Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Müge İplikçi yazdı: Hayırdır inşallah

Dükkân kalabalıktı. Tahir ne yapsın? Gömleğinin yakasında yazanın yalancısıyım.

Elimle işaret edip bir tane çay istedim. Bu arada onun görebileceği biçimde dudaklarımdan aynı cümle döküldü: Benbirtaneçayistiyorum. Oralı bile olmadı.

Aradan yarım saat geçmişti ki masaya uğramayı akıl etti.

“Ne istemiştiniz?”

“Çay”.

“Hemen geliyor.”

“Aman hemen olmasın” dedim içimden. “Hemen dediğin iki saati alır şimdi.” 

Tahir gitti ve bir müddet, tahmin ettiğim gibi ortalıkta gözükmedi. Dükkân dolup taşıyordu. Bir kitapçı dükkânı olmasına rağmen, insanların çoğu (Çoğu mu? Neredeyse hepsi) çay kahve içtikleri sundurmadaydılar. Bir kitapçının kafesinin olması iyiydi tabii; lakin bir çayhanenin kitapçı olma merakı bambaşka bir şeydi. İşler karışıyordu kendiliğinden. 

Karışmayan ne vardı ki?

İşler arapsaçına dönmüştü. “Öyle deme” diyen bir arkadaşım aklıma düştü. Şermin. “Öyle deme Nesrin. Politik olarak doğru değil.” Sonra, uzun yıllar yurtdışında bulunmanın hevesiyle (nereden kaynaklıydı bu heves pek anlayamamıştım) “politically incorrect Nesrin anla işte, politically incorrect” dedi. Ben de onun hevesini taklit ederek sormuştum: “Arapsaçı mı?” Cevap aynı hevesin tınısında takılı çıkageldiydi: “Tabii.”

Tahir bana el sallayıp duruyordu uzaktan.

Bir cumartesiydi. Şehrin bütün insanları çayhanede çay içiyor gibiydi. Ben hariç.

Sen git en uzak köşeye otur sonra bekle ki Tahir çıkagelsin. Suç bendeydi. Ne diye buraya oturursun, ne diye evden çıkıp buraya gelirsin. Neymiş hava alacakmış. Havan batsın be Nesrin. Şimdi bir de, daha afili bir fon seçer, sonra selfi çeker Instagram’a koyarsın. Altına da yazarsın elbet. “Yazdan kalma bir gün ve ben şehrin en gözde mekanlarından birindeyim” diye. 

Sonra da burayı etiketlerdim tabii. Bir cumartesi yapayalnız orada ne yapıyorsun be anam diye sormayı kimse akıl edemezdi. Etse de sormazdı, sorsa da içinden sorardı. Zaten bu çeşniyi yaratacak o kadar takipçim de yoktu. Yok. Sen, ben, bizim oğlan. Beden eğitimi öğretmeni, emekli. Ondan bu olur işte. 

Ne çok kitap okurdum. Bütün taliplerim beden öğretmenleri olurdu elbette ve hep aynı soruyu sorarlardı: “Bir beden öğretmeni olarak bu kitaplar ne iş?” O zaman da onlara edebiyat öğretmeni annemden bahsederdim. Hangi kitapları okuduğum sorusunu beklerken o soru gelirdi: “Sağ mı?”. Annem sağdı. Sonra şu açıklamayı yapmak farz olurdu: “Annem turp gibi, yani sayılır, geçirdiği felç yüzünden belden aşağısı tutmuyor, birlikte yaşıyoruz.” Birlikte yaşıyoruz cümlesi, burada şimdi, bu halde, bir çay istiyorum cümlesiyle denkleşirdi o zaman. Felçli bir  kayınvalide adayının yan odadaki olası gözcülüğü, damat adaylarını, tıpkı Tahir gibi benden soğuturdu. Şimdi geliyorum deyip bir daha gelmeyen beden eğitimi öğretmenleri korosunun zihnimde tekrarlayıp durduğu cümle de zaten buydu: “Bir daha gelmeyecek.”

“Gör bak bir daha uğramayacak yanına!”

Bu cümleyi yüksek sesle söylemiş olmalıydım ki, aniden, küçük oğluna çanta bakan bir kadının vahşi bakışlarıyla karşılaştım. Bulunduğum yerin özetlerinden biri de buydu. İçeride, kuytuda, çantaların yığıldığı yerin hemen yanıbaşındaki masada oturan dinç, göbek bağlamamış yaşlı bir kadındım. Biraz ileride kırtasiye eşyaları, kalemler falan. Belki bu yılın eskimiş masa takvimleri de mevcuttu. Annemin meraklı olduğu cinsten ajandalar da. Ancak hepsi eskimişti işte. Ekim bitiyordu. Yıl da. Eski bir yılı sil baştan hayata geçirecek ne kudretim vardı ne de inancım. Bu yıl da bitmiş, ucuzlamıştı işte. Şermin olsa buna da bir kulp bulurdu mutlaka. Bir heves bir heves. Galiba o insanlardandı Hevesli Şermin: Açıklayıcı. Sen öyle diyorsun ama bu böyle. Sen böyle diyorsun ama şu şöyle. Bu ne umutsuzluk böyle, kalk silkin. At üzerindeki ölü toprağını. Hemen! Mücadeleni ver, yılma.

Ya Allahaşkına be Şermin… Aaa, bu Şermin de nereden aklıma takıldıydı bugün.

Dışarıda vur patlasın çal oynasın ekibine ise söylenecek söz yoktu. Belki manasız o sorunun ve o soruya yapıştırılacak cevabın muhatabı bile değildiler.

Soru: “Sevgili çaycı ahali dünyayı kitaplar değiştirebilir mi sizce?”

Cevap: “Aaa, tabii tabii… Kesin. Dünya barışı için, kesin. Çok lazım.”

Buradan bakınca, Tahir, oradan oraya koşturan bir kelebek gibiydi kitapçı dükkânının serabında. Dükkânın hemen dışarısındaki kalabalıksa bütün haşmetiyle kapladığı alanın hakkını veriyordu. 

Tam, sorularım ve birazdan çekecek olduğum selfi planlarımla öğleden sonrama farklı bir biçimde devam etme kararı almıştım ki gençten bir oğlan, o sırada tüh, yakın gözlüğümü çıkardığım için göğsünde yazan ismini okuyamamıştım, koca bir fincanla karşıma çıkıp “Beni şuradaki Tahir Abi gönderdi, siz çay istemiştiniz değil mi?” demez mi!

Çay istemiştim ama leğenle değil diyesim geldi. Demedim. Tahir, o düşünceli oğlan bana deminki serabın içerisinden yine el sallıyor, öteki eliyle “iç iç, dik kafana” işareti yapıyor, hayırdır inşallah, demek beni düşünüyor, demek beni seviyordu. N’aber Şermin Hanım…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.