Tekfen Filarmoni, unutulmuş marşları 102 yıl sonra yeniden icra etti

Tekfen Filarmoni, cumhuriyetin 100. yıldönümünü özel konserlerle kutladı. İstiklal Marşı’nın bilinmeyen yönlerini anlatan konserler, Ankara’da ve İstanbul’da dinleyicilerle buluştu. Kurtuluş Savaşı sürerken açılan yarışmaya başvuran ve notalarına ulaşılabilen 55 besteden 11’inin yer aldığı bir seçki de 100 yıl sonra ilk kez icra edildi.

Cumhuriyetin 100. yıldönümünü özel konserlerle kutlayan Tekfen Filarmoni, CSO Ada Ankara ve İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’nde dinleyicilerle buluştu. Konserde, Kurtuluş Savaşı sürerken Milli Marş yarışmasına başvuran ve notalarına ulaşılabilen 55 besteden 11’inin yer aldığı bir seçki de 100 yıl sonra ilk kez icra edildi.

Projenin detaylarını araştırmacı yazar Mehmet Altun, Tekfen Vakfı Genel Müdürü Dori Kiss Kalafat ve oyuncu Yiğit Sertdemir ile konuştuk.

  • Cumhuriyetin 100. yılına çok güzel bir proje ile “merhaba” diyorsunuz. Proje nasıl gelişti, fikir kime ait?

Mehmet Altun: Genelde yapmak istediğinizi proje haline getirir sunarsınız ancak bu iş özelinde hiç öyle olmadı! En başından fikri A’dan Z’ye Tekfen Vakfı ile birlikte geliştirdik. Aslında her şeyi başlatan, bir sahafta bulduğum iki yaprak kâğıt… Bu kâğıtlarda İstiklal Marşı notaları vardı. Bulduklarımı ilk olarak Tekfen Vakfı ile paylaştım. Sözleri aynı, besteleri farklı belgesel niteliği taşıyan bu notaların daha fazlasına ulaşabilmek için Tekfen Vakfı ile araştırmayı derinleştirmeye karar verdik. Başbakanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBBM) arşivi, özel arşivler, bakanlık arşivleri, Milli Kütüphane… Ordu ile irtibata geçtik. Bakabileceğimiz her yere baktık.

Araştırmacı tarihçi Mehmet Altun

Dori Kiss Kalafat: Araştırmacı tarihçi Mehmet Altun ile özellikle kurum tarihçeleri alanında uzun yıllara dayalı işbirliğimiz var. Kendisi, beste yarışmasına başvuran 100’ün üzerinde besteden iki tanesini bir şekilde sahaflardan bulunca, “Daha fazlası varsa bunu araştıralım mı?” önerisi yaptı. “Çok fazla esere ulaşamazsak bir makale çıkarabiliriz ama bir konser tertipleyecek kadar eser ortaya çıkarsa, bunu bir konsere dönüştürebiliriz” diye düşündük. İlk adımı bu şekilde atılan projeyle bu notaların ve hikâyelerinin peşine düştük. Bu sayede bir nevi müzik üzerinden Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyetin kuruluş yıllarına ait sosyolojik bir çalışma gerçekleştirmiş olduk.

Mehmet Altun: Notaları bulmak aslında işin başlangıç noktasıydı. Bulduğumuz 11 nota, orkestra tarafından çalınacak durumda değildi, düzenlenmesi gerekiyordu. O dönem 11 tane çağdaş Türk bestecisi bu işe gönüllü oldu. Besteci Prof. Dr. Hasan Uçarsu, müzik danışmanımız oldu. Notaların bir kısmı marş, bir kısmı ise Türk musikisi formundaydı. Öyle olunca ud, kanun, ney gibi geleneksel sazlarla icra edilen bestelerimiz de oldu. Bir tane besteyi, bestecisi İsmail Zühtü’nün kendisi de piyanist olduğundan, solo piyano eseri olarak bıraktık. Üç tanesini koro ve orkestra seslendiriyor. Tarihi Millî Marş yarışması dışında bestelenen Kazım Karabekir’in “Türk Yılmaz Marşı”nı da hikâyenin içinde özel bir yeri olması sebebiyle projeye dahil ettik.

Dori Kiss Kalafat: Araştırmalar sonucunda Kazım Karabekir’in bestesi de dahil 12 tane besteye ulaşınca, bunları bir konser şeklinde sunmaya karar verdik. Ancak yarışmaya gelen bestelerin bir kısmı musiki gibi, “marş” der misiniz soru işareti. “Marş” deyince tempolu, yüksek ritimli bir müzik beklenir. Bu noktada yapımın devreye girmesi ve notaların orkestra düzenlemelerinin yapılması gerekti. Türkiye’nin önemli bestecileri bu görevi büyük bir istek ve coşkuyla kabul ettiler. 15 sene önce merhum Nevit Kodallı, Özkan Manav, Hasan Uçarsu, Ayşe Önder, Turgay Erdener Emre Aracı, Murat Kodallı, Betim Güneş, Çetin Işıközlü gibi bestecilerimize “Bu marşların aranjmanını yapar mısınız?” diye mesaj gönderince, bir saat içerisinde hepsi yanıt verdi! Marşların kimisini korolu seslendiriyoruz, kimi eseri şancılarla, bir tanesini solo piyano olarak, iki tanesi de saz solistleri eşliğinde musiki gibi bırakarak.

Tekfen Vakfı Genel Müdürü Dori Kiss Kalafat
  • Tek güfte ama çok beste var. Millî Marş belirlenirken nasıl bir hikâye yaşanmış?

Mehmet Altun: Millî Marşımızın Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı bir tane güftesi var fakat onu üzerine bestelenmiş 100’ü aşkın beste var. 1920’de Atatürk, Milli Mücadele’nin merkezini Ankara olarak ilân ettikten sonra yönetim kademesinde yer alan isimlerden İsmet Paşa, milli duygularımızı yükseltecek, ulus-devlet olma yolunda bu savaşı devam ettirirken bir marş gerektiğini düşünüyor. 1920’nin sonlarında Mehmet Akif Ersoy da Ankara’ya gelmiş. O dönem hem Ankara’da, hem İstanbul’da hükûmet var. İstanbul Hükûmeti sürekli olarak “Bunlar vatan hainidir, bunlara kanmayın, peşinden gitmeyin” diye fetvalar verdiriyor, emperyalist kuvvetlerce propaganda araçlarıyla aleyhte bir hava yaratılıyor ve insanların hakikaten kafası çok karışık. Dolayısıyla hem Anadolu’da böyle bir bilinç uyandıracak hem de halkı coşturacak çalışmaya ihtiyaç var. Mehmet Akif Ersoy, Ankara Hükûmeti tarafından çeşitli cephelere il, ilçe ve kasabalara gönderilerek milli mücadeleyi anlatmakla görevlendirilmiş.

O gezilerin birinde İsmet Paşa’yla beraber “Biz bunları anlatıyoruz ama bizim herkesi birleştirecek, bütünleştirecek milli duyguları uyandıracak marşımız olsa” fikri gündeme geliyor. Fikir, Ankara Hükûmeti’nden de kabul görüyor ve konuyla ilgili olarak İsmet Paşa görevlendiriliyor. 1920’nin son aylarında Millî Marş için önce bir güfte yarışması, ardından bir beste yarışması düzenlenmesine karar veriliyor. Şiir yarışmasının bir ödülü de var. Maarif Vekâleti’nin açtığı şiir yarışmasına 720’den fazla şiir geliyor ülkenin her tarafından. Bunların önemli kısmı edebiyat değerinden yoksun ama milli coşkuyla kaleme alınmış dizeler.

Bakıyorlar ki bu şiirlerden iyi bir şey çıkmayacak. Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey, “Bu işi yapsa yapsa bizim Mehmet Akif yapar” diyor fakat o, bundan uzak duruyor. Marşı para karşılığında yazmayı kabul etmiyor. Hamdullah Suphi çok ısrarlı, arkadaşlarını da devreye sokuyor ve bunun millî bir görev olduğunu söyleyerek Mehmet Akif’i ikna etmeyi başarıyorlar. Ödülün bir hayır kurumuna bağışlanmasıyla da tereddüdü gideriyorlar. Bunun üzerine Mehmet Akif, Ankara’da gece gündüz hummalı bir çalışmaya başlıyor. Kendisi de milletvekili ve Meclis’te olduğu zamanlarda sırasında otururken düşüncelere dalıveriyor, yani esin, ilham bekliyor. Ankara’da dergâh gibi bir yerde kalıyor. Evi yok, paltosu yok… O dönemin Ankara koşullarında bütün milletvekilleri için aynı durum söz konusu. Geceleyin yataktan fırlıyor, kâğıt arıyor ama etrafta bulamıyor. Bir kalem alıp duvara yazmaya başlıyor, unutmamak için. Sonra dizeleri kâğıdı geçiriyor ve duvarı kazıyarak silmeye çalışıyor. Velakin böyle böyle dörtlükler ortaya çıkıyor. Aradığı ilham orada geliyor ve sonra şiiri yazıyor. Oldukça uzun bir şiirdir bizim istiklal marşımız! Hamdullah Suphi Bey de bunu görünce etkilenip gidiyor Meclis’te okuyor.

Hamdullah Suphi, hitabeti kuvvetli, gür sesli bir adam. Şiiri okuyunca Meclis alkıştan yıkılıyor, herkes çok beğeniyor. Bir vekil çıkıyor diyor ki, “Hamdullah Bey lütfen kürsüye çıkınız, kürsüden okuyunuz”. Atatürk de en ön sıradan izliyor. Onun üzerine çıkıyor ve okuyor. Bir daha, bir daha, toplam üç kere okuyor ve Meclis’te bir coşku dalgası yükseliyor ve bir-iki hafta içerisinde de Meclis kararıyla bu sözlerin marş olmasına karar veriliyor.

Ancak bu güfteye bir de beste gerekiyor. Bunun için de bir yarışma açılıyor. Mehmet Akif’in güftesi üzerine beste yarışması açma kararı alınınca telgraflar gönderiliyor dört bir yana. Kayıtlarda, beste için 100’den fazla beste geldiği yazıyor. Bunlar tabii basit, tek sesli notalar. Çoğu sadece bir melodiden ibaret aslına bakarsınız. Orkestra için düzenlenmemiş. Yarışmaya katılanların bir kısmı dönemin ünlü bestekârları ama önemli bir kısmı da ülkenin farklı köşelerindeki müzik öğretenleri ve amatör müzisyenler. Hatta aralarında, Prag Konservatuvarı’nda okuyan bir Türk öğrenci de var. Ancak o sırada Ankara’da bu besteleri yorumlayacak, değerlendirecek, “Bu uygun” veya “değil” diyecek müzik uzmanları yok. Ankara’daki eğitimli insanların hemen hepsi ya asker, ya memur ya da milletvekili. “Notaları İstanbul’a gönderelim, oradaki Musiki Cemiyeti değerlendirsin” fikri de, “Biz herhangi bir konuda İstanbul’a tabi değiliz!” denilerek Meclis’te reddediliyor.

Ancak savaş bittikten sonra İstanbul’da bir heyet toplanıyor ve besteleri değerlendirmeye başlıyor. Yaklaşık altı ay sonra heyet, “Ali Rıfat Bey’in bestesinin bunlar arasında Millî Marş olmaya en güçlü aday, gereklilikleri en iyi karşılayan beste olduğunu” açıklıyor. Güfte seçilirken ki kararlılıkla ve hızlı bir şekilde beste seçilemiyor. Heyetin kararına rağmen Ali Rıfat Bey’in bestesi pek kabul görmüyor, birçok eleştiri de alıyor. Batı müziği kalıplarına uymadığı ve bir Millî Marş için fazla ağır olduğu öne sürülüyor.

Türkiye’nin Millî Marş’ı bir türlü resmî olarak açıklanmadığı için bestecilerden Osman Zeki Üngör, 1924’de Atatürk ve Latife Hanım’ın huzurunda verdiği bir klasik müzik konserinde kendi bestelediği marşı çalıyor. Atatürk çok beğeniyor ve tebrik ediyor. Tebrik ediyor ama yine de konu muallakta kalıyor. Zeki Üngör’ün konserde çaldığı bestesi, yarışmaya yolladığı beste değil, bunu Büyük Zafer’den sonra besteliyor. Yarışma bittikten çok sonra, bir gün evinde otururken bir arkadaşı heyecanla içeriye giriyor ve “Türk atlıları İzmir’e giriyor!” diyor. Üngör ve o sırada yanındaki arkadaşları pek heyecanlanıyorlar. Bu heyecanla Zeki Bey piyanosunun başına oturup doğaçlama çalmaya başlıyor. Parmaklarından tuşlara dökülen notalar, bugünkü Millî Marşımızın ilk melodisini oluşturuyor. Kendisi, Türk atlılarının İzmir’e girişlerindeki nal seslerinden esinlendiğini söylüyor. Atatürk’ün beğendiği marş, işte bu marş. Ancak bu marşın bestesinin kabulü de öyle hemen olmuyor. Nihayet 1930’da Zeki Üngör’ün bestesinin Millî Marş olarak kabul edildiği açıklanıyor.

  • Konserin izleyici de nasıl bir his bırakmasını hedeflediniz?

Dori Kiss Kalafat: Çalışmamız, müzik üzerinden Kurtuluş Savaşı, Milli Mücadele ve cumhuriyetin kuruluş yıllarına ait bir sosyolojik çalışma. Türkiye’de tarih yazıcılığı daha çok belgeler üzerinden yapılan bir şey. Tarih yazıcıları, ilgilendikleri konularda araştırma yaparlar, belgeler bulurlar ve bunu bir makaleye, kitaba dönüştürürler. Ses ve görüntülü tarih yazıcılığı Türkiye’de fazla yaygın değil. Bizim konserimiz o anlamda farklıydı. Tarihi belgelerden yola çıkarak, bunu bir konsere dönüştürdük. İstiklal Marşı’nın hikâyesiyle ilgili pek çok kitap, araştırma var ama bunun bir konsere dönüştürülmesi bir ilk. Aslına bakarsanız yarışmaya katılan, unutulmuş bu marşlar 100 değil, 102 yıl sonra yeniden icra edildi. Kurulduğu 1956’dan itibaren, başta kurucu ortakları Feyyaz Berker, Ali Nihat Gökyiğit (orkestramızın da kurucusu) ve Necati Akçağlılar olmak üzere, Atatürk ilkelerine sımsıkı bağlı olan Tekfen’in, Tekfen Vakfı çatısı altında faaliyet gösteren bir sanat kurumu olarak, 100. yılda bundan daha doğru ve daha güzel bir kutlama düşünemezdik. 100. yıl konserimizi, cumhuriyetin kuruluş vizyonunun üzerine kurduk ve amacımız, bu marşları seslendirerek, Kurtuluş Savaşı döneminin heyecanına ışık tutmaktı.

Oyuncu Yiğit Sertdemir

Yiğit Sertdemir: 100. yıl konserimizin konusu ve içeriği, cumhuriyetin kuruluş vizyonu üzerine kuruldu. Cumhuriyet, 1923 yılında ilan edilse de daha öncesinde, bütün o savaş ve imkânsızlıklar içerisinde yeni bir ulus-devlet ve cumhuriyet kurma vizyonu zaten mevcut. Kurtuluş Savaşı mücadelesi sırasında dahi Atatürk ve silah arkadaşlarının, yeni kurulan Meclis’in üyelerinin, bir Millî Marş’ın gerekliliği konusunda birleşmesi, bu düşüncedeki kararlılığı da yansıtıyor. Bu öyle bir kararlılık ki, “Önce bir başaralım da sonra bakarız” denilmiyor. Dünya diplomasisi içerisinde yeni bir ulus olarak Türkiye varlık göstermeye başladığında bir Millî Marş’ın gerekeceğini önceden öngörmeleri bence çok değerli. Bu nedenle Millî Marş’ı sembolik olarak, seferberliğin çok önemli bir kilometre taşı olarak değerlendiriyoruz. Vatan sevgisi ile yazılan notaları 100 yıl sonra, cumhuriyetin 100. yılında sahneye taşımak heyecan ve gurur verici. Millî Marş’ın bilinmeyen hikayesini, sadece notalarla değil hem bilgi dolu hem de herkesi 100 yıl öncesine götüren bir anlatımla da seyirciye taşıdık. Dönemin atmosferini seyirciye daha iyi hissettirmek amacıyla eserler arası geçişlerde, anlatım, canlandırma ve anekdotlara Ceyda Düvenci, Mert Fırat ile birlikte hayat verdik.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.