MKE Ankaragücü – Çaykur Rizespor maçında hakem Halil Halil Umut Meler’e yumruk atan eski Ankaragücü Başkanı Faruk Koca, PFDK tarafından futboldan ömür boyu menedildi.
İYİ Parti’de yaşanan yaprak dökümü yeni başlamadı. Üst düzey görev almış isimlerin istifaları gündem yaratırken, kulislerde partiden kopuşun devam edeceği söyleniyor. İYİ Parti’nin CHP’ye işbirliği kapılarını kapatmasının ardından, pek çok isim de disipline sevk edilerek ya da istifası istenerek partiden uzaklaştırılıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan’ı ziyaret etti. Genel başkanlar, görüşmenin “nezaket ziyareti” amaçlı olduğunu vurguladı. Hatimoğulları ve Bakırhan, partiler arasında diyaloğu önemsediklerini söylerken, Özel, “Diyalog ve görüşmelerimiz sürecek” dedi.
- OKUYUN – DEM Parti, “kent uzlaşısı” stratejisi kapsamında farklı siyasi partilerle masaya oturabilir
Ruşen Çakır ve Kemal Can değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la her zaman olduğu gibi haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Öncelikle futbolda yaşanan bu yumruk olayını konuşalım. Ama ben açıkçası senin gibi Gençlerbirliği taraftarı birisine Ankaragücü’nü sormak ne kadar etik olur bilmiyorum. Çok acayip bir olay. Ankaragücü Başkanı Faruk Koca, AKP ile özdeşleşmiş, Erdoğan’ın çok yakınındaki birisi. Çaykur Rizespor-MKE Ankaragücü maçı pazartesi günü yapıldı ve cezâlar verildi. Biraz hızlı oldu tabiî. Faruk Koca tutuklandı. İstenen cezâ belli. Ankaragücü’ne verilen cezâ belli: Bir hafta ligler yapılmayacak, sonra devam edecek. Olay hızlı bir şekilde ve çok da deşmeden kapatılıyor sanki. Hani “Daha ne yapılsın? Tutuklandı, yasak getirildi” filan denilecektir. İlk başta, Ankaragücü’nün küme düşürülmesinden söz ediliyordu, bir şekilde hemen toparlanıldı.
Ama bu konuda çok net bir şey var: Siyâsetle bu kadar iç içe bir câmia olamaz. Hesapta özerk, ama tamâmen Erdoğan iktidârının yönettiği bir şey. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin gelmesi de öyle, Faruk Koca’nın Ankaragücü Başkanı olması da öyle. Zâten hani berbat bir süper ligimiz vardı, şimdi bütün yaldızları iyice döküldü. Sonrasında da hiçbir şey olmamış gibi ya da az bir olaymış gibi devam ediyor.
Kemal Can: Burada, bir, vakanın kendisinin etrâfındaki bir şey var; yani senin bahsettiğin insanlar, kulüpler. Bir de bu yaşadığımız skandalı, rezâleti mümkün kılan zemin var. Bu cezâsızlık meselesi ya da caydırıcılık meselesi ya da böyle “Bu kabul edilemez” denilen şeylerin sâhiden kabul edilemez olduğunu gösteren, devletin, toplumun gösterdiği reaksiyonla kendisini ifâde eden bir tarafı var. Bir şey kabul edilemez bir durumsa, bu, bir gazetecinin dövülmesi, bir yargı karârının tâlîmatla olması, bir kulüp başkanının sahaya girip hakem yumruklaması… “Bu hepimize yapılan saldırı”, “Bu yumruk hepimize”, “Böyle şey olur mu?” diye söylenen lâfların içi boşalmış durumda. İşin bir bu tarafı var. Yani bu cezâsızlık. Bunun en acayibini Hrant Dink meselesinde yaşıyoruz. Cezâ verilmesi bile, “Hakîkaten bu iş cezâlandırıldı ve bu işin sonuna kadar gidildi” hissini, o hep söylenen toplumsal vicdânı tatmin eden bir şey olmuyor. Daha da fenası yoğun bir cezâsızlık var. Yapanın yanına kâr kaldığı, geçici olarak birilerine verilen cezâların bile, bir daha bunun olmayacağı anlamına gelmediği bir zemin var. İşin bir tarafı bu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İkincisi, başta söylediğim şey: Bu tarafında problem devam ediyor. Ama öbür tarafına geldiğimizde, ortalama, sıradan, sokakta, sâhalarda, medyada veya her yerde gördüğümüz şiddet, linç kültürü ve benzeri şeyleri mümkün kılan, bunları teşvik eden, hattâ bunları sanki övünülecek şeylermiş gibi öne çıkartan, taraftarlıktan parti yandaşlığına kadar her alana yayılan bir zemin var. Hattâ popüler kültürün içinde bile, bu fenomenlerin tanışma, buluşmalarında bile birbirlerine tekme tokat girdiklerini okuyoruz. Ortalama olarak mikro seviyede de makro seviyede de her türlü alanda bir kuralsızlık. Sonuçta devletin en tepesi kendi mahkemesinin kararlarını tanımazsa, aşağıya doğru indiğinde hiç kimse hiçbir şeyin kuralını ya da sınırını öngörmez.
Ruşen Çakır: Faruk Koca, ifâdesinde “tükürecektim” demiş; sanki normalmiş gibi. Sonra tokada çevirmiş, sanki normalmiş gibi. “Benim attığım tokatla bir yeri kırılmaz” diyor. Fotoğrafta yumruk var da, tokat olsa sanki…
Kemal Can: “Bir tokat için bu kadar gürültü çıkartılır mı?” mı diyeceğiz? Ama hem yapabildiğini, karşısında önemli bir direnç olmadığında, “Niye yapıyorsun? Bu kurallara aykırı” dediğin hiçbir şeyin geçerli olmadığı, keyfîliği, fütursuzluğu, her seviyede katman katman tabana yaymak bu aslında. İşte, çeteleri de, her alandaki kuralsızlığı da görüyoruz. Bu böyle dalga dalga yayılıyor ve bu atmosferin içerisinde bir süre sonra bu tür acayipliklerin hiçbiri şaşırtıcı gelmiyor. Kimse, “Nasıl oluyor da böyle bir şey oluyor?” demiyor. O ânın kendi içinde bir tartışma oluyor, bir gürültü de çıkıyor. Ama orada da o kuralsızlığı ve keyfîliği var eden zeminin geniş bir çevreye yayıldığını ve içselleştirildiğini görüyorsun. Aynı şeyi “Ponzi” hikâyesinde de gördük. Bayağı takım taraftarlığı gibi. Bu futbol insanlarının çoğunun, senin takımından olması karşısında, “Bayrak inmez” çıkışı gibi, “Galatasaraylı oldukları için saldırıya uğruyorlar” diye birdenbire bir taraftarlık meselesi hâline geliyor ve tuhaf bir savunma gelişiyor. Aynı şey Ankaragücü hikâyesinde oluyor. Sıradan insanların adâlet duygusunu, kendi sınırlarını ya da başkasının haklarına girmeme sınırını öngörmelerinin ortadan kalktığı acayip bir kaos ortamı var. Bugün futbolda yaşanan, yarın büyük bir ihtimalle başka bir şeyde yaşanacak.
Çok daha teorik bir çerçeve olarak hep ifâde ettiğimiz “Her şey politiktir” önermesi, reel politik anlamında her şeyin politikleştiği… Çünkü bu iktidar o tâlîmat ve keyfîlik düzenini her alana yayıyor. Hattâ ulaşamadığı, giremediği alanlara, meselâ yeni baro kurdurarak, Türk Tabipleri Birliği’nin yönetimine kayyum atayarak, belediyeye kayyum atayarak, sendikaların içine elini sokarak, erişemediği yerleri de…
Ruşen Çakır: Boğaziçi Üniversitesi gibi.
Kemal Can: Aynı şekilde üniversitelere. Medyaya zâten çok önce başladı. Onun neredeyse 20 yıllık bir hikâyesi var.
Ruşen Çakır: Bugün Lale Akarun hocanın Yetkin Report’ta yazdığı çok çarpıcı bir yazı var Boğaziçi Üniversitesi’yle ilgili. “Artık kabullenmek zorundayız, bu iş bitti, geride hiçbir şey kalmadı” diyor. Bu tamamen, iktidar olsun da nasıl olursa olsun kafası. Üniversitenin içi boşalmış, futbolun tadı kalmamış, şu olmamış, bu olmamış… Bir de her yer o kadar çürük ki. Meselâ futbol hiçbir zaman düzgün değildi, ama artık her yerden dökülüyor. Meselâ birçok kulüp sübvansiyonla, devletin toleransıyla ayakta kalıyor. Devlet kamu bankalarına, “Hızlı bir şekilde alacaklarınızı alın” dese, birçok kulüp perîşan olacak. Nasıl alıyorlar bu kadar insanı? Bir de, yabancı futbolcu sayısı arttı. Yaşlı dedeler gibi konuşacağım ama, eskiden az sayıda yabancı gelirdi, adlarını bilirdik ve takıma bayağı bir şey katardı. Şimdi çok sayıda yabancı var. Mesela Beşiktaş en son 6 kişiyi kadro dışı bıraktı; hepsi yabancı. Bâzılarının adını ilk defa görüyorum. Yani artık her şeyin ölçüsü tam anlamıyla kaçmış durumda. Ve çözüm üretilemiyor. Altı kişiyi kadro dışı bırak, sürekli antrenör değiştir, teknik direktör değiştir filan. Aslında bu, gerçekten özerk bir federasyon istenmemesiyle alâkalı bir şey.
Kemal Can: Ama dediğim gibi bu daha genel bir durumun parçası. Medyada yaşadığımız şey. En önemli mesele de bu sektörlerin iktisâdı ile ilgili. Çünkü liberal öğretinin ısrar ettiği, üstelik hâlâ en arkaik tezlerle savunmaya çalıştığı, eğer karışılmazsa kendi kendine dengesine oturacağı iddiası bu alanların hiçbirinde işlemiyor. Meselâ televizyonların hiçbiri, yaptıkları işin ticârî karşılığından elde ettikleri gelirle yaşayabilen kurumlar değil. Sanat câmiası ya da sanatsal alan neredeyse böyle bir iktisatla çalışmıyor. Belediyelerden ya da kamu destekleri alarak, birtakım şeyler kullanarak yapabiliyorlar. Futbolla ilgili örneklerini sen verdin. Dolayısıyla bu müdâhalenin her yeri eline almanın en önemli aracı, onun kendi doğal iktisâdî işleyişini bu lütuf-cezâ işleyişinin parçası hâline getirmek.
Şimdi her bu tür meselede, “Eskiden böyle değildi. Futbol böyle değildi, Türkiye böyle değildi, medya böyle değildi” filan deyince, hemen, “Eskiden çok mu iyiydi?” cevâbı geliyor. Değildi. Hiçbirinde değildi, ama bunu dedirten şey, bunun normalleşmesi. Eskiden kötü olduğunu bilip söylediğin, kötü olduğunun farkında olduğun bir durum varken, şimdi kötülüğün normal olduğu bir zemindeyiz. İkisinin arasında bir fark yok mu? Bir fark var. Çünkü artık bu “yeni kötü” standart bir normali ifâde ediyor ve bunun bir kanıksanma hâli var.
Ruşen Çakır: Neyse, çok ağlamayalım artık.
Kemal Can: Ağlama meselesi değil. Bu futbol hikâyesinde gördüğümüz türden kontrolsüz bir durumu, yarın bambaşka bir alanda tekrar göreceğiz.
Ruşen Çakır: Meselâ bu medya meselesinde, geçen ay bir grup gazeteci Brüksel’e gittiğimizde Avrupa Birliği nezdinde görüşmeler yaptık. Orada, çok eskiden tanıdığım iktidar yanlısı medyadan insanlar da vardı. Bir gazetenin yöneticisine, “Hadi bize ‘foncu’ diyorsunuz. Biz fon alıyoruz. Ama siz nasıl yaşıyorsunuz? Gazete ne kazanıyor? Nasıl veriyorsunuz parayı?” diye sordum. “Reklam alıyoruz” diye cevapladı. “Kimin reklamını alıyorsunuz?” diye sordum. “Kamu bankalarının, kamu kuruluşlarının reklamını alıyoruz” dedi. Yani o da biliyor ki doğrudan iktidar eliyle fonlanıyor. Yoksa o gazetelerin, televizyonların sübvansiyonu bir çekilsin, birtakım yerlere, “Bunlara reklam vereceksiniz” tâlîmatları bir dursun, hepsi perîşan olacak. Meselâ iktidar değişseydi ve yeni gelen iktidar oraya giden muslukları birazcık kapatsa, birçoğu ânında stop edecekti. Böyle bir realite var. Bunların hepsi kendi ayakları üzerinde durabilen yerler ve kurumlar değil.
Kemal Can: Ama bunun alternatifi olan şeylerde de, bu bozulmanın karşısında yer alan kesimleri ve çevreleri bulaştırıp bozma kabiliyeti de…
Ruşen Çakır: Tabiî. Onlar da, “Bu iktidar değişsin, biz alalım” havasındalar.
Kemal Can: Dolayısıyla bu mesele, bozulmanın kendisine bakmadan, onu işleten asıl dinamiklere bakmadan, onun sâdece aktörlerine bakarak tartışmak çok bir yere götürmüyor.
Ruşen Çakır: Peki biraz Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’ni (DEM Parti) ile CHP buluşmasını konuşalım. Bayağı medenî bir buluşma oldu. Uzun da bir buluşma oldu. Ben dün bu konuda bir değerlendirme yaptım. Özetle şöyle düşünüyorum: Buluşmaları tabiî ki iyi. Ama ittifak ya da işbirliği yapmaları bana mümkün gelmiyor. Çünkü bunu yaptıkları anda iki taraf da çok ciddî bir şekilde sorun yaşayacak. Zâten en son yaşanan çok acayip bir örnek var. Ama CHP için DEM Parti ile iyi ilişki içerisinde olmak, özellikle DEM Parti büyükşehirlerde aday çıkarsa bile, “Nasıl olsa kazanamaz” diye düşünen parti seçmeninin bir kısmının oyunu alabilmek. Ama ona çok mesâfeli ve sert çıkacak olsa, meselâ İstanbul’da “İmamoğlu’na oy versem daha iyi olur” diye düşünme şansını kaybetmiş olacaklar. Bana öyle geliyor ki CHP, işbirliği olmadan yakın bir ilişki kurmayı tercih ediyor — ki akılcı olanı da bu.
Diğer tarafta DEM Parti’nin en önemli sorunu kayyum meselesi. Kendisi bölgede çıkaracağı belediyeleri koruyabilecek mi? Kayyumu nasıl engelleyebilir? Bundan önceki iki seferde engelleyemedi. Yani hukuk yok, tamâmen siyâsî bir karar. Çok direniş de sergilenmedi. “Nasıl olsa bir şey değiştiremeyiz” diye mi düşündüler bilmiyorum. Ama sonuçta o olaylar kapandı. Hattâ ikinci seferki neredeyse seçimden hemen sonra, hızlı bir şekilde oldu, değil mi? İlki biraz daha gecikmeliydi, ama ikincisi öyle oldu. Ve şimdi şöyle bir durum var: Diyarbakır’ın, Batman’ın belediye başkanlığını DEM Parti adaylarının kazanacağı kesin gibi. Ama kalıp kalmayacakları belli değil. Onların böyle çok ciddî bir sorunu var ve bu sorunların çözüm adresi de CHP değil. Yani DEM Parti’nin hâli çok daha zor sanki. Çünkü İstanbul’u, Ankara’yı, Adana’yı zâten alamayacaklar, ama oralarda belli bir oy potansiyelleri var. İzmir’de de var, Mersin’de, Antalya’da, Hatay’da çok ciddî potansiyeli var. Geçen seçimleri CHP kazandıysa orada aday çıkartmamalarının çok etkisi oldu. Bu sefer çıkaracaklar, ama bakalım ne olacak? CHP, sorunsuz bir ilişki kurarak oradan mümkün olduğu kadar oy almaya çalışıyor, ama yine de hiçbir şey garanti değil.
Kemal Can: Değil tabiî, ama burada belirleyici iki önemli faktör var. Birincisi, sorunsuz bir ilişki ve açık ve meşrû bir ilişki zemini oluşturulması bence çok belirleyici şeylerden biri. Bu sâdece seçimin sonuçlarıyla alâkalı değil. Tabiî seçimin sonuçlarıyla da çok alâkalı bir şey, dediğin gibi bağımsız davranabilen, stratejik oy verecek büyükşehir seçmeni üzerinde bunun önemli etkisi olur. Bu, azımsanmayacak bir şey.
Ama daha önemlisi, bu ittifak meselesi başka bir hâle geldiğine göre, hattâ CHP’nin müstakil bir muhâlefet liderliği mecbûriyeti önüne geldiğine göre… Çünkü bu yerel seçimlerde alınacak sonuç CHP’nin ittifaklı ya da ittifaksız, muhâlefetin ana gövdesi olup olmayacağını belirleyecek. Dolayısıyla orada yürütülecek daha sonraki strateji, bu seçimin sonuçlarından bağımsız olarak, bu tür bir zeminde… Şimdi İYİ Parti ile de, en azından gidip net bir görüşme yapıldı. Peşinden de en azından CHP tarafında rahatsız edici…
Ruşen Çakır: Ama İYİ Partililer böyle düşünmüyor. O konuya birazdan geleceğiz.
Kemal Can: Tamam, ama öyle bir strateji yürütülüyor. Onda da yıkıcı bir tutum alınmayacak. Dolayısıyla böyle bir role hazırlanan ve bu seçimde büyük ölçüde partilerin merkezî kararlarından bağımsız olarak, seçmen nezdinde, yani hep senelerdir söylenen “tabanda ittifak” stratejisine yönelecek olan CHP için bu doğru bir yaklaşım. Ama daha önemlisi, bunun şimdiye kadar olduğu gibi ister negatif muhâlefetten kaçınmak için ister kendi teşkîlâtlarında bazı alerjik reaksiyonlardan kaçınmak için ya da her konuda olduğu gibi, biraz temkinle ürkekliğin karıştırıldığı bir zeminden çıkıp, burada bir kompleks ya da bir suçluluk hissetmeden, burada bir peşin savunma ihtiyâcı hissetmeden, daha önceki dönemde de başlayan “meşrû siyâsî muhâtap” olarak, Meclis’te yer alan partilerle açık ve fazla spekülasyona izin vermeyecek netlikte ilişkiler kurulması önemli. Bence bunun seçime ilişkin sonuçları da olacak. Çünkü DEM Parti’nin senin söylediğin gibi birtakım problemleri var; ama önceliği, bölgedeki etkinliğini ve koruyabildiği oy tabanını bir daha gösterme ihtiyâcı var. Çünkü en çok lâfı edilen şey, bölgede eski tabanını tutup tutamayacağıyla ilgili bir tartışma oluşmuş durumda.
Dolayısıyla kayyum atanacak olsun ya da olmasın, enerjisini büyük ölçüde, bölgede daha önce kazandığı belediyeleri, üstelik daha iyi bir sonuçla geri almaya harcayacak. Kayyum tekrar atanır olsa bile bunu göstermek ihtiyâcı içerisinde. Büyükşehirlerde ise oy tabanının dikkate alınması gereken ve daha önemlisi de bu ilişkinin bu açıklık ve netlikte olmasının sağlayacağı biçimde meşrû muhâtap kabul edilerek, yani bir tür toksik bir temastan çıkartılıp, “Aman zehirli! Onlara dokunan, onlarla konuşan yanar!” tavrından çıkması lâzım. Bu, bağımsız ve stratejik davranacak Kürt seçmen için de önemli. Kendileriyle korka korka, arka kapılarda gizlice ilişki kuran biri yerine, açıktan kendisiyle temas eden birinin varlığı bile… Zâten bu ittifak sürecinde, iki seçimde tabanlar nezdindeki bâzı alerjik şeyler önemli ölçüde azaltıldı aslında. Bu seçimde, biraz iktidârın kışkırtmasıyla bu mesele tekrar ısıtıldı; ama bence hem 2019 yerel seçiminde hem de bu seçimde, Kürt seçmenin içerisinde de olan CHP alerjisinin önemli ölçüde azaldığını düşünüyorum. Üstelik bu görüşmeyi olumlu hâle sokan bir başka gelişme daha; tam bu görüşmenin öncesinde birtakım spekülasyonlara neden olacak böyle hafif komplovâri şeyler oldu. Şeyh Said tartışması yeniden açıldı. Onlara rağmen erteleme gelmemesi, bu görüşmenin yapılması, bu kompleksin hemen bir savunma refleksine dönüşmemesi bence pozitif gelişmeler. Yerel seçim sonuçlarını, adaylar netleştikten sonra göreceğiz. Ama siyâsetin normalleşmesi ve muhâlefetin bundan sonra nasıl şekil alacağıyla ilgili bence pozitif bir şey.
Ruşen Çakır: “Adayların netleşmesi” dedin de, ilginç bir şekilde, ilk ciddî adaylarını açıklayan CHP oldu. Çok da şaşırmadık. İstanbul, Ankara, Bursa, Balıkesir ve Bolu adaylarını açıkladı. Bolu ayrı bir olay. Belli ki orayı tekrar kazanmak istiyorlar. Onun için de Tanju Özcan’a katlanacaklar; öyle gözüküyor. Ama kazanma sürecinde ve kazandıktan sonra yapacaklarıyla da onları bayağı zorlamaya devam etme potansiyeli var. Diğer adaylarını da her hafta açıklayacaklarmış.
Bu arada AKP hâlâ hiçbir isim açıklamadı, ama çok ciddî görüşmeler oluyor biliyorsun. Sâdece MHP ile görüşme değil, Yeniden Refah ve HÜDA PAR’la da görüştü. Belli ki bütün Cumhur İttifâkı birçok yerde birlikte girecek. Geçen seçimde MHP ile AKP büyükşehirlerde, artı Iğdır ve Kars’ta ittifak yapmıştı. Şimdi illere, hattâ ilçelere kadar inebilir. Güneydoğu’da HÜDA PAR’la AKP’nin birlikte gireceği artık kesin gibi. Yeniden Refah Partisi’nin büyükşehirlerde AKP’yi rahatsız ettiği, onların da birtakım talepleri olduğu söyleniyor. Meselâ Malatya’yı istiyorlarmış. İstanbul’da bir iki ilçeyi istiyorlarmış. Yani gerçekten bir pazarlık olacağa benziyor.
CHP de “Tamam, işbirliği olmadı” deyip adaylarını açıkladı. Balıkesir’i açıklamış olması, zâten işbirliğinin artık olmayacağını, o karârın geri dönüşünün olmadığını gösteriyor. Çünkü Balıkesir İYİ Parti’nin en iddialı olduğu yerlerden birisiydi. CHP orada güçlü bir adayı, Ahmet Akın’ı gösteriyor. İYİ Parti’de Turhan Çömez de orada bayağı çalışıyor, herhalde iddialı bir aday bulacaklar yine. Geçen sefer kıl payı, CHP adayı yok diye kaybetti. Ama bâzı yerlerde, “İYİ Parti ve CHP birlikte hareket etseydi şurayı alırlardı” diyeceğimiz olaylar olacak herhalde.
Kemal Can: Evet. Muhtemelen o saydığın birkaç merkezde böyle bir sonuç görülebilir. Tabiî yerel dinamikleri iyi okumak lâzım, orada aceleci ve toplam sonuçlar üzerinden netîceye varmamak lâzım; ama taban eğilimlerinin ve söylediğim gibi parti mensûbiyetinden başka türlü düşünen seçmenin öncelikleri konusunda öğretici şeyler de görebiliriz; ilginç sonuçlar da ortaya çıkabilir partilerinden bağımsız davranan seçmenlerle.
Ruşen Çakır: O kesin.
Kemal Can: Bu şey, aslında belki partilerin siyâset yapma biçimini de tekrar düşünmesini sağlayabilir.
Ruşen Çakır: Meselâ Ekrem İmamoğlu için çok büyük bir fırsat aslında. Geçenlerde bu konuyu yorumladım. Eğer bu durumda bile kazanırsa, “Sâdece CHP’lilerin oyunu almadı. Demek ki İYİ Parti’den, DEM Parti’den, hattâ belki AKP’den de oy aldı” diyeceğiz. Yani %50’ye yakın bir oy alabilirse, o zaman Ekrem İmamoğlu’nun önü çok açılmış olacak. Meselâ Mansur Yavaş tekrar kazanırsa, Ankara’nın tapusunu almış olacak, öyle değil mi?
Bir de kaybedenler olacak tabii. Meselâ Binali Yıldırım o kayıptan sonra artık yok hükmünde. İzmir’de AKP’nin adayının İzmir Ticâret Odası Başkanı Mahmut Özgener olacağı söyleniyordu. Ama Erdoğan çok istemesine rağmen, kendisi adaylık istememiş, yanaşmamış. Çünkü 1 Aralık’a kadar Oda Başkanlığı’ndan istifâ etmesi gerekiyordu, etmedi. İzmir gibi bir yerde kazanma ihtimâli çok yüksek değil diye yapmadı. Ama bir yandan da, Erdoğan’ın talep ettiği adaylığı kabul etmemek de risk değil mi?
Kemal Can: Tabiî. Ama daha önce de bunun örneklerini gördük. Meselâ seçimden önce, şimdi ekonominin başındaki Mehmet Şimşek kabul etmemişti meselâ.
Ruşen Çakır: Evet. Son olarak, yine mûtat, İYİ Parti’yi konuşalım. İYİ Parti’den bugün de Salim Ensarioğlu istifâ etti. Her an birileri gidiyor, her gün bir istifâ oluyor.
Kemal Can: Dün bir Genel Başkan Yardımcısı görevden alındı, bir başka Genel Başkan yardımcısı da istifâ etti.
Ruşen Çakır: Evet. Biri Avukat Ece Güner. Diğeri Ahmet Zeki Üçok. Kendisine görevden alındığı tebliğ edilmiş.
Kemal Can: Evet, o hikâye de tuhaf bir şey.
Ruşen Çakır: Belediye Meclisleri çok karışık. İstanbul’da sorun var. Ankara ve İzmir’de de varmış. Yerel olarak birtakım istifâlar da oluyormuş, onlar çok yansımıyor tabiî. Bir de parti içinde çok sayıda rahatsız olan ama ayrılmayanlar da var. Yarın öbür gün onlar, “İşbirliğine karşı çıktınız, bakın ne oldu. İşbirliği yapsaydık en azından bir yerleri alırdık” diyecekler. Burada seçime “hür ve müstakil” girip sonuç alabilmesi için, İl Genel Meclisi’nde alacakları oy tabiî ki önemli. Ama geçen sefer yapamadıklarını yapıp, bu seçimde bir tâne bile bir il belediyesi kazansalar –çünkü geçen seçimde hiç alamadılar– o zaman, “İşte gördünüz mü Afyon’u aldık” ya da “Denizli’yi aldık” diyecekler. Böyle bir şey yapabilirler mi?
Kemal Can: Bilmiyorum. Lokal olarak, adayların netleşmesinden sonra birtakım tahminler yürütülebilir. Mümkün müdür bilmiyorum. Ama genel siyâsî tabloda… Yayını futbolla açtık. Oradan devam edeyim. Hani futbolda bazen bir sezonu bırakırsın ve sonraki sezon için takımı her şeyiyle, kadrosuyla, futbol mantalitesiyle yeniden hazırlarsın.
Ruşen Çakır: Sizin Gençlerbirliği’nde yıllardır yaptığınız gibi.
Kemal Can: Evet. Bu, olabilir bir şey. Gûya iddia da, İYİ Parti’nin dile getirdiği de böyle bir şey. Yani “Tamam, şu anda bir çalkantı geçiriyor olabiliriz. Bu bize bir zarar verebilir. Başkalarına da zarar verebiliriz, başkalarına da seçim kaybettirebiliriz. Ama biz uzun vâdeli düşündüğümüzde ne yaptığımızı biliyoruz” gibi. Ama bu pek öyle değil. Bunu birkaç kez konuştuk. Bu aslında daha iyiyi bulma tercihinden çok, “40 katır mı 40 satır mı?” Çünkü öyle de yapsa, yani ittifakta devam karârı da çıksa, İYİ Parti bir çalkantı yaşayacaktı. Varlığını meşrûlaştırma problemiyle karşı karşıya. “Yeter artık! Siz tam olarak nesiniz yani?” İddiaları, sağdan oy taşıma kapısını tutan bir aktör olarak devam etmek. Ama bu, “hür ve müstakil” bir seçimin mahsulü değil. Bu, senelerdir, kurulduğundan beri yürütülen belirsizlik siyâsetinin getirdiği bir mecbûriyet. Kötü seçeneklerden birini seçti. Şimdi bunun kendisine ve başkalarına mâliyetinin de sorumluluğunu üstlenmek zorunda.
İYİ Parti şimdiye kadar şu lükste davranma arzusundaydı: Ortaya çıkacak pozitif sonuçlardan pay almak, ama negatif sonuçların sorumluluğunu almamak. Son seçimde de öyle oldu.
Ruşen Çakır: Erdoğan taktiği.
Kemal Can: 2009’da payları var, ama 2023’te bir günahları yok. Böyle bir siyâset biçimini yürütmek ve bunu genel siyâsette mâkul ve kabul edilebilir bir argüman olarak ileri sürmek mümkün değil. Aslında “hür ve müstakil” olan şey şu: Artık bunun sorumluluğunu atabilecekleri bir yer yok ve bunun sorumluluğuyla yürüyecekler. Ama şu da açık: Yani bu ertelenmiş bütün problemleri, yani tabanıyla teşkîlâtı, teşkîlâtıyla merkez yönetimi, merkez yönetimiyle lideri, tabanıyla lideri, onun sınıfsal profiliyle iddia ettiği ideolojik çerçeve; hiçbir şey, hiçbir şeyle gerçek mânâda uyuşmuyor. Bu yüzden, her şeyiyle kendini tamamlayabilmiş bir parti görüntüsü vermemişken bu yola çıkmak… Diyelim ki daha önce bir tabanı, bir çizgisi, bir “dâvâsı” olan parti, “Biz tekrar yerimize dönüyoruz. Bir mâceraya açılmıştık, şimdi fabrika ayarlarımıza dönüyoruz” diyebilir. Ama burada fabrika ayarı yok. Problem bu.
Ruşen Çakır: O kesin öyle.
Kemal Can: Fabrika ayarı olmayanın döneceği bir yer de yok.
Ruşen Çakır: Siyâsete girdiğinden beri işbirlikleriyle, ittifaklarla gidiyorlar.
Kemal Can: Şimdi gene aynı şey. Muhâlefetin bir parçasıyken ortaya koydukları iddiayı, başka bir biçimde tekrar ederek devam etmek istiyorlar. Bu iktidârı devirebilmek için sağdan oy alacak kuvvetli bir partiye ihtiyaç var. Zâten İYİ Parti bu imkânı politik olarak sattı. Şimdi aynı şeyi “Biz yolu ayırdık. Size kazandırma işinden vazgeçiyoruz. Kaybettirebiliriz de. Ama bizi de fazla hırpalamayın, çünkü bu size lâzım” diye bir şeyle idâre etmesi ne kadar mümkün olacak, çok emin değilim. Bunu tez olarak ileri süren epeyce insan var.
Ruşen Çakır: Şimdi yayından çıkıp gideceğiz, belki İYİ Parti’yle ilgili yeni bir haberle karşı karşıya kalabiliriz. Evet, burada noktayı koyalım Kemal. “Haftaya Bakış”ı burada bitiriyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.