdece oradan saldırıyorlar.

Şimdi, aslına bakarsan cevap olmuyor; böyle cevap olmaz. Çağa cevap vermek için önce çağın içinde olmak gerekir. O çağın rûhunu iyi anlamak gereklidir. Mehmet Akif, bunu yüzyıl önce söylemişti: “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhâmı, söyletmeliyiz çağın idrâkine İslâm’ı” demişti. Yani çağdaş insanın idrâkine İslâm’ı söyletmek ne demektir? Önce çağdaş insanın idrâkini anlamak lâzım. Bu çağın sorunları ne? Bu çağda insanlar nelerle boğuşuyor? Onlara senin bir cevâbın var mı? Yani çevre kirliliğinden tut, eşcinsellik sorunundan insan hakları ihlâllerine kadar, zâlim yönetimlerinden ozon tabakasının delinmesine kadar yığınla sorun var. Yani Taliban bunlara nasıl cevap verecek? IŞİD bunlara nasıl cevap verecek? Şimdi bir defa içinde değiller ki…

İzleyicimiz sormuş, Doğan Özkan diyor ki: Neden İslâmcılık, dindarlık iddiasında olanlar, “mülk” konusuna girmiyorlar?

Eliaçık: Evet, şimdi bunu biz biraz gündemde tutmaya çalışıyoruz. Dediği doğru. Şu anda bakarsan, birbirlerini tekfir eden, yani târihsel evrenselciler, tarîkatçılar, mealciler, tasavvuftan tut da İran İslâm Cumhuriyeti’nden Vahhâbî-Selefî’sine kadar hepsi, birden sanki kapitalizmde ittifak etmişler gibi. Hiçbirinin kapitalizme bir îtirâzı yok. “Ne yapalım kardeşim? Çağın yönetimi bu.” Buna yönelik bir îtiraz olmayınca, aslında başlangıçta sorduğun soru da gerçekleşmiş oluyor. Yani şunu söylüyoruz: Eğer çağımızda dünyanın her yerine, Çin’e, eski Sovyetler’e bile kapitalizm hâkim olmuşsa, o zaman İslâm Dünyası’ndan kapitalizme bir îtiraz, bir alternatif dünya cevâbı çıkarsa bu cevaptır. Gerisi cevap falan değildir. Çünkü “Uydum kalabalığa” deyince, çağın hâkim düzeni neyse ona uymuş oluyorsunuz.

Bunu geçen yayınımızdan sonra bir izleyicimiz demişti ki — oradan bakıyorum: “İhsan Hoca sosyalizmi ve İslâm’ı birleştirebilmek için sınırlarını çok zorluyor, ama ülkenin yüzde 1’i dahi bu fikirleri dikkate almıyor” demişti.

Eliaçık: Evet, katılmıyorum, çünkü sorduğunuz soruya göre değişir. “İslâm ve sol bir araya gelir mi?” diye sorarsan, çoğu insan “Gelmez” der. Çünkü İslâm’dan anladığıyla soldan anladığı farklı farklı olabilir; ama “ ‘Çok lâf yalansız, çok mal haramsız olmaz’ sözü sizce doğru mu?” dersin. Yüzde 95, “Doğrudur” der. Veya “ ‘Biri yer biri bakar, kıyâmet ondan kopar’ sözü doğru mu sizce?” dersen, “Doğrudur” der. Demek ki sosyalizm bundan başka nedir ki bu topraklarda? Yani konuyu nereden ele aldığınıza, hangi kavramı kullandığınıza, kişiye hangi soruyu sorduğunuza göre değişir. 

Sol dediğin zaman işin içine kan dâvâsı giriyor. 12 Eylül’den öncesi giriyor, ülkücülük giriyor, sağcılık solculuk savaşı falan giriyor. Oradan girmez de halkın zâten konuştuğu üslûptan, atasözlerinden, halkın özünde damarında, bana göre adına sosyalizm diyemeyeceğimiz, sol diyemeyeceğimiz, ama soldan başka da bir şey olmayan bir şey bence bu halkta zâten var; ama o damarı yakalamak lâzım. Oraya girebilmek lâzım. Onu beceremiyoruz pek.

Bir izleyicimiz sormuştu: “ ‘Gerçek Müslüman’ diye bir tanım yapılabilir mi, yoksa her uygulama yerel veya kişisel olmak zorunda mı kalır?”

Eliaçık: Tabiî her uygulama yerel ve kişisel olmak durumunda; ama insanların hayâlinde, okuduğu kitaplardan “Gerçek İslâm” diye bir tasavvur zihninde olabilir. Zâten bu sâdece İslâm’la ilgili değil, başka konularda da var. Ama garip olan şu; meselâ bir vatandaş şöyle söylüyor: “Atatürk’ün sahtesi var, gerçeği var; solcunun sahtesi var, gerçeği var; milliyetçinin sahtesi var, gerçeği var; ateistin sahtesi var, gerçeği var; ama İslâm’ın sahtesi gerçeği olmaz. Kardeşim İslâm İslâm’dır ve o da Taliban’ın ve IŞİD’in yaşadığı İslâm’dır” diyenler var. Ben bunlara kesinlikle katılmıyorum. Öyle şey olur mu? İslâm’ın da sahtesi ve gerçeği var, doğrusu ve yanlışı var. Bu insanların zihinlerinde algıladıkları şeyin orijinaline ne kadar uyup uymadığıyla ilgilidir ve böyle bir şey de mümkün olabilir.

Bir izleyicimiz sormuş diyor ki, “Sen cehennemliksin” demek şirk koşmak mıdır? İlginç bir soru.

Eliaçık: Tabiî gerekçe göstermeden Allah gibi konuşursa o zaman şirk koşmak olur. “Niye cehennemliğim?” diye sorulması gerekir. Onun da bunu gerekçelendirmesi gerekir. “Şu âyete göre sen cehennemliksin” derse, dersin ki: “Hayır, o âyete göre tam tersi ben cennetliğim. Senin çıkardığın sonucu ben oradan çıkarmıyorum” dediğinde, râzı olması gerekir. “Bu da senin görüşün” demesi gerekir. Ama hiçbir gerekçelendirme yapmadan “Sen cehennemliksin” diyenin îzâhı da yok, açıklaması da yok; “Bu böyle” diyen bir adam kendini Allah yerine koymuş olur yani.

Muharrem Bey sormuş, diyor ki: “Müslüman olmadan iyi bir insan olunabilir mi? Dindar insanlar daha mı ahlâklıdır veya ahlâklı insanlar daha mı dindar olur?” Burada bir şey eklemek istiyorum: Süleyman Ateş hocanın bir tefsiri çıkmıştı biliyorsun zamânında ve orada başlığa şu çıkartılmıştı: “Cennet Müslümanların tekelinde değildir”. Bu yüzden hocayı linç etmişlerdi.

Eliaçık: Evet, hoca doğru söylemişti o dönemde; şimdi ben daha da ilerisini söylüyorum, hocanın söylediğinden üç adım daha ileriye gidiyorum. Şimdi hocamın tartıştığı şuydu, onun da giremediği yer şuydu; hoca diyordu ki: “Ehl-i Kitap, yani Yahudiler, Hıristiyanlar cennete girebilir. Şart nedir? Îman edip sâlih amel işlemektir. Yani iyi dürüst âdilse, bir de Allah’a âhiret gününe de inancı varsa, o kişi cennete girer, girebilir, kurtulabilir” diyordu. Ve bunu Ehl-i Kitap için, Yahudi ve Hıristiyanlar için söylüyordu. Şimdi ben bunu biraz daha ileri götürerek, Yahudi ve Hıristiyan olması da şart değil, iyi dürüst ve âdil olan herkes cennete girebilir; iyi dürüst ve âdil olanı benim inandığım Allah yakmaz; buna deistler, ateistler, agnostikler de dâhil, inanç ölçü değildir. Şimdi benim yakında bir kitabım çıkacak, Doğal Din diye. Buna göre ben kurumsal dinlerdeki gibi anlamıyorum bu cennet cehennem meselesini.

Iyi, dürüst ve âdil olan hiç kimseyi doğal dinin Allah’ı yakmaz; ama kurumsal dinlerin tanrıları, Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, târihsel Müslümanlığın, Emevîliğin, Abbasîliğin, IŞİD’in, Taliban’ın tanrısı yakar. Onlar yakacağını düşünür. Tarîkatçılar bizden başka kimse cennete falan giremez der. Bir ateistin cennete girmesi için Allah’a ve cennete, âhirete inanması gerekmez; iyi, dürüst, âdil olması yeterlidir — bu kadar.

Şimdi bir izleyicimiz, geçen seferki yayında şöyle bir şey demişti; bunu özel olarak not aldım, diyor ki: “Keşke İhsan Hoca’yı Diyânet’in başına geçirsek. Valla bu ülkeye büyük bir iyilik olur”. İster misin böyle bir şey?

Eliaçık: İstemem, prensip olarak istemem; siyâseten olabilir, ama şöyle: Son Diyânet İşleri Başkanı olmam şartıyla.

Çok ilginç. Açsana biraz. 

Eliaçık: Yani Diyânet’i kaldıracağız. Diyânet’in yerine bir proje getireceğiz. Diyânet’siz İslâm olacak memlekette. İslâmî hayat daha çoğulcu olacak, dinî hayat daha heyecanlı olacak. Yani bu tarîkatlar, cemaatler, dinî gruplar, câmiler, dergâhlar, İslâmî merkezlerin hepsi olacak; ama Diyânet olmayacak. Devletin güdümünde bir İslâm olmayacak, devletten tamamen bağımsız olacak, sivil hayatta yaşanacak. Sâdece Ankara’da bir dâirede câmilerin âsâyişini sağlamaya yönelik bir kurul olabilir. Yani onların işletmesini, ruhsatını, kaidelere uyup uymadığını tâkip eden bir devlet kurumu olması lâzım; ama imamlar, müezzinler, vâizler… bunlara gerek yok. 140 bin tâne, 110 bin tâne personel… bunların hiçbirisine gerek yok. Hani RTÜK var ya? Medya hayatını ruhsat veriyor, tâkip ediyor. Onun gibi, Ankara’da bir yerde vatandaş gelir, câmi açmak istediğini söyler. Câmiyi işletmek istediğini, parayla değil de câmide dinî hizmetler vermek istediğini söyler. Devlet de o kurum eliyle vatandaşın önüne yönetmeliği tüzüğü koyar. “Buna göre yapacaksın ve denetleneceksin. Ona göre” der. Herkes kanunlara tâbidir. Câmide konuşulan her şey mahkemelere verilebilir. Hepimiz nasıl ki medyada konuştuğumuzda soluğu hâkimin önünde alıyorsa, böyle “Aman câmilerde irticâ kopar, hortlar” diye merak etmeye gerek yok. Yani tüm lokantalar, tüm restoranlar, işyerleri, eğlence merkezleri, medya kurumları nasıl ki Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına tâbi ise, câmiler de oraya tâbi olur birâder. Bir Diyânet’in denetlemesine, aracı bir kuruma gerek yok. Şu anda Diyânet yavaş yavaş, özellikle bu AK Parti iktidârıyla berâber, Kilise’nin yerine geçmeye başlamış durumda. Yani şu anda Diyânet’e “İslâm’ın Kilisesi” diyebiliriz. Evet diyebiliriz. O noktaya geldi; çünkü fetvâ veriyor, görüş açıklıyor, bâtıl îlân ediyor. “Şu doğrudur” diyor, “bu yanlıştır” diyor. Devlete göre bir İslâm açıklıyor. Bunun dışında olan herkesi tekfir ediyor neredeyse; dışlıyor yani, dışlama tekfir etmek anlamına geliyor. Dolayısıyla bunlar üzerine “Din ve Diyânet” çalıştayları düzenlerdim. Böyle 6 ay falan mevzû tartışılırdı. Sonra yavaş yavaş, yavaş yavaş, Diyânet’siz Müslümanlık Türkiye’de nasıl olur? Bunun yollarını düşündükten sonra ve Diyânet’i de kendi dönemimde yok ederek bırakır, oradan İstanbul’a dönerdim.

Okan Bey’den bir soru var: “Hadis tartışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir hadisin sahih olup olmadığını anlamanın yolu var mı? Güvenilir hadis kitapları var mı? Hadisleri tümden reddeden düşünceler hakkında ne düşünüyorsunuz?”

Eliaçık: Şimdi, “dinî kaynak” ve “târihsel kaynak” diye ikiye ayırıyoruz kaynakları. Dinî kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Benim inancıma göre Kur’an-ı Kerim’in dışında bir dinî kaynak yoktur. Hadisler dinî kaynak değildir, ama İslâm târihinin kaynaklarıdır. Siyer kitapları, hadis kitapları, antropoloji kitapları, dinler tarihi kitapları, Hıristiyanlık, Yahudilik târihiyle, Mecûsîlik târihiyle ilgili bir sürü kitaplar var. Ben bunların hepsini okuyorum. Bunların hepsini târihsel kaynak olarak görüyorum.

“Dinî kaynakla târihsel kaynak dediğin arasındaki fark ne? Anlayacağımız şekilde söyle” denirse. Bir Müslüman’a göre dinî kaynak demek, öldükten sonra Cenâb-ı Hak “Önünüze iki tâne kitap koyacağız” diyor. Birisi kendi hayat kitabın, birisi de Allah’ın kitabı, yani Kur’an-ı Kerim Müslümanların inancına göre. Dolayısıyla biz sâdece Kuran-ı Kerim’den hesâba çekileceğiz. Hadislerden değil, fıkra kitaplarından değil. Benim kitabımdan Yaşar Nuri’nin kitabından, Mustafa Öztürk Hoca’nın kitabından, ilâhiyatçıların kitabından falan değil; Kur’an-ı Kerim önüne konulacak birâder. Ve oradan hesâba çekileceksin. Dinî kaynak bu demektir. Herkes bunu böyle bilmeli. Bunun dışında bir dinî kaynak yoktur. Diğerleri târihsel kaynaklardır, insanlar kabul edebilir de etmeyebilir de; onları değerlendirmeye tâbi tutabilir de tutmayabilir de. Ama sorduğu soruyla ilgili olarak, “Bir kimse ben Kur’an-ı Kerim dışında dinî kaynak kabul etmiyorum. Hadisleri de dinî kaynak olarak görmüyorum. Okumama da gerek yok” derse, ona hiçbir şey lâzım gelmez; yani o da onun görüşüdür, öyle de olur. Ama düşünce dünyasını, dinî kültürünü zenginleştirmek istiyorsa, Peygamber’den sonra neler olmuş? İslâm târihi nasıl gelişmiş? Peygamber’in arkadaşları Peygamber hakkında neler söylemiş? Bunların doğruluğu yanlışlığını da göz önünde bulundurarak, karşılaştırmalı mukayeseli olacak şekilde onlardan yararlanabilir; ama dinî kaynak değil, sosyolojik-târihsel kaynaklar olduğunu görmek şartıyla.

Bir başka soru, senin bu konuya girdiğine çok emin değilim. Daha önce yaptıysan ben kaçırmışımdır; ama çok bereketli bir tartışma da, biliyorsun: Evrim meselesi. Evrim teorisi konusu bayağı baskın olan bir şey; bunu reddetme eğilimi baskın. İzleyicimiz diyor ki: “Kimileri bunu tartışmanın Batı’dan ithal bir tartışma olduğunu söylüyor. Evrim ve İslâmiyet çelişiyor mu?” diye sormuş izleyici.

Eliaçık: Hayır çelişmiyor. Benim bununla ilgili yazılarım da var. Hattâ videolarım da var. Bunlarla ilgili tartışmalara da birkaç yerde girmiştim ben. İnternetten yazıldığı takdirde bununla ilgili en az 5, 10 tâne video, bir o kadar da makalemi bulabilirler. Bana göre İslâm kültürü ve İslâm inancı, bugün çağımızda adına Evrim Teorisi dediğimiz şekilde, yani Darwin’den geldiği şekilde ve her ne şekildeyse, işte, maymundan mı geliyor veya bir ata maymun grubundan mı geliyor insan? Orada da tartışmalar var. Neyse, fark etmez. Öyle veya böyle, evrim İslâm’la çelişmez. Hattâ benim görüşüme göre, ben evrime inanıyorum meselâ; dünyayı Allah’ın yarattığına da inanıyorum, evrime de inanıyorum. Bunların birbiriyle çelişmediğini düşünüyorum.

Hattâ evrim, Allah’ın en büyük âyetlerinden birisidir diye düşünebiliriz. Çünkü milyonlarca yıla yayılan bir yaratılış ve oluşum süreci var. Birbirinin içinden çıkan yaratılışlarla hayat ve evren devam ediyor.

Bunun Batı’dan alınmasına gerek yok. Benim İslâm’ın Yenilikçileri kitabımda “bilim ekolü” diye bir bölüm var. O bölümde bulunan Müslüman âlimleri, İbn Miskeveyh gibi, Bîrûnî gibi, Câhiz gibi, İbn Haldun gibi âlimlerin görüşlerini, Nazzâm gibi İslâm düşünürlerinin görüşlerini okurlarsa, orada, Eski Yunan düşüncesinden ve Hint klasiklerinden aktarıldığı şekilde, âlemin evrimler hâlinde böyle birbirinin içinden çıkacak şekilde yaratıldığını, sâdece insan yaşamında değil tabiatta da bir evrim olduğunu savunan İslâm âlimleri görebilirler, 

Mesela İbn Haldun Mukaddime’sinde bunu açıkça söyler. “Maymun” kelimesini açıkça ifâde eder ve der ki: “İnsanoğlu sedeften salyangoza kadar aşamaları geçirerek insana kadar gelmiştir ve maymuna kadar gelmiştir. Maymun iki ayağı üzerinde dikilip yürümeye başladığı zaman insan olmuştur” der ve insandan da meleke insanın intikal edebileceğini, tasavvur edebileceğini, dönüşebileceğini söyler. O başka bir bağlamda söyler, ama maymundan insana geçişi, “İki ayağı üzerinde yürümeye başlayınca maymun insan oldu” diyor. Yani 1406 yılında İbn Haldun vefat etmiştir, bunu o da söylemiş. Ondan evvel söyleyenler de var. Yani sanıldığının aksine, İslâm düşünce târihi bu evrim düşüncesine yabancı değil.

Meselâ bu evrim tartışmaları benim inancımda pek sarsıntı meydana getirmiyor. Çünkü ben zâten yıllarca bunlarla uğraşmıştım; tâ 2002 yılında İslâm’ın Yenilikçileri kitabını 3 cilt hâlinde sana getirip hediye ettiğimi de hatırlıyorum. Hatırlarsan, eğer… 

Ama belli ki ben okumamışım. 

Eliaçık: Taksim’de bir yerde sen o zaman telefon açmıştın, “Ya, böyle bir kitap çıkarıyormuşsun, ben de ilgileniyorum”. “İslâm’da tecdid” falan, o zaman ben Kayseri’deydim. İstanbul’a geldiğimizde çıkan kitaptan sana da getirmiştim. Yani orada ben bunların hepsini anlattım.

Peki? Hatice hanım soruyor, diyor ki: “ ‘Yaşayan Kur’an’ ne demek?”

Eliaçık: Yaşayan Kur’an… Yâsîn Sûresi’nde geçen bir tâbirden aldım. “Biz bu kitabı ölüler için değil, yaşayanlar için indirdik” âyeti var Kur’an-ı Kerim’de, Yâsîn Sûresi’nde. “Hayy” kelimesiyaşayanlar için indirilmiş olan kitap tâbirinden. Bir de Ayşe’ye sorulan bir rivâyette, “Peygamber ahlâkı nedir?” diye sorunca, o “Yaşayan Kur’an’dı onun ahlâkı” diye cevap verir. Oradan ilham alarak bu ismi koymuştum isim olarak böyle.

İçerik olarak ise Yaşayan Kur’an deyince, demek ki “Bir de ölü Kur’an mı var?” sorusu ister istemez sorulacaktır. Evet. Bana göre Kur’an ikiye ayrılır: Ölü Kur’an, yaşayan Kur’an. Ölü Kur’an, eski tarihlerde olmuş bitmiş olayları anlatan, eski çağların insanlarına hitap eden, eski çağlarda olmuş bitmiş ve eleğe asılmış, defteri dürülmüş kitaba diyoruz. Şu anda ortamda gördüğünüz Kur’an bu ölü Kur’an’dır. Vâizler hep bu ölü Kur’’an’ı anlatıyor. Yaşayan Kur’an derken kastettiğim de bu kitabın çağımızda şu anda yaşayan insanlara ne söylediğine dâir yorumlardan oluşan kitap demektir. Buna göre ben Türkçe meal, tefsir yazdım. Mâlûmunuz zâten bu gerekçeyle belki de geçtiğimiz Şubat ayında Diyânet İşleri Yüksek Kurulu buna yasak getirdi. Yasak 20 gün sürdü. Üst mahkemeye müracaat ederek yasağı kaldırdık. O kitabın ismi Yaşayan Kur’an’dı. Biz orada yaşayan yorumlar yapıyoruz. Yani ben yaptığım yorumu geçmişte şu şunu demiş, bu bunu demiş, O onu yapmış. Bugün neydi? Onların hepsi öldü bitti.

Başladıkça senin sorduğun soruyla ilgili, bu yaşayan Kur’an bu çağa ne diyor yani. Çağımızdaki insanlara sizin bu kitabınızda bir şey söyleniyor mu, söylenmiyor mu? Meselâ şu anda 1.300.000 insan, yeryüzünde aç insan olduğu Birleşmiş Milletler’in kayıtlarına göre. Bunun belli bir oranı da Türkiye’ye düşüyor tabiî. Senin kitabında buna bir çözüm var mı? Bir şey deniyor mu yani 

Bir izleyicimiz de demiş ki, bu bir başka siyâsetçinin de kullandığı bir argümandır. “Sol eliyle yemek yendiğinde kıyâmet koparan muhâfazakârlar haram yendiğinde sessiz kalıyorlar. Neden?” diye sormuş. 

Eliaçık: Evet, işte bu ölü Kur’an, eski din, yaşayan Kur’an’ı bilmediklerinden dolayı yaşayan yorumlar yapamıyorlar. Geçmiş çağda yaşıyorlar. Hala günümüze gelememişler ruhları eski çağlarda bedenleri bu çağda.

Parçalanmış birlik, yani Daryush Shayegan’ın dediği gibi veya Fazlurrahman’ın dediği gibi, ruh eski çağda, bedeni burada; ama ruh öbür tarafta parçalanmış, ruh beden parçalanmış, bilinç yarılması var. Eski çağlarla yeni çağı birbirine birleştiremiyor. Bu çağın çocuğu ama eski çağlarda yaşıyor; eski çağlarda yaşıyor, günümüze gelemiyor, bedeni bu çağda yürüyor. 

Dolayısıyla bunları bir araya getiremeyince ve eski geleneksel kültürden etkilendiği halde onları terk edemeyince küçüklükten beri vâiz olarak câmilerde ne diyor? Sol elinle yemek yemeyeceksin, sol elle tuvalete gitmeyeceksin, sol elle şunu yapmayacaksın, sol el, sol el… böyle lânetli bir sol söylemi var. Yani her şeyin aksi pis lânet sol yani. Sağ da bereket. 

Halbuki bu sağ ve solun Kur’an’da anlatılan, “Onların defterleri sağ taraflarından verilir. Defterlerin sol taraftan verilenler cehenneme, sağ taraftan verilenler cennete girecek” söylemiyle Fransız Devrimi’nde ortaya çıkmış olan sağın solun hiçbir alâkası yok.

Hiçbir alâkası yok. Araplar şöyle Kâbe’ye bakarmış, kuşlar sağdan geliyorsa bu yıl bereket, soldan geliyorsa lânet geliyor diye düşünürlermiş. Onların bildikleri sağ sol bu yani. Yani sol orada lâneti temsil ediyor, sağ bereketi temsil ediyor. Onun günümüzdeki siyâsal solculukla ve sağcılıkla bir alâkası yok. Geçen programda anlatmıştım, siyâsal duruş, hak, hukuk ve emek savunusu açısından bakacak olursak, Peygamber’in Mekke ve Medine’de duruşu sol, Ebu Cehil’in ve taifesinin duruşu sağ duruştur.

Hüseyin Bey diyor ki, “Gusülde kuru yer kalmaması fetvâsını nasıl değerlendiriyor?” Böyle bir fetvâ mı verildi?

Eliaçık: Fıkıh kitaplarında öyle anlatır. Bana göre aşırı bir yorum. O kadar aşırı gitmeye gerek yok. Gusül abdesti zaten temizlenmek için değildir, semboliktir. İnsanlar temizlenmek için banyo yaparlar, sabunla keseyle falan hamama giderler veya evlerinde temizlenirler. Gusül abdesti denilen şey, temizlenmek için yapılan bir eylem değildir; aynı zamanda temizliğe de neden olur, orası ayrı, ama esas amacı semboliktir. Abdest almak da öyledir. Gidiyorsun, abdest alıyorsun, sonuçta bir temizleme meydana geliyor; ama bu derinlemesine bir temizlik değil. Maksat şu, eski çağlarda insanlar günah işledikleri zaman dilinden bir bölüm keser, Tanrı’nın önüne koyar, elini keser, burnunu keser, organını keser, kulağını keser. Bunlarla suç işlendiği zaman, bunlara zarar verecek bir eylemde bulunulurdu eski dinî uygulamalarda. İslâmiyet, akıl ve mantık dini olduğu için dedi ki, “Bir yerini kesmenize gerek yok. Elle mi günah işledin, elini yıkarsın. Ağzına su verirsin, kulaklarını yıkarsın, bedenini yıkarsın. O sana temizlenmiş, temiz olma hissi verir. Dolayısıyla bir yerlerini kesmene falan gerek yok.” Bu tür ritüellerle insanlara zarar vermekten uzaklaştırdı. Onlara gayet aklî, mantıklı bir yorum getirdi, tamâmen de kaldırmadı. 

Bir izleyicimiz, Muhammed Doğan demiş ki: “Bir konuşmanızı duymuştum. Cennet ve cehennem sâdece bu dünyada demiştiniz. Cennet ve cehennem sâdece bu dünyada mı, öbür dünyada cennet cehennem yok mu?”

Eliaçık: Şimdi “Cennetle cehennemin uhrevî ve dünyevi iki yüzü var” demiştim. O konuşmayı tam dinlememiş veyâhut da bir bölümü dinlemiş olabilir. Cennet ve cehennemin dünyada olması cennet ve cehennemin dünyevî yüzüdür. Yani “cennet” dediğimiz yer sınırsız, sınıfsız, saldırısız, savaşsız bir dünya kurmaktır. Bu, dünyanın cennet olacağı anlamına gelir. Esâsında buradan baktığımız zaman, Kur’an’da anlatılan cennet, bu dünyanın kendisi zâten. Burayı biz tahrip ettiğimiz için, yasak ağaçları, yasak elmaları yediğimiz için –sembolik anlamda– burayı zâten cehenneme çevirmiş vaziyetteyiz. Çünkü savaş var, saldırı var, öldürme var, çalma var, insanların birbirini işgali, fitne ve fesat var. Bunların olmadığı doğal dünya, zâten Kur’an’a göre cennet. “Ona dönün” diyor, “Bunları yapmayın, yasak ağaçlardan, yasaklardan uzak durun, ağaçlar yemeyin” diyor. Şimdi bu anlamda zâten insan eli değmemiş olan doğal dünyaya Kur’an-ı Kerim “cennet” diyor. Pınarlar var, akan sular var, şelâleler var, plajlar var, ağaçlar var, yeşillikler var, hûriler var. Hepsi var kardeşim. Bu dünyada barış, esenlik, kardeşlik, savaşsız, saldırısız, sınırsız, sınıfsız bir dünya… buna zâten “cennet” diyoruz. Bu vardı zâten bu dünyada, insanoğlu bunu bozdu. Kendi ellerimizle yeryüzünden karada ve denizde çıkardığımız fesatlar sebebiyle burayı cehenneme çevirdik. “Yapmayın bunu” diyor. Şimdi îtikat olarak ise –ikinci bölümü cennet ve cehennemin uhrevî yüzü– Müslümanlar bu dünyada bu anlattığımız şeyler olmasa bile, bizim ömrümüz buna yetmese bile, bir gün bir yerde –nerede olacağını bilmiyoruz– Allah bu dünyayı kuracaktır ve o dünyada eninde sonunda yaşayacağız. Buna olan sonsuz îtikatı, bitmeyen umudu ifâde eder âhiret inancı bu anlamda.

Peki, sana herhalde son dönemlerde en çok sorulan sorulardan birisidir. Burada da soralım; çünkü tam günümüze cevap verme meselesi: LGBTİ+ hakları meselesi. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Eliaçık: Bununla ilgili de yazılarım var, çokça okunan yazılar üstelik. Meselâ “Kur’an’da ‘Lut’ kıssası ne anlatıyor?” diye bir yazım var. 2015’lerde falan yazmıştım, 7-8 senelik. Özetini söyleyeceğim, teferruatı o yazıda okunabilir. Ben Kur’an’da “Lut” kıssasında eşcinselliğin cezâlandırıldığı kanaatinde değilim. “Lut” kıssasında bir cezâlandırma var, cezâlandırma anlatısı var; ama bu “Lut” kıssasının “Lut” toplumuna egemen olan mele-i mütrefin, yani toplumun ileri gelen yöneticilerinin zorbalığına yönelik bir cezâlandırma ve tehdittir. Çünkü onlar zorba yöneticilerdi, kavimlerinde has bahçeler açmışlardı. Bu has bahçelerde “ayş-u tarab” ile meşgul oluyorlardı. Halil İnalcık’ın Osmanlı için yazmış olduğu bir kitabın ismidir bu: Has-Bağçede ‘Ayş u Tarab. Sarayını açtığı bahçede, şarap ve oğlan günleri demektir. Bunları yapıyorlardı, Lut kavmi de bunları yapıyordu. “Lut” kıssasında anlatılan, onları yönetenler de bunları yapıyorlardı. Yol başlarında duruyorlardı, gelip geçen genç erkekleri yakalayıp bu has bahçelere götürüp onlara tâciz ve tecâvüzde bulunuyorlardı. Bu zorbalık lânetlenmişti. Birinci derecede lânetlenen zorbalıktır. Zorbalık olmadığı takdirde durduk yere insanların cinsel eğilimleri ve yönelimleriyle ilgili herhangi bir açıklama Kur’an-ı Kerim’de yoktur. Zorbalık bağlamında vardır. “Lut kıssası niye bu zorbalığı yapıyordu?” diye soruyoruz. İkinci sorunun cevâbı geliyor. “Çünkü onlar kadınları bırakıp erkeklere yöneliyorlardı. Genç erkekleri zorla alıp has bahçelerine götürüyorlardı” denir, ikinci dereceden cevaptır. Burada Müslümanların çoğu “Sırf eşcinsel oldukları için bunlar cezâlandırıldı ve lânetlendi” diyor. Hayır, zorbalıktan dolayı. Çünkü 9 yerde geçiyor bu “Lut” meselesi. Ben onların hepsini tek tek inceledim. Hepsi de zorbalıkla ilgili ve sâdece “Onlar kadınları bırakıp erkeklere yöneliyordu” cümlesi vardır. Bu cümleyi de çıkarırsan eşcinsellikle ilgili herhangi bir açıklama yoktur Kur’an-ı Kerim’de. Bu da zorbalık bağlamında… Bunlar ne yapıyordu? Kimileri yağmaya çıkıyordu, kimileri fitne, fesat çıkarıyordu, kimileri insanları köleleştiriyordu, kimileri öldürüyordu, kimileri çalıyordu, kimileri zorla köle yapıyordu, kimileri de kadınları bırakıp erkeklere yönelerek, toplumun genç çocuklarına musallat olarak onlarla has bahçelerde eğlenmeye kalkışıyorlardı. Bu yaptıkları zorbalıktan dolayı bir karşı söylem görüyoruz. Bunun dışında, günümüzde kendilerine “LGBTİ+” denilen vatandaşlar, yönelimde olan insanlar kapılarını kapattıkları, eğilimlerini dışarı herhangi bir şekilde dayatmadıkları sürece, bence bir Müslüman toplumda diğer insanlarla eşit bir şekilde yaşayabilirler. 

“ ‘Kur’an’dan başka kaynak yok’ dediniz. Kur’an Allah’ın koymuş olduğu kurallar bütünü değil mi? Bu aynı zamanda şerîat olmuyor mu? Bu durumda şerîat kurallarına uygun yaşamayan Müslüman olabilir mi?” Ruken Hanım’ın sorusu bu. Bu da herhalde en çok sorulan sorulardan birisidir.

Eliaçık: Şerîattan ne anladığınıza bağlı. Şerîat nedir? Bana göre şerîat, hukuk kuralları demektir. Çağımızdaki karşılığı da “hukukun üstünlüğü” demektir. Yani keyfimize göre, o sabah nasıl kalktıysak ona göre, bir âileye göre, bir hanedana göre, bir kişinin kişisel öfkelerine ve sevdiğine veya sevmediğine göre değil, önceden belirlenmiş kurallara göre yaşayacağız. Toplumsal kurallar, önceden belirlenmiş kurallara göre olacak ve toplumu yönetenler de o kurallara tâbi olacak. Bu, dinin işlevlerinden bir tânesidir. Mâlûmunuz dinin anlamlar, değerler ve kurallar bütünü olması söz konusudur. Aynı zamanda dinin dünyayı açıklama, hüznü giderme ve kural koyma işlevleri vardır. Burada da kurallar konulur. Meselâ ne denir? “Öldürmeyin.” Şerîat kuralıdır. “Çalmayın.” Şerîat kuralıdır. Aynı zamanda Türk Cezâ Kanunu’nda adam öldürmek, hırsızlık yapmak, can ve mal aleyhine işlenen suçlar kapsamına girer. Avrupa Birliği’nde de yasaktır, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında yasaktır. Yahudilikte de, Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da öldürmek ve çalmak büyük suçtur ve yasaktır. Şerîatın iki büyük kuralı da budur: Öldürme ve çalmak yasaktır. Bu çalanlara ve öldürenlere ne cezâ vereceğiz? Burası da târihseldir. Mustafa Hoca anlatıyor. Başka cezâlar da öldürme ve çalmaya mâni olabilir. Meselâ iftirâ atmak, tâciz ve tecâvüzde bulunmak, rüşvet yemek, rüşvet almak, kul hakkına girmek, insanlara tazmînat gerektirecek derecede zarar vermek, bu anlamda şerîatın, hukukun temelinde zarara zararla karşılık vermek yoktur. Bakacağız, bir şey zarar veriyorsa yasaktır. Zarar vermişse ona zararla karşılık vermek de yasaktır. Hukukun da temeli budur. Çağa uymayan veya hırsızlığı önleyemeyen, adam öldürmeye mâni olamayan, rüşvete engel olamayan, cezâlar Kur’an-ı Kerim’de “Kırbaç vurun, sopa vurun” dense bile mâni olamıyorsa, onların yerine yeni kurallarla mâni olucu kurallar getirilir. “Dinamik şerîat” denir buna. Hukukun sürekli kendini yenilemesi demektir. 

Bir izleyicimiz Diyânet konuşmasının ardından şunu sormuş, “Câmiler Diyânet’in maddî desteği olmazsa, bireylerin desteğine kalırsa gerçekten aynı sayıda câmi ile devam edilir mi?” diyor. Yani “Çoğu kapanır herhalde” diyor.

Eliaçık: Eğer cemaati yoksa câminin, onu mahallenin ihtiyâcı neyse ona dönüştürmek gerekir. 

Ya cemaat para vermezse?

Eliaçık: Bu câmi düşmanlığı yapmak falan değildir. Bakın, geçenlerde Suudî Arabistan’da bir imam şöyle bir fetvâ verdi, “Nihâyet benim gibi düşünen birisi çıktı” dedim, Suudî Arabistan Din İşleri Yüksek Kurulu’nda bir üye diyor ki, “Artık ezan okumaya gerek yok, çünkü internette siteler var, namaz vakitlerini bildiren kol saatleri var. Teknoloji çok gelişti. Böyle bağırarak namaz vaktinin geldiğini söylemeye artık ihtiyaç kalmamıştır” diyor. Şimdi burada birçok kişi buna karşı çıkıyor. Adam doğru söylüyor, neden karşı çıkıyorlar? Çünkü ezan okumak, bir dinî uygulama olmaktan günümüzde çıkmış durumda. Ezan okumak hâkimiyetin, hegemonyanın, millî kimliğin bir parçasına dönüşmüştür ve dinî uygulama olmaktan çıkmış. Meselâ ülkücüler ne diyor: “Ezan susmaz, bayrak inmez.” Buradaki ezan nedir? Dindeki ezan değildir. Bilâl-i Habeşî’nin okuduğu ezan değildir. Dinî bir uygulama olarak insanları toplantıya, namaza çağırma nidâsı değildir. Bu milliyetçinin, kendi milleti için düşündüğü bir millî kimliktir. “Bu kimliğe dokunamazsın, susturamazsın” diyor. Kendisi câmiye gitmiyor zâten. “Ezan susmaz” diyor, ama namaz kıldığı yok; ama ezan neye dönüşmüş? Millî kimliğe dönüşmüş. Dolayısıyla şu anda Türkiye’deki dinî uygulamaların birçoğu millî kimliğin bir gereği olarak savunuluyor, din olduğu için savunulmuyor. Din olduğu için savunursan, Suudî Arabistan’daki hocanın dediğini yapman lâzım. Adamın dediği doğru; ihtiyaç yok artık, ama şimdi nasıl susturacaksın? O zaman, “Sen ezanı mı susturmaya çalışıyorsun? Dış güçler ezanı susturmaya çalışıyor” diye bambaşka mecrâya getirilmiş oluyor konu.

Burada Zafer Bey’in sorusu da belki bunun devâmı olabilir: “Dini, bir kimlik meselesi mi, yoksa bir kişilik meselesi olarak mı görüyorsunuz?” 

Eliaçık: Kişilik meselesi olarak görüyorum.

“Eğer bir kişilik meselesi olarak görüyorsa, evrensel değerleri bir kalıba sığdırarak onu daraltmak anlamına gelmez mi?” diye devam etmiş.

Eliaçık: Gelmez, şöyle gelmez. Meselâ ben Avrupa’da olsam, elime İncil alarak tüm Hıristiyan köylerini kasabalarına dolaşırım ve Kur’an’da anlatılan şeyin aynısını İncil üzerinde anlatırım.

Hindistan’a gitsem Vedaları, eski İran’a gitsem Zerdüştlüğün kitabını, Avesta’yı okuyarak da aynı şeyi yaparım. Dinler, evrensel değerleri inhisarını alarak, “Bu bizden başkasında olmaz” derlerse o zaman dediği daraltma ve küçültme olmuş olur. Halbuki dinlerin asıl görevi, evrensel değerleri kendi inhisârını alıp, “Ahlâk, doğruluk, dürüstlük, erdem bizden başka bir yerde olmaz. Eğer bunlara sâhip olmak istiyorsanız bizim dilimize gireceksiniz” demek değildir. Bunun yerine dinleri kendilerini evrensel değerleri vurgulayan, pekiştiren ve evrensel değerlere göre insanlar yetiştiren bir okul olarak görmelidir. Ben zâten dinleri bir okul gibi görüyorum. “Bütün hukukçular Harvard’dan mezun olacak, Cambridge’den mezun olacak” diye bir kural yok. Başka okullar da var, “İyi insan Müslüman olur” diye bir kural yok. “İyi bir insan olmak istiyorsanız Hıristiyan olacaksınız” diye bir kural yok. İnsanlığa mahsustur iyi olmak, doğru olmak, dürüst olmak. Doğaldır bunlar. İnsanın doğuşuyla berâber gelen değerlerdir. Ama dinler, bunun üzerine özel vurgu yaparak, insanları örgütleyerek bunun üzerinde özel ihtisas alanları ve eğitim yöntemleri geliştirerek, bu değerler doğrultusunda insanlar yetiştirirler. Eğer böyle insanlar yetiştirirlerse herkes onlara özenir. “Ben de o okula kayıt yapayım, benim çocuğum da oraya kaydolsun da iyi bir insan olsun” derler. Ama şu anda Müslümanlık bu özelliğini çoktan kaybetmiş durumda. “Aman aman oradan kaçın” diyor insanlar, bırak oraya gidip kayıt yaptırmayı.

Muharrem Bey soruyor, diyor ki: “Allah’ın yüklediği görevlerden sâdece birini bile kabul etmeyen insan kâfir mi olur?”

Eliaçık: Şimdi hangi görev? Neyi kabul etmiyor, neden kabul etmiyor? Şimdi, kâfirlik, ısrar gerektiren ve bilinçli –çıkarından veya menfaatinden dolayı– karşı çıkışı ifâde eden bir şey. Meselâ bir insan, “Ben Allah’ı kabul etmiyorum. Cennete cehenneme inanmıyorum. Peygamber’in Allah’ın elçisi olduğuna da inanmıyorum. Kur’an-ı Kerim’in de Allah’ın sözü olduğuna inanmıyorum” derse, bu kişi Kur’an’da anlatılan “kâfir” değildir. Kur’an’da anlatılan “kâfir”, aktif militan, düşman kişiliği ifâde eder. Bu ne demektir? Meselâ bir çıkar şebekesi kurmuş, sürekli adam öldürüyor. Yargısız infazlar yapıyor ve bunu kimseye sormuyor. Bundan dolayı da kendisinin hesâba çekileceğini de kabul etmiyor. “Kimse bana hesap soramaz” diyor. Sürekli insanları sömürüyor, insanların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını alıyor, satıyor, kendi menfaatine geçiriyor, çete kurmuş, düzen kurmuş, buradan geçiniyor ve bunun da hesâbını kimseye vermiyor. Öldürme, çalma, yağma, işgal, çökme ne varsa hepsini yapıyor. Kâfir bunlardır. 

Yahya Kemal Bayar’ın sorusu bu — aslında çok bildik bir soru, ama yine de özellikle vurgulamak lâzım: “Aynı Kur’an’ı, aynı hadisleri okuyan Müslümanlar neden 40 fırkaya bölünüyor?” diyor.

Eliaçık: İnsan olmaktan kaynaklanıyor bu. Buna şöyle cevap veriliyor: “Diğerleri bölünüyor anladık da Allah niye bölünmeye müsaade ediyor, Allah izlemiyor mu bu bölünmeleri, niye parçalanmalara müsaade ediyor?” Bunun dinî içerik olduğu için, Allah’tan gelme söz olduğu için bölünme olmaması gerektiğini ve herkesin okuduğunda aynı şeyi anlayacağını veya anlaması gerektiğini söylüyorlar. Halbuki buna da ben Nietzsche’nin bir kitabındaki isimle cevap veriyorum, İnsanca, Pek İnsanca diye bir kitabı var Nietzsche’nin, çok sevdiğim bir kitaptır. Kur’an-ı Kerim’de bunun gibi, “insanca, pek insanca” bir kitaptır. Kur’an’ın ilham kaynağı Allah olabilir, ama kitabın muhtevâsı, içeriği, dizilişi, okunuşu pek insancadır. Diğer kitaplarda ne varsa bunda da o vardır. Diğer kitaplar okunduğunda nasıl yanlış anlamalar söz konusu olabiliyorsa, bu okunduğunda da yanlış anlamalar söz konusu olabilir. Meselâ sol fraksiyonları sayalım, bir ara 49 fraksiyon yazmıştı Doğu Perinçek’in gazetesi 12 Eylül’den önce. İslâm dünyasında da “72 fırka” rivâyeti vardır: “Ümmetim 72 fırkaya bölünecektir”. Buradaki “72” çokluğu vurgulamak için. “Paramparça olacaktır, bölünecektir” anlamında bunu uydurmuşlar. Aslında Peygamber öyle bir şey söylememiş de. Sol fraksiyonlar, Atatürkçü gruplar, milliyetçi fransiyonlarla, dinî grupların aşağı yukarı sayısını sayın, hepsi de birbirine yakın veya aynıdır. Biri değerinden ne fazladır, ne de eksiktir. Biri çok birlik içerisinde de diğeri böyle paramparça değil. En birlik içerisinde gördüğünüz Tayyip Erdoğan’ın AK Partisi’nin içinde bile 40 tâne fraksiyon var; ama dışarıdan belli etmezler, çünkü orada bir menfaat var. Dolayısıyla bu bence insan olmaktan kaynaklıyor. 

“Reform” lâfını kullanıyor musun? Benimsiyor musun?

Eliaçık: Kullanıyorum. İslâmî reform lâzım, ama İslâmî reformdan bu ne anladığınıza bağlı. Ben İslâmî reformdan Kur’an âyetlerini değiştirmeyi kastetmiyorum. Çünkü Kur’an âyetlerini değiştirmek hem bizim haddimize değildir hem de küstahlıktır; çünkü ben kendi kitabımın bir harfinin bile değiştirilmesine rızâ göstermem. O kitabı benden başka kimse değiştiremez. Yeni baskısını yaparım ve değiştiririm gerekçesini sunarak. “Şu gerekçeyle bunu yazdım” derim. Devrimci İslâm kitabım var benim, 1993’te çıktı. Ona 2014’te şerh yazdım, kendi kitabıma şerh yazdım, “Yukarıdaki gibi düşünmüyorum” dedim. 93’te yazdığımı da hiç değiştirmedim, değiştirmeyi de okuyucuya hakaret olarak gördüğümden dolayı, benim 93’te ne yazdığımı da okuyucunun bilmesi gerekir benim fikrî târihim açısından. Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanlar Allah’tan geldiğine inanır. Muhammed bu kitabı Allah’tan bize getirmiştir. Şimdi bu kitabı Allah değiştirebilir. Noktasını dahi değiştiremezsiniz, buna hakkınız yok. Bir de küstahlıktır. Kimsenin kitabını değiştirmeye kalkmayın. Bu kitabı benim anlama yetkim vardır. Bu kitap bana hitap ediyor. Peygamber dâhil bu kitap üzerine yazan kişiler herkes şu anda ölmüş durumdadır. Yaşayan benim, o zaman da yorumlayan ben olacağım müsaadenizle. Eski çağlarda yaşamış olanlar geçti gitti. Şu anda bizim çağımızdayız. Biz de öleceğiz, bizden sonrakiler gelecek, o zaman da onların çağı başlayacak, onlar da kendi yaşayan kitaplarının yorumlarını kendileri yapabilirler. Dolayısıyla buna biz “tecdid” diyoruz, İslâm kültüründeki klasik adı “tecdid”dir. Türkçe’de “yenilik” dediğimiz şey, Batı dillerinde de “reform” deniyor.

Bu birazcık Kemal Kılıçdaroğlu’nun “değişim”e karşılık “yenilenme” demesi gibi oldu.

Eliaçık: Genellikle kendilerinin değişmesini istemeyenler, değişim söylemine karşı çıkarak “Aslında değişim değil, yenilik lâzım” der. Yenilikten maksat nedir? Benden başka herkesin değişmesidir. Şimdi ben şöyle bir soru sordum dün yaptığımız tartışmada: Kemal Kılıçdaroğlu dışında herkesin değişmesi değişim midir? Yoksa hiç kimsenin değişmeyip sâdece Kemal Kılıçdaroğlu’nun değişmesi mi değişimdir?

Sana son bir soru, izleyicimiz diyor ki: “Sayın Eliaçık ve sayın Öztürk’ü kendi mahallesi taşlayacak. Bir an önce îtiraf etsinler de bizlerin saflarına katılsınlar” demiş.

Eliaçık: Nereye çağırıyor bizi. 

Bilmiyorum.

Eliaçık: O arkadaşlara şunu söyleyeyim: Arkadaşlar şahsen benim böyle ateist olmamı falan beklemeyin. Twitter’da diyor ki, “Hoca yeter artık, kendini de yoruyorsun, biz de yoruyorsun, îlân et artık.” “Ne îlân edeceğim?” diyorsun. “ ‘Ben bu dini bırakıyorum. Artık ateist oldum’ de. Sen de kurtul biz de kurtulalım” diyor. Hadis var, der ki: “Kıyâmet kopsa, elinizde bir tohum olsa, ağacı dikin” der. Şimdi ben kıyâmetin yarın kopacağını bilsem, anlasam ki, bu din yalan, Muhammed de aslında sahtekâr birisiymiş, IŞİD lideri gibi birisiymiş. Çıkmış ortalığa, orayı burayı işgal edip, kadınlarla evlenmek için, 11 tâne evlilik yapmak için, karı-kız peşinde bir adam yani, çoğu böyle söylüyor, Turan Dursun edâsında. Ben bu edâlarda değilim, buralarda değilim ben. 7 yaşımda babamdan şunu öğrendim: “Allah bir, peygamber hak.” Ben hâlâ bu inanç üzerindeyim. Bunu hiç değiştirmedim ve değiştirmeyi düşünmüyorum ve İslâmiyet’e mensup olmaktan gurur duyuyorum. Akıl dini, mantık dini, çağa hitap eden din. Bana göre modernizm Avrupa’da değil, 7. yüzyılda çölde başlamıştır. Ama ben o bildiğiniz hocalardan değilim. Başka bir yerde yorumluyorum. Doğal din olarak İslâmiyet’i yorumladığınız zaman hiçbir sorun yok.

Biz de zâten seni o bildiğimiz insanlardan olmadığın için çağırıyoruz. Yine keyifli bir sohbet oldu. İzleyicilerimize de çok teşekkür ederim. İhsan Eliaçık sorularınızı, yorumlarınızı cevaplandırdı, kendisine teşekkürler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.