Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Gezi Parkı davasından tutuklanan ve 18 yıl hapis cezası alan Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay’a “hak ihlali” kararı veren AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yargıda yaşanan kriz ile ilgili Özbekistan dönüşü konuştu.
Erdoğan, Yargıtay’ın yüksek mahkeme olduğunu inkâr edilemeyeceğini söyledi ve “AYM bu noktada maalesef birçok yanlışları da arka arkaya yapar hale geldi. Bu da bizi ciddi manada üzmektedir. Şu an itibarıyla Yargıtay’ın aldığı karar asla bir kenara atılamaz, itilemez” dedi. Daha sonra bir açıklama daha yapan Erdoğan, “Gerekirse anayasa ve yasa değişiklikleri dahil tüm yöntemleri kullanarak, tekrar böyle bir tartışmanın ortaya çıkmaması için gerekenleri yapacağız” dedi.
AYM tasfiye edilir mi? Cumhur İttifakı’nda bir kriz mi var? Muhalefet bu sorunu nasıl çözebilir? Özgür Özel bu sınavını nasıl veriyor? Ruşen Çakır, sizlerden gelen soru ve yorumlarla değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Ali Deniz Çakır
Merhaba, iyi günler sizlerle birlikte bir yayın yapacağız. Konu da tabiî ki muhâlefetin “yargı darbesi” olarak adlandırdığı olaya Erdoğan’ın yaklaşımı. Bunu ilk kez dile getirdi ve Erdoğan açık bir şekilde Yargıtay’dan yana tavır aldı. Neden böyle yaptı? Bundan sonra ne olabilir? Bunları sizlerle konuşmak istiyoruz. Bunu nasıl yapacağız? Benim ve Medyascope’un youtube sayfalarında, oradaki “chat” bölümlerine sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi yazabilirsiniz. Oralardan sizin de katılımınızla bu son derece hayâtî konuyu biraz tartışalım. Bugün Kemal Can’la yapacağımız “Haftaya Bakış”ta da bunu konuşacağız; ama burada önce sizlerle bu tartışmayı yapmak istiyorum. Çünkü gerçekten çok kritik bir olay yaşandı ve yaşanıyor. Bundan sonraki süreçte de Erdoğan’ın aldığı açık tavırla birlikte bunun nereye doğru evrilebileceğini az buçuk kestirebiliyoruz. Muhâlefetin “yargı darbesi” diye tanımladığı olaya, yani Yargıtay 3. Cezâ Dâiresi’nin Anayasa Mahkemesi hakkında suç duyurusunda bulunması olayına, AKP’nin içerisinden ilk başta birtakım “Bu kadarı da fazla” tepkileri oldu ve bunun ardından da muhâlefet çevrelerinde, “Bir AKP-MHP çatlağı mı oluyor?” beklentisi yaşandı. Yani şöyle bir şey düşünüldü: Devlet Bahçeli’nin uzun süredir dile getirdiği “Anayasa Mahkemesi kapatılmalıdır” yaklaşımına uygun bir şekilde Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi’ne saldırıya geçtiği, ancak Erdoğan’ın bundan rahatsız olduğu. Bu konuda yorumlar yapanlar da oldu. Hayati Yazıcı’nın ânında çıkış yapmış olması, muhâlefetin Meclis Danışma Kurulu’nu toplama çağrısına Numan Kurtulmuş’un ilk başta olumlu cevap verdiği yolunda, ama sonra doğru çıkmayan yaklaşımı ve zâten Numan Kurtulmuş’un başından îtibâren Can Atalay konusundaki tavrı ve Türkiye İşçi Partisi dâhil olmak üzere CHP’nin, muhâlefetin de bu konuda Numan Kurtulmuş’a bir şekilde sâhip çıkmaları vs.. Ama Erdoğan masaya yumruğunu vurdu ve şimdi herhalde Numan Kurtulmuş, özellikle Meclis Başkanı olarak –Erdoğan topu Meclis’e attı biliyorsunuz– ne yapacağını düşünüyordur. Burada birçok değişik yorumlar yapılmıştı, ama Erdoğan’ın bu tavrından sonra birtakım şeyler netleşiyor sanki. O da şu: Bir kere Yargıtay 3. Cezâ Dâiresi’nin kendi başına aldığı bir kararı olmadığı, Yargıtay’ın işin içerisinde olduğu ayan beyan ortaya çıktı. Çünkü olay sâdece 3. Cezâ Dâiresi diye konuşulmuyor, Yargıtay diye konuşuluyor ve Erdoğan da öyle söyledi. Bir de, olayın Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü Erdoğan çok açık bir şekilde tavrını Yargıtay’dan yana koydu. Yani “Bir ihtimal, Erdoğan’ın haberi yoktu, Erdoğan’a rağmen yapıldı. Yargıtay 3. Cezâ Dâiresi’nin bu çıkışıyla Erdoğan zor durumda kaldı” vs. şeklindeki yorumlar, şu âna kadar yaşadıklarımıza bakınca bana açıkçası çok gerçekçi gelmiyor. Bakalım sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ve şimdi, Erdoğan Atatürk’ü anma konuşmasında biraz daha yumuşattı. “Biz hakemiz” dedi. “Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasındaki bu meselede hakemiz” dedi — ki hakemse bile, taraf tutan bir hakem olduğu ortada. Bir de, “Bir daha böyle şeylerin yaşanmaması için yasal ve anayasal düzenlemeler yapacağız” dedi. Bu da önümüzdeki yeni anayasa tartışmalarında Anayasa Mahkemesi’ne nasıl bir rol biçileceğini bize gösteriyor herhalde. Evet, sizlerden gelenlere bakalım:
Alper Yıldız: “Hukuk devletinin fişi çekildi. Hukukçu olarak söylüyorum: Hotanto Kabilesi’nde bile böyle saçmalık olamaz” diyor. Hukuk devletinin fişi galiba çok daha önce çekilmişti. Şimdi artık bunun iyice alenîleşmesine tanık oluyoruz Alper Bey. Ben Pazartesi gününden beri Brüksel’deydim, dün akşam döndüm. Mâlûm, Avrupa Birliği’nin genişleme raporu açıklanacaktı. Orada çok üst düzey Avrupa Birliği ve Avrupa Parlamentosu yöneticileriyle Türkiye’den gelen gazeteciler olarak konuşma imkânını bulduk. Orada da zâten bütün Avrupalılar da Türkiye’nin en temel sorununun hukukun üstünlüğü meselesinde olduğunu söylüyorlar. Bunu artık herkes biliyor. Burada gizli saklı bir şey yok. Tabiî bu kadar alenîleşmesi işi daha trajik bir boyuta taşıyor, orası başka.
Tanya Taşçıoğlu Baykal: “Hangi mahkeme karârının doğru olduğuna karar veren bir Cumhurbaşkanı rejimiyle yönetiliyoruz. Demek ki bu durumda yeni bir anayasa gerekecek. Onun yolu açılmış oldu” diyor. Evet, Anayasa Mahkemesi Erdoğan’ın tek adam rejiminde küçük de olsa sorunlar çıkartıyordu. Erdoğan’ın o ufak sorunlara bile tahammülü olmadığını gördük ve Anayasa Mahkemesi’nin arada sırada evrensel hukuka uygun aldığı kararların da artık iyice azalacağını ve belki yeni düzenlemeyle zâten buna imkân kalmayacağını görebiliriz. Erdoğan’ın atadığı yeni isimler de o arzuladığı çoğunluğu sağlamaya yetmemiş. Normal şartlarda yapmak istediği, Anayasa Mahkemesi’nde kendi istediği çoğunluğu sağlamak ve oradan da her uygulamasına istediği gibi onay çıkartmaktı. Onu henüz yakalayamadı. Belli ki onun da öfkesini yaşıyor ve dolayısıyla o çoğunluğu sağlayamadığı için, kendi sandıktan aldığı çoğunluk oyunu, yani Cumhurbaşkanı seçilmek için aldığı oyu Anayasa Mahkemesi’nin önüne çıkartacak, bunu görüyoruz.
Emre Karaaslan: “Bundan sonra sizce ne olur Ruşen Bey? Bir Türkmenistan gibi, bir Mısır gibi, bir Rusya gibi göstermelik seçimlerin yapıldığı, ifâde özgürlüğünün olmadığı, hukukun olmadığı bir ülkeye doğru mu gidiyoruz?” Gidişâtın parlak olmadığı ortada; ama o kadar da… yani şöyle söyleyeyim: Bu, topluma bağlı bir şey. Eğer siz halk olarak, millet olarak neye nasıl râzı olacaksınız, neye nasıl direneceksiniz? Onunla ilgili bir olay. Dolayısıyla tek başına iktidar istedi diye… Türkiye Cumhuriyeti 100. yaşında ve bu cumhuriyetin kazanımları var. Bu kazanımlar toplumun kazanımları, bunları toplum eğer bırakacaksa, zâten Türkiye artık o saydığınız ülkelerden herhangi birisi veya daha kötüsü de olmaya râzı demektir. Yani bunun için söylenecek çok fazla bir şey yok; ama bu olayda, Erdoğan’ın sesi çıkmayınca, birilerinin, partisinden, iktidârın içerisinden birilerinin ses çıkartmış olması da bize bunun tam olarak kabullenilmediğini, değişik yerlerde îtirazların olduğunu gösteriyor. Önemli olan, bu îtirazların nasıl bir şekilde örgütleneceği ve sonuç alacağı hamleler yapıp yapamayacakları meselesi. Şu hâliyle çoğunluk iktidarda olduğu için, Meclis çoğunluğu da iktidarda olduğu için, her istediklerini yapacaklarmış gibi gözüküyor. Ancak bu olayda o kadar da kolay olmayacak. Yani olacaktır muhtemelen. Meselâ ne istiyor Erdoğan? Anladığım kadarıyla Meclis’in Yargıtay’dan gelen karârı okumasını ve Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesini istiyor. Halbuki Numan Kurtulmuş ilk başta Anayasa Mahkemesi karârının ardından, “Gerekeni yapacağız” demişti. Bu, Can Atalay’ın milletvekilliğinin sürdüğünün kabulü anlamına geliyordu. Şu anda ilk olarak ona bakacağız. Sonrasını da adım adım izleyeceğiz; ama “Bugün Erdoğan böyle konuştu ve her dediği oluyor. Artık her şey mümkün” gibi, bir öğrenilmiş çâresizlik içerisinden okumak bana çok doğru gelmiyor.
Doğan Özkan: “Bu tasfiyeyi yeniden görürken şunu da hatırlayalım ki, Gülen’in tasfiyesi de uzun sürmüştü.” Buradaki tasfiye Anayasa Mahkemesi’nin tasfiyesi ise, Anayasa Mahkemesi tasfiye edilmez herhalde, ama iyice alanı kısıtlanır. Özellikle kişisel başvuru meselesi çok ciddî bir sorun. Belli ki Türkiye bunu Avrupa Birliği kapsamında almıştı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruları azaltmak için yapmıştı. Şimdi Erdoğan bundan bayağı bir pişman, onu görüyoruz.
Erdem Tüfekçi: “Geçen yıllarda ‘kanalizasyon patladı’ diye yayın yapıyordunuz; sanırım artık her yerimize bu kanalizasyon suyu bulaştı. Türkiye’nin 90’larda verebildiği tepki yeteneğinin kalmadığını düşünüyorum. Ne diyorsunuz?” Demin söylediğim “öğrenilmiş çaresizlik” kapsamına giriyor. Böyle bir şey söylememek lâzım. Sonuç olarak Türkiye’de demokrasiyi, hukuk devletini isteyen insanların sayısının istemeyenlerden daha fazla olduğunu düşünüyorum. Ama bu bir süreç meselesi, kolay bir iş değil. Fakat böyle bir, hani bu iş artık bitti gibi bir yaklaşımın doğru olduğu kanısında değilim.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Muharrem Palaz: “Yargıtay’da MHP’liler mi ağırlıkta? Yargıda AKP’lilerle MHP’liler arasında bir çatışma var mı? Bu yönde iddialar var.” Çatışma var ya da yok; Erdoğan’ın bu açıklamasından sonra bunların hepsi anlamsız oldu — onu özellikle vurgulayalım. Bahçeli’nin istediği, alenen dile getirdiği noktaya doğru gittiğimiz doğru; ancak bu, Erdoğan’ın istemediği bir şeyi Bahçeli’nin bastırmasıyla yaptığı sonucuna bizi götürmemeli. Burada Erdoğan ile Bahçeli arasında sorun olduğu yolundaki yorumların, aşırı anlam yükleme olduğu kanısındayım. Büyük ölçüde birlikte hareket ediyorlar. Öyle düşünmek daha gerçekçi.
Bir izleyici: “Levent Gültekin, Erdoğan’ın aslında Anayasa Mahkemesi’ni desteklediğini söylüyor. MHP ile arayı bozmamak için Erdoğan, Yargıtay’a da hak verir gibi bir şeyler söylemiş.”
Levent Gültekin söyleyebilir. Aslında “Erdoğan Anayasa Mahkemesi’ni destekliyor” demenin hiçbir anlamı yok. Erdoğan açık bir şekilde Yargıtay’dan yana destek koydu. “Aslında istiyor, ama böyle ifâde etmedi” demenin bir anlamı yok. Sonuç olarak Erdoğan’ın Özbekistan dönüşü uçakta sözlediği sözler artık gidişâtı belirledi. Erdoğan bunu içi kan ağlayarak mı yapıyor? Bence böyle bir şey yok. Erdoğan da sonuçta bunu istiyor. MHP’yle arayı bozmamak için vs.. Bunlar hep konuşuluyor; ama bunların çok fazla bir anlamı yok. Şimdi önemli olan belki şöyle bir soruyu sormak lâzım: AKP’nin içerisinde, “Ya, bu kadarı da fazla” diyenler, yine “Kol kırılır yen içinde kalır” mı diyecekler? Herhalde öyle diyecekler. Bir diğer mesele de şu — onu unutmayalım: Muhâlefette hemen hemen herkes bunu bir “yargı darbesi” olarak tanımladılar. Ama meselâ CHP’nin Genel Kurul’da yaptığı oturma eylemine kimler destek verdi?Türkiye İşçi Partisi, HEDEP, Demokrat Parti’den bir milletvekili verdi. Diğerleri buna destek vermedi. Muhâlefetin burada da ortak bir hareketlilik içinde olduğunu şu âna kadar görmedik. Tamam, “darbe” demekte birleştiler, ama onun ötesinde bir şeyler yapmadılar. Bundan sonraki süreçte ne yapacaklar onu da göreceğiz.
Bir izleyici: “Bu kavga Ali Yerlikaya sonrası İçişleri Bakanlığı’nda yapılan tasfiyelerin bir karşılığı mı, yoksa Anayasa Mahkemesi’ni îtibarsızlaştırıp yok etmek için döşenen taşlar mı?” Bunun bir MHP-AKP kavgası olarak gösterilmesi –Ali Yerlikaya’nın yaptığı tasfiyeyle burada Süleyman Soylu göndermesi var–, böyle Erdoğan’a rağmen yapılan bir şey olduğunu düşünmek bana çok inandırıcı gelmiyor. Erdoğan, Ali Yerlikaya’nın da önünü açabilir. Aynı zamanda Yargıtay-Anayasa Mahkemesi kavgasında Yargıtay’dan yana da tavır alabilir. Bize bunlar tabiî birbiriyle uyumlu gibi gelmiyor ve bir çapanoğlu arıyoruz, ama Erdoğan için geçmişte böyle şeyler çok oldu. Aynı anda birbirine zıt gibi görünen pozisyonları pekâlâ alabiliyor. Burada şu anda önemli olan, yargıda yaşanan krizdeki tavrının açık bir şekilde Anayasa Mahkemesi’nin karşısında olması. Diğer yorumların, akıl yürütmelerin, niyet okumaların falan pek bir anlamı yok. Şu andan îtibâren Erdoğan’ın gösterdiği çizgi dışında bir çizgiyi Meclis sürdürebilir mi? Buna bakacağız, böyle bir şey olmayacak. Öyle bir direniş AKP içerisinden gelmeyecek — öyle gözüküyor.
Berk Kirişçi: “Bundan önce yanlış kararlara ortak oldukları zaman bir hukuk krizi oluşmuyordu da şimdi aralarında anlaşmazlık var diye Türkiye’nin daha derin bir krizi olmuş gibi düşünmek ne kadar doğru?” Tam anlamadım sorunuzu; ama bu çok ciddî bir kriz. Onu özellikle vurgulamak lâzım. Anayasa Mahkemesi gibi bir kurumun varlığının, onun altındaki bir mahkeme tarafından tehdit edilmesi ve normalde burada hakemlik yapması gereken Cumhurbaşkanı’nın da tavrını açıkça alt mahkemeden yana koyması söz konusu. İzzet Özgenç sosyal medyada uzun bir paylaşım yapmıştı. Kendisi daha önce Erdoğan’a danışmanlık da yapmış birisi. O, Yargıtay’ın yaptığının kabul edilemez olduğunu söylüyor. Üçüncü Cezâ Dâiresi’nin değil, esas olarak Yargıtay Başkanı’nın sorumlu olduğunu söylüyor ve Cumhurbaşkanı’nın burada anayasaya göre müdâhil olması gerektiğini, olaya el atması gerektiğini söylüyordu. Ardından Özbekistan dönüşü açıklama geldi. Evet, İzzet Bey’in dediği gibi bir müdâhale oldu, ama onun umduğu gibi de olmadı. Bu çok ciddî bir kriz ve bu krizin çözülmesi diye bir şey tabiî ki olacak. Erdoğan istediği şekilde bunu çözmeye çalışacak, ama bunun etkileri çok köklü olacak.
Rıfat Sanatçı: “Bu gelinen noktadan Kılıçdaroğlu sizce ne kadar sorumlu?” Artık Kılıçdaroğlu üzerine konuşmaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Bu olay Özgür Özel’in ilk ciddî sınavı ve şu âna kadar bu konuda bayağı bir pozisyon alıyor, tavır alıyor. Yaptığı ilk konuşmalardan îtibâren gittiği, katıldığı faaliyetlere baktığımız zaman, Meclis’teki Genel Kurul’u terk etmeme eylemine de baktığımız zaman, Özgür Özel farklı bir şeyler yapmaya çalışıyor. Tabiî orada da bir Numan Kurtulmuş’un ve AKP’lilerin de bu olayda kendileriyle berâber hareket edebileceği gibi bir beklenti vardıysa o artık olmayacak. Şimdi işi daha da zorlaşacak.
Cem Nacar: “Sizce Mehmet Şimşek şu anda ne düşünüyordur? Valizini hazırlamaya başlamış mıdır?” Mehmet Şimşek’in ne düşündüğü, valizini hazırlayıp hazırlamadığı, hepsi bir yana, ülkenin hukuk konusundaki son kurumlarından birisinin köküne kibrit suyu dökülüyor. Mehmet Şimşek gitmiş yerine başkası gelmiş diyelim… Kaç tâne ekonomiden sorumlu bakan atandı? Bunların çok da fazla bir anlamı yok. Tabiî ki şöyle bir şey var: Mehmet Şimşek en önemli hususla uğraşıp para bulacakken, Türkiye’de bir hukukun olduğunu söylemek zorunda. Demin bahsettiğim, Brüksel’de yaptığımız görüşmelerin hemen hemen hepsinde, Avrupalı yetkililer tarafından Türkiye’nin ekonomik anlamda istikrâra kavuşabilmesi için güven vermesi gerektiği ve hukukun üstünlüğünü sağlaması gerektiği vurgusu yapıldı — bu bütün dünya için geçerli. Para bulmak, şu bu… Hangi hukukla bunu isteyecek? Gerçekten işi zor; ama ne diyelim? Kendi düşen ağlamazmış.
Bir izleyici: “Yeni anayasa, 2017 değişikliği gibi sâdece Cumhur İttifâkı mutfağında mı pişip gelecek, yoksa daha demokratik bir usul mü işleyecek?” Genellikle şöyle oluyor: “Hep berâber yapalım” deniliyor. Ondan sonra tabiî ki çoğunluk kendi şeyini dayatmaya çalışıyor. Önümüzdeki günlerde herhalde bu süreç başlayacak, öyle anlaşılıyor. Anlaşıldığı kadarıyla bu son kriz de bunu hızlandıracak; ama Erdoğan’ın muhâlefeti de katarak anayasa yapma gibi bir niyetinin olduğunu açıkçası düşünmüyorum. Kendi yapmak istediği anayasaya muhâlefet destek verirse ne âlâ. O zaman, “Birlikte yaptık” der; ama anayasa için gerekli çoğunluğu bir şekilde Meclis’te ya da referandum yoluyla almak için kendi istediği bir anayasayı yapacaktır. Tâviz vereceğini, tâvize yanaşacağını sanmıyorum.
Zafer Polat demin bahsettiğimiz konuyu sormuş: “Çiçeği burnunda Özgür Özel bu sınavdan geçebilir mi? Etkili olabilmesi için şu aşamada ne yapması gerekir?” Şu hâliyle, demin de bahsettik, yaptıklarının etkili olduğunu, ama sonuç alıcı olabileceğini sanmıyorum. Yani muhâlefetin, CHP’nin tek başına bu süreci şekillendirmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Ama burada ne kadar etkili olacağı, ne kadar kamuoyunu harekete geçireceği, iktidar saflarında ne kadar kafa karıştırıcı olacağı… bütün bunlar önemli olacak. Şu hâliyle bakıldığı zaman fena bir performans sergilemedi. Erdoğan’ın bu çıkışından sonra işin rengi nasıl değişir? Özgür Özel nasıl davranır? Bakacağız, göreceğiz. Yani ona akıl vermek gibi bir şey benim haddim de değil. Bir de zâten bir gazetecinin böyle bir meselesi olamaz.
Bir izleyici: “Alican Uludağ’ın haberinde belirtilen, yargı içindeki tarîkat ve hizipler çatışması konusunda ne düşünüyorsunuz?” Evet, bu çok ciddî bir şekilde gündemde. Zâten son dönemde yaşanan o şikâyetler, yayın yasakları vs. hep bunu gösteriyor. Farklı farklı klikler var. Bir de yargıda çok ciddî bir kokuşmuşluk var. Dile getirilen iddiaların büyük bir kısmında aslında para pul ilişkileri söz konusu; bunu da özellikle vurgulamak lâzım. Yargı gerçekten bir çöküş sürecinde; onu böyle görmek lâzım. İktidârın bunu çözme konusunda adım atması beklenirken, bir de böyle yeni bir krizi gündeme soktu. Zâten etkisiz olan bağımsızlığı, tarafsızlığı zâten çok ciddî bir şekilde gölgeye düşmüş olan yargı, şimdi çok daha zor bir durumda; yani Türkiye’de hukukun üstünlüğü falan… bunlar zâten yok. Hizipler, tarîkatlar, şunlar bunlar hep vardı, şimdi de var. Şimdi de çok güçlü bir şekilde var. Erdoğan’ın bunlara müdâhale edemiyor olması çok ilginç. Ya öyle bırakıyor ya da bir şeyler yapmak istiyor ama yapamıyor. Erdoğan müdâhale mi edemiyor, yoksa edip de etkili mi olamıyor? Hangisi Türkiye için daha kötü bir senaryo? Açıkçası bilemiyorum.
Çağrı Dönmez Demir: “Yaşanan kriz, yeni anayasa tartışmalarını somutlaştırmaya yetebilir mi? Saadet ve diğer partilerden destek alınamayacağı görülüyor. Âileyi de içeren torba değişiklik formülü gündeme gelebilir mi?” Çağrı Bey, bu konular için henüz çok erken. Âile üzerinden bir anayasa değişikliği isteniyordu ve muhâlefetten de destek alınması umuluyordu. Şimdi işin içerisine Anayasa Mahkemesi de girecek; o da biliniyor, görülüyor. Kimden nasıl destek alınacak? Nasıl süreçler olacak? Bunu kestirmek zor. Ancak şunu söyleyeyim: Geçenlerde –soyadı Nebioğlu değil mi? Adını hatırlayamadım– çok da çiçeği burnunda birisiydi, İYİ Parti Eskişehir Milletvekili daha bir yıl bile olmadan istifâ etti ve AKP’ye geçti. Erdoğan kendisine rozet taktı. Bu çok anlamlı bir şey; yani o kapı açıldı. Şimdi önümüzdeki dönemde bu kapıdan geçenler olacak mı? “İktidarda bir sarsıntı olur mu? Kopuş olur mu?” sorusu bu olayla birlikte atılmıştı. Ama önümüzdeki dönemde muhâlefetten iktidâra doğru gidenlerin olması ihtimâlini ciddî bir şekilde hesâba katmak gerekiyor. Hiçbir parti adı vermek istemiyorum, ama pekâlâ, eğer Erdoğan ile Bahçeli çok ciddî bir şekilde kolları sıvarlarsa, muhâlefet saflarında gözüken bâzı isimleri de yanlarına katabilirler. Daha kaç ay geçti? Hemen bir milletvekili… yani Eskişehir’den, yani İYİ Parti nasıl olur da böyle bir kişiyi, ilk fırsatta gidecek bir kişiyi seçtirir? Ama oluyormuş. Demek ki her türlü şeye hazırlıklı olmak lâzım.
Zeynel Sever: “Erdoğan ve Bahçeli el ele verip Anayasa Mahkemesi’nin ipini çektiler. Hiçbir hilâfet devletinde anayasa mahkemesi yok” demiş.
Pınar: “Anayasa Mahkemesi’nden sonraki adım Meclis’in feshi olabilir mi? Buraya kadar gider mi?” Yok, gitmez; yani o kadar da değil. Ama şu anda Meclis’te iktidar istediğini yaptığı için zâten böyle bir şey söz konusu olmaz.
Bir izleyici: “Anayasa Mahkemesi üyelerinin bu kriz karşısında bir tavır almasını ya da bir açıklama yapmasını bekliyor musunuz?” Zor bir iş, olmaz; yani o kadar da yüklenmemek lâzım. Neye güvenerek nasıl yapacaklar? Kime dayanacaklar? Hani Erdoğan daha nötr bir açıklama yapmış olsaydı, o zaman Anayasa Mahkemesi’nden de Yargıtay’ın tavrına karşı birtakım şeyler görebilirdik; ama burada, bir tarafın elini kolunu bağlayıp öteki tarafın önünü açtı Cumhurbaşkanı. Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kafa tutması diye bir şey olabilir mi?
Serkan: “Ankara Emniyet Müdürlüğü dün 15 Temmuz videosu paylaştı. Bu gözdağı mı?”
Bilmiyorum. Çok da önemsenecek bir hikâye olduğunu düşünmüyorum. Ne demek istiyor olabilirler bilmiyorum. Yani “15 Temmuz’un ne alâkası var?” diye sorarsanız tabiî ki haklısınız; ama o kadar da her şeye çok anlam yüklemenin, çok da takılmanın gereği yok diyeyim. Evet, sorularınızla yorumlarınıza devam ediyoruz. Gerçekten Türkiye’nin çok önemli bir krizini yaşıyoruz ve bu arada tabiî Can Atalay’ın milletvekilliği üzerinden giden bir olay bu.
Muharrem Palaz: “Can Atalay sorununda, TİP dışında diğer muhâlefet partileri yeterince destek vermedi. Bu sâdece TİP’in sorunu olarak görüldü. Geldiğimiz noktada herkesin sorunu oldu. Başlangıçta tepki daha yüksek olsaydı bu adımı atabilirler miydi?” CHP yaptı bir şeyler; hattâ Kemal Kılıçdaroğlu Can Atalay’ı cezâevinde ziyâret de etti. Ama tabiî ki çok güçlü olmadı. Yine burada da bir öğrenilmiş çâresizlik olayı var. —Bu arada, milletvekilinin adı Nebi Hatipoğlu’ymuş— Bir şeyin ilki, ama sonuncusu değil bence; kimler olur, kimler gider bilmiyorum; ama anayasa meselesi bu kadar gündeme geldiğine göre bunun devâmı gelebilir.
Bir izleyici: “Bu olayları Özgür Özel’in Kılıçdaroğlu’ndan farklı, daha etkin bir mârifette bulunması için bir fırsat olarak görüyorum. ‘Kemal Bey gitti ama hiçbir şeyi değişmedi’ algısını bu olayla Özel değiştirebilir.” Evet, yani şu anda gördüğümüz kadarıyla ilk andan îtibâren verdiği refleksler Kılıçdaroğlu’ndan farklı oldu, ama sürdürebilmesi ne kadar mümkün olur? Erdoğan’ın bu şekilde açıkça olaya dâhil olmasıyla birlikte, açıkçası zor bir iş, ama işte liderlik de böyle durumlarda kendini gösteriyor. Özgür Özel, “Genel başkan oldu, ama lider olabilecek mi?” sorularına cevap verebilmek için bu konuyu bir fırsat olarak görebilir. Anladığım kadarıyla görüyor, ama gerçekten zor bir iş. Gerçekten zor bir iş. Nasıl yapacak, nasıl edecek? Çünkü bu tür olaylarda yanlış yaptığınız zaman da telâfîsi pek mümkün olmuyor.
Hasan Cevat Özdil: “Erdoğan her zaman yaptığını yapıyor. Bir zamanlar Cemaat ile yaptığı harekâtı şimdi MHP ile yapıyor, değil mi? Evet, Erdoğan sonuçta şunu yaptı: Hep müttefikleri değişti. Erdoğan kendi iktidârını adım adım inşâ etti, güçlü bir şekilde inşâ etti. Dün en büyük rakiplerinden, düşmanlarından birisi olan MHP ile bir süredir çok iyi bir işbirliği kurdu. Önce insanlar MHP’yi bir tür küçümsediler, ama zamanla bu olayın o kadar basit olmadığı ortaya çıktı. MHP’nin ağırlığı ortaya çıktı. Şu anda bunun Erdoğan için en zor ittifak olduğunu söyleyebilirim. MHP ile kurduğu bir ittifâkın Cemaat’le, yani Fethullahçılarla kurmuş olduğu ittifâkı tasfiye etmesi o kadar kolay olmamıştı. MHP ile kurulan ittifâkı tasfiye etmesi de o kadar kolay olmayacak — bunu özellikle söylemek istiyorum. Yani Erdoğan kullanıp atıyor… tamam, birçok kişiyi kullanıp attı; ama atmak o kadar kolay olmuyor, Fethullahçılarla olan meselenin izleri hâlâ sürüyor. Meselâ diyelim ki MHP ile ipleri koparacak; kimileri, “İşte, bu krizle berâber MHP ile iplerini koparacak” diye bekledi. Peki bu arada devletin içerisine yerleşmiş olan, daha önce de zâten vardı ama iyice yerleşmiş olan ülkücü kadrolar ne yapacaklar? İstifâ mı edecekler? Görevden mi alınacaklar? Daha önce 15 Temmuz sonrasında olduğu gibi kararnâmelerle, OHAL yetkisiyle devletten tasfiye mi edilecekler? Yok, yani bir kısmı görevini kaybedebilir ama, bu çok kolay olacak gibi değil. Fakat burada çok ince bir şey var: “İpler kimin elinde?” sorusu karşımıza hep çıkıyor. “Bu konularda ipler kimin elinde?” sorusu karşımıza çıkıyor. İlk başta şöyle bir hava vardı, biliyorsunuz: “İpler Erdoğan’ın elinde, MHP mecbur kaldı. Kongreyi yeniletmemek için Erdoğan’a mecbur kaldı” vs. dendi. Erdoğan’ın her istediğini yaptığı ve MHP’nin sessiz kaldığı söylendi; ama sonra bir baktık ki Erdoğan’ın ideolojisi, politik yaklaşımı, MHP’nin politik yaklaşımıyla aynılaştı. Bu sefer şöyle bir olaya dönüştü iş: Bâzıları işi abartıp dediler ki: “MHP emrediyor, Erdoğan yapıyor”. Böyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Burada ince bir denge var. Bu dengede kimi zaman Bahçeli, kimi zaman Erdoğan baskın olabiliyor; ama şu hâliyle baktığımız zaman, bugün îtibâriyle Anayasa Mahkemesi’ni hedef almada birleşmiş durumdalar.
Cem Nacar: “Erdoğan Anayasa Mahkemesi’nin yanına tavır alsaydı, MHP ile ipler kopar mıydı?” Kopmazdı ama ilişkileri bir şekilde sarsılırdı. Şöyle olaylar oldu: Meselâ Erdoğan Yeniden Refah Partisi ya da HÜDAPAR’la işbirliği yaptığı zaman, MHP buna çok da memnun olmadı, ama pekâlâ bunları sindirebildi. Dolayısıyla bu olayda da eğer Erdoğan Anayasa Mahkemesi’nin yanında tavır alsaydı, MHP’den birtakım sesler dolaylı olarak gelebilirdi, ama ilişki kopmazdı. Fakat önümüzdeki süreçte bir güvensizlik oluşurdu. Zâten birbirlerine tam olarak güvendiklerini sanmıyorum. Geçmişte Erdoğan, Fethullah Gülen’le de benzer bir şekilde karşılıklı güvene dayanan bir ilişki kurmamıştı. Karşılıklı çıkara dayanan bir ilişki kurmuştu. Şimdi de aynı şey söz konusu; çıkarlarının tehdit altında olduğunu düşündükleri anda kopuş yaşanıyor. Fethullahçılık olayında öyle olmuştu.
Salih Türkoğlu: “Saray danışmanlarında ciddî bir seviye düşüklüğü göze çarpmıyor mu? İbrahim Kalın sessiz. Pasifize olmadı, ama sessiz; ben anlamıyorum ipler kimin elinde?” Bu danışman konusu apayrı bir konu. Yani şu anda bu olayda Hayati Yazıcı açığa düştü gibi gözüküyor ve Saray’daki, Külliye’deki hukuk danışmanı Mehmet Uçum’un daha egemen olduğu görülüyor; ama bunlar her zaman böyle sürmeyebilir. Baktığımız zaman bu olayların danışman olayı olduğunu düşünmüyorum. Tabiî ki danışmanların rolleri var, etkileri var; ama Erdoğan’ın usûlü hep böyledir: İnsanlardan fikir alır, ama karârı kendisi verir. Erdoğan’a rağmen Erdoğan’a bir şey dayatabilecek bir danışman yok. Dolayısıyla bunu özellikle vurgulamak lâzım. İbrahim Kalın MİT Başkanı oldu, ses çıkartması diye bir şey olamaz. MİT Başkanı olan zâten konuşmuyor, hiçbir zaman konuşmadı. Dolayısıyla İbrahim Kalın’dan, bundan sonra kamuya açık herhangi bir şey duymayı beklemeyin. Evet, yavaş yavaş toparlayalım; aslında konuşacak, tartışacak çok husus var. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum: İnsanlar bunun ne derece farkında bilmiyorum; biz Brüksel’deyken bu olay yaşandı ve orada bulunduğumuz gazeteci grubu içerisinde iktidar yanlısı gazeteciler de vardı. Onlarla da az buçuk tartışma imkânım oldu. Onlar da biraz şaşırmışlardı, ama şu var: Erdoğan genellikle bu konularda biraz bekler, ondan sonra konuşur. Bu tür kritik konularda Erdoğan’ın sessizliği nedeniyle bu kişiler çok da fazla görüş beyan etmek istemediler; çünkü ne olup ne olmayacağını bilmiyorlar; çünkü daha önceki örneklerde erken davranıp Erdoğan herhalde şöyle düşünüyordur diye tavır alan birçok kişi, sonra mayın tarlasında yapayalnız kalabilmişti. Bu olay bize bir kere daha gösteriyor. Tekrar söylüyorum, Türkiye’nin Avrupa Birliği vs. gibi mâcerâlarının olma ihtimâli zâten yoktu. İyice köküne kibrit suyu oldu. Aynı şekilde ekonomide toparlanma… hani neydi onun adı? “Rasyonel politikalar” vs. uygulamayı çok mümkün kılacak şeyler değil. Yani siz ekonomide rasyonalite için, daha önemlisi, devlet yapısında hukuk alanında rasyonaliteyi hâkim kılmanız lâzım. Şu yapılanın hiçbir rasyonel tarafı yok. Yani Yargıtay 3. Cezâ Dâiresi’nin söylediklerinin, Erdoğan’ın onlara destek verirken söylediğinin vs.’nin hiçbir rasyonel tarafı yok. Anayasada her şey çok açık. Son söz yetkisi Anayasa Mahkemesi’nde. Bunun artık… hani böyle “O bunu diyor, bu bunu diyor. Bakalım acaba hangisi haklı?” gibi bir tartışmanın olmadığı bir durumla karşı karşıyayız. Eğer anayasayı veri alıyorsanız… ama anayasayı veri almıyorsanız –ki şu anda o oluyor–, anayasayı veri almıyorsanız o zaman “Aslında Yargıtay haklı” diyebiliyorsunuz. Şimdi önümüzdeki günlerde bakacaksınız. Erdoğan bunu söyledikten sonra, şimdi artık tereddütler giderildi ve herkes şimdi uzun uzun televizyon kanallarında Anayasa Mahkemesi’nin ne kadar haksız olduğunu anlatmaya çalışacaklar. Yargıtay’ın ne kadar haklı olduğunu söylemeye çalışacaklar; ama bu arada olan tabiî ki Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’ne, ama esas olarak da Türkiye’deki anayasal düzene olacak. Ben 19 yaşında anayasal düzeni yıkmakla yargılanmış ve bunun için hapis yatmış birisiyim. Daha birçok kişi, on binlerce kişi böyle yaptı ve bizleri anayasal düzeni yıkmakla vs.’yle suçlayanların ve onların devamcılarının anayasal düzenle bu kadar lâubâli bir ilişki kurabiliyor olmaları çok acı. Gerçekten Türkiye’de Cumhuriyet’in 100. Yılı’nda bütün bunları yaşıyor olmak çok acı ve tabiî bugünün de özel bir anlamı var. Bugün de Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü. Erdoğan, o bağlamda Atatürk’le ilgili yaptığı konuşmada da aynı şekilde bu olaya, uçakta dönüşte söylediğinden biraz daha yumuşatılmış bir şekilde, “O onu diyor, bu bunu diyor” şeklinde bir yaklaşım sergileyebildi ve geçen burada Taha Akyol’la “Cumhuriyet neden 29 Ekim’de îlân edildi” diye bir yayın yaptık, biliyorsunuz, izleyenler olmuştur. O kitapta şunu gördüm: O târihlerde, Cumhuriyet’in îlânından önce ve sonra, hemen sonra bile bâzı siyâsetçiler, milletvekilleri, gazeteciler, Anayasa Mahkemesi gibi bir kurumu dile getirmişler. Daha sonra, yıllar sonra bu kurum oluştu. Tamam, ama daha o andan îtibâren güçler ayrılığını benimsiyorsanız, o zaman böyle bir kuruma ihtiyâcımız olduğunu görüyorsunuz ve Türkiye bunu geç de olsa kazandı. Tabiî ki Anayasa Mahkemesi’nin her karârı, her uygulaması doğrudur denemez. Eyvallah, ama bir yerde bir şeylerin tanımlanmış olması gerekiyor. Anayasa Mahkemesi en üst yargı organı ise, onun kararlarına uyacaksınız. Bunun hiçbir gerekçesi olamaz diyebilmemiz lâzım. Bunu derken bile zorlanıyoruz; tabiî bu arada olan Can Atalay’a olacak diye korkuyor ve üzülüyorum. Can bunları kendisi bir hukukçu olarak herhalde çok acı bir şekilde tâkip ediyordur. Umarım Can Atalay’ı milletvekili olarak Meclis’te görürüz. Çünkü anayasal olarak, yasal olarak önünde hiçbir engel yok. Onun önüne çıkartılan bu engelde Erdoğan’ın şöyle bir lâfı var: “Can Atalay’ı koyun bir kenara şimdi” diyor. Niye koyalım bir kenara? Zâten oradan çıkıyor, Can Atalay üzerinden çok ciddî bir hesaplaşma yapılıyor. Bu hesaplaşmada iktidârın içerisinde de bir kavga var; ama burada esas olan Türkiye’deki hukuk devletine oluyor. Evet, neyse burada noktayı koyalım. Saat 17:00’de Kemal Can’la yine bu konuyu konuşacağız. Sizlere gelen soru ve yorumlar için tekrar çok teşekkür ediyorum. Söyleyeceklerimiz bu kadar, iyi günler.