Ruşen Çakır’ın konuğu Hakan Şahin: Yeniden Pençe-Kilit Harekâtı

12 Ocak 2024’te Kuzey Irak’ta Pençe-Kilit Harekâtı bölgesinde dokuz asker şehit oldu, dört asker de yaralandı. 22 ve 23 Aralık’ta aynı bölgede çıkan çatışmada 12 asker şehit olmuştu.

Millî Savunma Bakanlığı’nın X hesabındaki paylaşımında bölgede operasyonların sürdüğü söylendi.

Ruşen Çakır konuğu emekli Yarbay Hakan Şahin ile ikinci kez benzer bir saldırının aynı bölgede gerçekleşmesini, sözleşmeli erleri, bölgede yaşananları ve Pençe-Kilit Harekâtı’nı askeri açıdan değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba iyi günler. Türkiye şehitlerini konuşuyor. Daha önce, 22 ve 23 Aralık’ta, Irak’ın kuzeyinde çıkan çatışmada 12 askerin şehit olduğu haberi gelmişti. Bu haberin ardından emekli Piyâde Kurmay Yarbay Hakan Şahin’le bu konuyu yorumlamıştık O yayın çok da ilgi görmüştü; Hakan Bey çok önemli şeyler söylemişti. 12 Ocak Cuma akşamı yine aynı bölgeden 9 şehit haberi geldi ve biz yine Hakan Bey’le askerî açıdan bu yaşananları yorumlamaya çalışacağız. Hoş geldiniz Hakan Bey.

Hakan Şahin: Merhaba Ruşen Bey, teşekkür ederim, hoş bulduk. 

Geçen yayında ihmal ettiğim bir şeyi telâfî ederek başlayayım. Sizin askerlik dışında aynı zamanda siyâset bilimi doktoranız var. Türkiye’de Asker, Toplum ve Siyâset isimli bir kitabınız var. Hattâ kitabınızın önsözünü Prof. Ümit Cizre yazmış. Ümit Hoca’ya da buradan bir selâm yollayalım.

Şahin: Sağ olun, teşekkür ederim. 

Son yayınımızın ardından, 20 gün sonra yine aynı bölgede yine bir saldırı ve 9 şehit haberi geldi. Geçen seferki olay bir sürprizdi, beklenmedik bir olaydı diyelim. Ama ikinci kez aynı bölgede neredeyse benzer bir saldırının düzenlenmiş olması nasıl açıklanabilir? Açıklanabilecek bir durum mu bu?

Şahin: Söylediğiniz gibi, 12 Ocak’ta maalesef 9 askerimiz şehit oldu, 4 askerimiz yaralandı. Konuşmaya başlarken yine şehitlerimize rahmet, âilelerine başsağlığı ve yaralılara şifâ diliyorum, âilelerine geçmiş olsun dileklerimi iletmek istiyorum. Cuma akşamı Millî Savunma Bakanlığı bu haberi açıklamadan birkaç saat önce, bâzı sosyal medya hesaplarında bu haberi gördüğümde ve sonra Millî Savunma Bakanlığı’nın açıklamasını gördüğümde kişisel olarak büyük bir üzüntü duydum. Sonraki bir iki gün bununla ilgili yapılan yorumlara, televizyon yayınlarına, tâziye mesajlarına, “Kim ne demiş, nasıl açıklıyor?” diye hiç bakasım da gelmedi doğrusu. Özellikle aynı yerde, 22 Aralık’ta altı şehidin verildiği üs bölgesinde, aynı yöntemle, havanın kar yağışlı, tipi ve sisli olmasından yararlanarak yapılan bir sızma olduğunu öğrenince büyük bir üzüntü duydum ve bu üzüntü içerisinde susmak istedim. Bence Türkiye toplumunun da birazcık bu yolu tercih etmesi gerekiyordu. Ben, “İnsanlar bu olaya nasıl bakıyorlar, nasıl açıklıyorlar, açıklanacak bir tarafı var mı?” diye düşünerek, açıklanacak bir tarafı olmadığı için herkesin başını önüne eğip susacağını düşünmüştüm. Ama dün ve önceki gün baktığımda tuhaf bir biçimde şu şekilde konuşulmaya devam edildiğini gördüm maalesef. Kabaca özetlemek gerekirse: “Evet, keşke olmasaydı ama oldu. Bunlar Türkiye’nin bölgede yürüttüğü o çok önemli askerî harekâtların sürdürülmesinin sekteye uğramasına sebebiyet vermemelidir” şeklinde özetleyebileceğimiz bir bakışla ele alındığını gördüm. Bu bence kesinlikle yerleşmemesi gereken, kurumsallaşmaması gereken bir bakış açısı. Hem askerî çevrelerde hem de sivil çevrelerde yerleşmesi gereken bakış bence şu olmalı: “Burada tuhaf bir durum var. Aynı yerde 20 gün arayla aynı şekilde bir olayın olması ve ciddî sayıda şehit ve yaralıların verilmesi konusu apaçık bir sorundur; üzerine düşünülmesi gereken, incelemeye değer bir konudur. O zaman bunu incelenmesi gerektiği şekilde, hak ettiği değeri vererek incelememiz gerekir” bakışını sürdürmemiz gerekir. O yüzden şu an burada olmak ve bunları konuşmak istedim. Burada, bir hatâ demesek bile, askerî olarak baktığımızda, sâdece… 

Tam onu soracaktım. Biz dışarıdan bu işi bilmeyen insanlar olarak, konunun uzmanı olmayanlar olarak, tabiî biz haberlere bakıyoruz. Ama siz işin içerisindesiniz. Hattâ geçen seferki yayında, bizzat kendi yaşadığınız benzer bir olayı da anlattınız. Bir asker olarak bakıldığında, tecrübe sâhibi birisi olarak baktığınızda burada bir hatâ görüyor musunuz, yoksa zâten askerliğin doğasında olan bir vaka mı yaşanmış? 

Şahin: Ben şöyle düşünüyorum: Biraskerî harekât iki ana bacaktan oluşuyor; biri planlama bacağı, biri de icrâbacağı. O tepede bulunan birlik, başındaki komutan, gözetleme mevziindeki asker, bu işin icrâ bacağında yer alan askerî personel. Bu işin bir de planlama faaliyeti var. O da daha üst karargâhlarda gerçekleştiriliyor. Genelkurmay Başkanlığı karargâhından başlayarak, Kara Kuvvetleri ordu karargâhlarında gerçekleştirilen, bu konuda yetiştirilmiş olmasını bekleyeceğimiz planlama subayları tarafından yapılan, komutanların onayladığı, çeşitli hareket tarzlarının tespit edildiği, bu hareket tarzlarından en uygun olanlarının seçildiği… Yani size normalde olması gerekeni anlatıyorum. Harp Akademileri’nde verilen kurmaylık eğitiminde bize öğretilen şeyi anlatıyorum. Böyle olmuş olması gerekir. 

Akademide kurmaylık eğitimlerinde bize verilen, her kurmay subayın ve aslında kurmay olmayan subayların da ezbere bildiği iki şey var. Birincisi, biz teğmenken şöyle denirdi: “Bir askerin 24 saat hiç ara vermeden sürdürmesi gereken üç şey vardır. Hangi harekâtı icrâ ediyor olursa olsun bu üç şey her zaman sağlanmış olmalıdır. Bunlar: keşif-emniyet-irtibat.” Bu bize o kadar çok söylenmişti ki zihnimden hâlâ çıkmamış. Keşiften kasıt şu: Herhangi bir yerde faaliyet gösteren bir asker kişinin veya askerî birliğin, sürekli olarak bir keşif faaliyeti içinde bulunması ve bu şekilde kendi durumsal farkındalığının bilincinde olması. İkincisi emniyet. Hem asker kişi hem askerî birlik, her tür faaliyette ilk önce kendi emniyetini sağlamalı. Diğeri de irtibat. İrtibattan kasıt, diğer komşu birliklerle, ast ve üst birliklerle irtibat. Eğer herhangi bir harekât bu üçünü sağlayamayacak durumda ise bu harekât icrâ edilemez. Bu şekilde bir harekât planlaması öğretilmişti bize. 

Şimdi görüyoruz ki hem 22-23 Aralık’ta hem de 12 Ocak’ta, bu olayın meydana geldiği ve toplamda 21 askerimizi şehit vermemize yol açan şeyin, keşif-emniyet ve irtibat konularında, bu üç ayakta da bir hatâ olduğu ortaya çıkıyor. Keşif konusunda bir hatâ var. Çünkü bu mevsimde orada kar yağışı, tipi ve sis durumlarında, birliğin keşif faaliyetini hem çıplak gözle hem de kendilerine verilen elektronik gözetleme teçhizatlarıyla yerine getiremeyeceği belli. Yani bu elektronik gözetleme aygıtlarının imkân kabiliyetleri belli. Sisli veya kar yağışının sürdüğü bir havada ne kadar mesâfede bir gözetleme sağlayacağı belli. Dolayısıyla bu imkân ve kabiliyetler dikkate alınmamış gözüküyor.

Emniyet ilkesi ise, böyle bir saldırı ve sızma girişimi olduğunda, üst birlik tarafından, bağlı olduğu tugay, tümen, kolordu tarafından birliğin emniyetinin nasıl sağlanacağı, sağlanıp sağlanamayacağı, bunda başarılı olup olamayacağı, bunların planlanması konularında bir zâfiyet olduğu açık gözüküyor. 

Eskiden, askerin çatışmaya girmesi, şehit haberleri söz konusu olduğu zaman, zorunlu askerlik meselesi gündeme gelirdi ve “Zorunlu askerlerle terörle mücâdele edilmez” denilirdi. Siz de o zamanları yaşadığınız için çok iyi biliyorsunuzdur. Sonra artık sözleşmeli erlerle bu işler yapılmaya başlandı. Burada da hayâtını kaybeden, şehit olan askerlerin önemli bir kısmı sözleşmeli er. Burada bir sorun mu var? Yani şöyle düşünüyoruz biz: Eğer sözleşmeli erse, bunlar herhalde zorunlu askerlikten sonra kalanlar olarak anlıyorum. Başka yöntemler de olabilir, önemli değil. Ama bunların bir subay gibi olmasa bile, ayrı bir eğitimden, özel bir eğitimden geçtiklerini ve bu üstlendikleri görevi yapma kapasitesine sâhip olduklarını, yani bir zorunlu askerin çok ötesinde olduklarını varsayıyoruz. Şimdi bu yaşanan olaylarda sözleşmeli erlerle ilgili bir sorun mu var? Çünkü sözleşmeli er meselesi bayağı dikkat çekmeye başladı. Bu son yaşanan olayda da, deprem çadırında yaşayan bir şehit âilesinin durumunu gördük. Ya da hep gecekondularda yaşayan âilelerin çocukları… Burada bir sorun mu var?

Şahin: Sözleşmeli erlik konusu bence şu açıdan çok faydalı oldu. Bu bölgede görev yaptığım dönemlerde –ki ben üsteğmen olarak Şırnak’ta görev yaparken bu sistem geçerliydi–, zorunlu askerliğe tâbi askerlerin, bu sistemin en büyük zaafı şuydu: Diyelim önce 18 ay daha sonra 15 aya düşürülen zorunlu askerliğe tâbi bir asker var; iki üç aylık bir acemi eğitiminden sonra bölgeye geliyor ve toplam bir yıl kadar o bölgede görev yapıyor. Zâten ilk altı ayı, bölgeyi, arâziyi öğrenmekle geçiyor. Geriye, verimli olarak görev yapabildiği altı aylık bir zaman dilimi kalıyor. Altı ay sonra askerliğini bitirip dönüyor, sonra tekrar yeni gelen ve eğitimsiz, bölgeyi tanımayan başka bir askeri tekrar eğitmekle uğraşıyordunuz. Sözleşmeli erlikle birlikte, görece daha iyi bir temel eğitim almış ve en önemli tarafı da uzun süreli, yani beş yıl, altı yıl, sekiz yıl görev yapabilecek sözleşmeli er sistemine geçildi. Benim son görev yaptığım ve geçen yayında anlattığım Güven Dağı Üs Bölgesi’nde komutanı olduğum tabur da sözleşmeli askerlerden oluşan bir taburdu. Ben bu anlamda sözleşmeli erliğin faydalı olduğunu düşünüyorum. Tabiî Türkiye’nin sosyo-ekonomik koşulları gereği sözleşmeli erliğe başvuran, bunu bir meslek olarak tercih eden askerlerin durumları belli. Ama bu koşullar altında, bu konuyla ilgili yapılabilecek bir iyileştirmenin şu aşamada olmadığını düşünüyorum. 

Ancak bu eğitim konusunda gündeme getirmek istediğim, en azından bir soru hâline getirmek istediğim başka bir şey var: Bu son olayda, 9 şehidin verildiği birliğin, Türkiye’nin başka bir şehrinde, Kırklareli’nde konuşlu bulunan bir Komando Tugayı’nın personeli olduğunu, Pençe-Kilit harekâtları kapsamında bu birliğin oraya intikal ettirildiğini öğrenmiş olduk. Bâzı emekli askerlerin televizyonda yaptığı yayınlardan, Türkiye’nin şu anda bütün komando tugaylarının bu bölgede bulunduğunu ve bu sayının 20 kadar olduğunu öğrenmiş olduk. Bunu da bir emekli generalimizin dün akşam çıktığı bir yayında söylediklerinden öğrendim. Bence burada bir sıkıntı var. O da şu: Kırklareli’nde bulunan ve bundan dört beş sene öncesine kadar piyâde tugayı olan bir tugayın, komando tugayına dönüştürülmesi bende şu soruyu oluşturuyor: Kırklareli’ndeki bu komando tugayı, örneğin bir Kayseri veya Bolu Komando Tugayı gibi veya Hakkâri’deki Dağ Komando Tugayı gibi gerçek anlamda komando yeteneklerine, komando eğitimine ve teçhizatlarına sâhip mi? Yani “Bir piyâde birliğini komando tugayına dönüştürdüm” deyince o birlik gerçekten komando tugayı oluyor mu? Bence bu konu üzerinden birazcık durmak lâzım. Burada bir eksiklik var gibi geliyor bana. 

İkincisi, Silâhlı Kuvvetler’de eğitim zâfiyeti konusunda projektörlerin üzerine ilk tutulduğu kişiler, genellikle daha düşük rütbeliler oluyor. Yani daha çok sözleşmeli erler ve onların eğitim düzeyi gündeme geliyor. Fakat bence projektörü tutmamız gereken bir yer daha var. O da, biraz önce konuşmamın başında dikkat çekmeye çalıştığım bu planlama ayağı. Dolayısıyla ben soruyu şöyle sormak istiyorum: Bu çok büyük ölçekli 20 kadar tugayın, hava unsurlarının da katıldığı bu müşterek harekâtı icrâ eden planlama ayağında, Genelkurmay’da, Kara Kuvvetleri’nde, orduda bulunan lojistik planlama subaylarının, istihbârat planlama subaylarının, kara havacılık planlama subaylarının planlama yetenekleri ne durumdadır acaba? Hava durumunu planlamaya dâhil ederken, örneğin, komutanlarına çeşitli alternatif hareket tarzları önerdiler mi? Veya kara havacılık planlanması konusunda ya da ulaştırma hizmetlerinin planlanması konusunda bir yeterliğe sâhipler mi? Çünkü biliyorsunuz 15 Temmuz’dan sonra, Harp Akademileri bir süre bu eğitimlere ara verdi ve kapatıldı. Daha sonra kurmaylık sistemi değiştirildi. 

Yine geçenlerde izlediğim bir yayında, bir emekli generalin söylediği şeye katılıyorum: Kurmay olmayan subaylar, ağırlıklı olarak general yapılmaya başlandı. Dolayısıyla, “Bir kurmaylık nosyonundan, eskiden beri süregelen anlamda bir generallik nosyonuna sâhip olmayan, bu bakımdan da planlama konusunda birtakım eksikleri olan generallerin komuta ettiği veya onların karargâhlarının planlama faaliyetlerini yürüttüğü askerî harekâtlar mı söz konusu acaba?” sorusunu da sormalıyız bence. 

Sıklıkla karşımıza çıkan bir başka olay da biliyorsunuz dış güçler konusu. Özellikle PKK söz konusu olduğunda bu yıllardır söylenir. Ama Suriye olayıyla berâber, YPG ile Amerika Birleşik Devletleri’nin açık işbirliğiyle berâber, bu çok daha alenîleşti. “Amerikalılar onlara istihbârat sağlıyor. Teknolojik olarak onları donatıyor” gibi şeyler söyleniyor. Meselâ gece görüş dürbünü sağlandığından söz ediliyor. O nasıl bir şeydir bilmiyorum ama, siz biliyorsunuzdur mutlaka. Bu söylenenler hakîkaten doğru olabilir mi? Doğruysa, bütün bu süreçlere nasıl bir etkisi olabilir?

Şahin: Bunların doğru olup olmadığını bilmiyorum, ama doğru olma ihtimâli de var; bu teçhizatları vermiş olabilirler. Zâten aralarındaki işbirliğini saklamıyor Amerika. Dolayısıyla bu silâhları vermiş olabilir. Birtakım daha gelişmiş, keskin nişancı silâhları, gece görüş kameraları, gece görüş dürbünleriyle desteklemiş olabilir. Bunları kullanıyor olabilirler. Belki bu son “sızma” olayında da kullanmış olabilirler, bunlardan emin değilim. Ama bunlar ihtimaller arasında. Fakat bence dikkatleri buradan ziyâde şuraya yönlendirmek lâzım: En az bunlar kadar gelişmiş durumda olan silâh, teçhizat, gece görüş sistemleri Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin envanterinde de var. Kesin olarak bilmiyorum, ama muhtemelen bu sızma girişimine uğrayan ve şehit veren o askerî birlikte de vardır. O zaman burada sormamız gereken şu: Hava ve iklim koşullarının sert olduğu, kar yağışı, tipi, sis durumunda işlevsiz hâle geldiğini gördüğümüz bir durum söz konusu. Yani oradaki birliğin elinde de var bu teçhizatlar. Geçen seferki o sızma girişiminden sonra, birtakım sosyal medya hesaplarında paylaşılan o âna âit bâzı görüntüler izledim. O üs bölgesi içerisinde PTZ Kamera dediğimiz bir kamera var, o imhâ edilmeye çalışılmış meselâ. Termal kameralar var, gece görüşlü kameralar var. Fakat hava koşulları bunları etkisiz hâle getiriyor. Normalde 2 km. menzile sâhip olan bir termal kamerada, bu tip hava koşullarında, görüş yirmi metreye, elli metreye düşüyor Dolayısıyla burada oyunu değiştiren, “game changer” dediğimiz şey, bence, Amerika’nın PKK’ya verdiği silâhlar değil. Şu an Ocak ayındayız ve bu sert hava koşulları, kar yağışı, tipi, en az bir, bir buçuk ay daha sürecek. Bölgedeki iklim belli. Geçen yayında söylediğim gibi Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. O birlik bu hava koşulları altında o üs bölgesinde bulunmaya devam edecek.

Dolayısıyla şunun düşünülmesi lâzım: “On gün, on beş gün, yirmi gün sonra hava ve görüş koşulları aynı durumda olduğu zaman, benzer bir sızma girişimi olduğunda, bunu önleyecek ve şehit verilmemesini sağlayacak ne önlem alınabilir? Biz şu an ne yapıyoruz ve ne yapmalıyız?” sorusu sorulacak mı? Soru bu kadar açık ve gayet net. Askerî uzmanlığa sâhip olmaya da gerek olmayan bir soru. 

Sizinle daha önce yaptığımız yayında da konuşmuştuk. Emekli askerlerin yaptığı değerlendirmelerde de o bölgede sâbit üs tutmanın doğru olup olmadığı meselesi var. Anladığım kadarıyla siz de aynı şeye vurgu yapıyorsunuz. 

Şahin: Evet. Bence zâten olayın can alıcı noktası, bu koşullaraltında sâbit bir üs bölgesini orada tutmakta ısrarcı olmak doğru mu,yanlış mı? Hem askerî karar vericilerin hem de toplumun bukonu üzerinde durması lazım. Bu konuda iki ana görüş olduğunu görüyorum. Bir tânesi, merkez medyada temsil edilen, hem eski askerlerin hem de büyük çoğunluğuyla sivillerin merkez medyadaki görüşü: “Evet, birtakım şehitler, yaralılar veriyorolabiliriz; fakat sâbit üs bölgelerini orada tutmaya devam etmemiz ve kesinlikle geri çekilmememiz lâzım. Çünkügeri çekilirsek, bu ateş önce Diyarbakır’a, sonra Ankara’ya, sonra İstanbul’a gelir”şeklinde ifâde edilen bir görüş. Benim görebildiğim kadarıyla bu ses çok baskın çıkıyor. 

Biraz daha aklıselim sâhibi olduğunu düşündüğüm ve Osman Pamukoğlu gibi, oralarda yaptığı işleri kitaplaştırmış ve topluma sunmuş, tecrübeli olan emekli askerlerin bir kısmı ise, “Sâbit durursan bunun olacağı muhakkak. Mukadder bir şey” görüşünde. Çünkü karşı tarafa meselâ, “Amerika PKK’ya istihbârat desteği sağlamıştır” deniyor. Burada bir istihbârat desteği sağlamaya gerek yok ki. O tepede o birliğin olduğu cümle âlem tarafından biliniyor. Orada 100 tâne askerin bulunduğu, termal kameraların olduğu, ikmal faaliyetlerinin sürdüğü bir yerle ilgili, “Aa! Burada Türk askeri varmış” demek için bir istihbârat desteğine gerek yok. İki üç kilometre mesâfeden gözetleme yapılması yeterli. 

Dolayısıyla askerî karar vericilerin ve tabiî ki siyâsî iktidârın şuna karar vermesi lâzım: “Biz her ne pahasına olursa olsun burada bu sâbit üs bölgelerini tutmaya devam edeceğiz” mi? Yoksa askerlik mesleğinin, askerî uzmanlığın gerektirdiği şekilde, “Biz askerî planlama sürecini işletmeye devam ediyoruz. Böyle planlamıştık. Ancak askerî planlama yaşayan bir şeydir. Yapılan hatâlardan ders çıkarılır. Bu da bir planlama sürecinin parçasıdır” diyerek, adına “geri çekilme” vs. demeden… zâten bunu demeye de gerek yok. Yani olayı bir şeref, onur meselesi hâline getirip, “Başarısız olduk geri çekiliyoruz” vs. şeklinde adlandırmaya da gerek yok. “Askerî planlamanın gereği olarak şu kadar sayıda üs bölgemiz vardı. Bunlardan şu kadarını, şu yeni yerlerine konumlandıracağız” şeklinde, akılcı, sağduyulu ve yeni kayıpların olmasını önleyecek şekilde, yeniden bir karar verme sürecinin işletilmesi lâzım bence. 

Son olarak, asker Hakan Şahin değil de siyâsetbilimci Hakan Şahin’e sorayım. Sizin Türkiye’de Asker, Toplum ve Siyaset diye bir kitabınız var. 

Şahin: Evet doktora tezimin kitaplaşmış hâli. 

Evet, tam da bu konuyu ele almışsınız. Şimdi üst üste yaşanan iki olay var ve adları değişen ama süren harekâtlar var. Biz bu olayın askerî yönünü konuştuk. Ama olayın bir de toplum ve siyâset yönü var. Bu son iki deneyimden baktığınız zaman, toplum ve siyâset alanında ne dikkatinizi çekiyor ve ne olması gerekir?

Şahin: Bir önceki yayına başlarken elimde bir kitapla başlamıştım hatırlarsınız. Atatürk’ün Arıburnu Muhârebeleri Raporu isimli kitabıydı. Şimdi de, kitabı göstermeyeceğim ama bir başka kitaba dikkat çekeceğim. O da çok önemli bir kitap: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası. Anayasamızın ilgili maddesinde Türk Silâhlı Kuvvetleri’yle ilgili bölümde, Silâhlı Kuvvetler’in nasıl yönetileceğini düzenleyen bir Anayasa hükmü var. Sanırım Anayasamızın 117. maddesiydi. Orada şöyle ifâde ediyor: éBaşkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin mânevî varlığından ayrılamaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil edilir.” Yani bu şu demek: Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin başkomutanı Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir ve Cumhurbaşkanı bu görevi, yani Başkomutanlık görevini onun adına temsil eder. “Savaşta da bu görevi Genelkurmay Başkanı yürütür.” Dolayısıyla bu son olaylarda benim gördüğüm şu: Bir anayasal hüküm altına alınmış olan bu ayak, yani Silâhlı Kuvvetler’in başkomutanlığının Meclis tarafından temsil edilmesi, dolayısıyla onun gözetiminde olması, sivil-asker ilişkileri açısından literatürde parlamenter denetim, demokratik denetim ve demokratik gözetim denen ayağının maalesef eksik olduğunu görüyoruz. 

Bence bu olaylar olduğunda, Meclis’in, çeşitli araçlar kullanarak, oturumlarıyla, Millî Savunma Komisyonu’yla, Millî Savunma Bakanlığı’nı, hükûmeti ve Genelkurmay Başkanlığı’nı, kendisine en azından bilgi vermeye çağırması, dâvet etmesi ve bu sıfatla, yani başkomutanlığın mânevî makamını temsil etme sıfatıyla bu olaylar ve bu olayların öncesi hakkında, orada yürütülen askerî harekâtların içeriği hakkında, gerekirse kapalı oturumla, askerî açıdan, istihbârâta karşı koyma açısından her nasıl uygun olacaksa, bu olayın bir seyircisi, bir gözlemcisi olarak değil, millet adına, Türkiye toplumu adına, bizim seçtiğimiz kişiler olarak, Silâhlı Kuvvetler’in bu faaliyetlerini gözetme, kontrol etme ve denetim altında tutma ve bu şekilde şeffaflık sağlama, orada neyin olup bittiği, planlamaların nasıl yapıldığı, sonucunun ne olduğu konusunda hem bâzı askerî makamların hem bâzı sivil makamların pek görmemizi istemediği şeyler varsa, onları açık kılacak şekilde, Meclis’in, Parlamento’nun  o kontrol ve gözetim görevini yapması lâzım. Şu âna kadar yapmadı. Bundan sonra daha aktif bir şekilde –ve bunu bir lütufta bulunmak ister gibi değil–, bu anayasal görevini yerine getirmesi lâzım.

Tabii burada terörle mücâdelenin yanına şeffaflığı koymak, Türkiye gibi bir ülkede zor bir husus. 

Şahin: İşte koyamadığımız için oluyor bunlar zâten.

Şeffaflık çağrıları yapıldığı zaman, mesela Meclis diyorsunuz, “Orada teröristlerle işbirliği yapanlar var” diye başlayan cümlelerle karşılaşıyorsunuz ve bu şeffaflık asla olamıyor. Benim bildiğim, yıllardır Türkiye terörle mücâdele eder ve hep de bunu bir devlet sırrı olarak görür.

Şahin: Evet. Ama böyle düşünülüyorsa, o zaman anayasamızın ilgili maddesini değiştirelim ve “Türk Silâhlı Kuvvetleri’ninBaşkomutanlığı, terörist olduğu düşünülen partiler hâriç olmak üzereTürkiye Büyük Millet Meclisi’nin mânevî varlığını temsil eder” diyelim. Biz ilkelerle hareketetmeliyiz. Eğer biz toplum olarak bunu bir ilke olarak benimseyeceksek, ozaman bunu anayasamızda yazalım. 

Peki son olarak şunu sorayım: Toplumun tepkisinde, şehitlere üzülmenin, onlar için dua etmenin ötesinde çok da fazla bir şey görmüyoruz. Ama yavaş yavaş şöyle şeyler de gözüme çarpıyor. İlkinde değil, ama ikincisinde, “Ne oluyor?” gibisinden böyle bir rahatsızlık da var. “Ne işimiz var orada?” lâflarının da yavaş yavaş edilmeye başlandığını görüyorum. Bunları nasıl yorumlarsınız? Bunlar iyiye delâlet mi yoksa sakıncalı bir durum mu?

Şahin: Çok güzel bir soru Ruşen Bey. Söylemeyi unuttuğum iki önemli konudan bir tânesi, bu olayların Türkiye toplumunda ne tür bir duygu hâline yol açtığı açmaya başladığı. İkincisi de çok akıllara gelmeyen bir şey: Bu olayların bu şekilde ilerliyor olmasının Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin içerisinde, yani askerî sosyoloji olarak içeride ne tür bir yeni sosyolojiye yol açtığı. Bununla ilgili kısa bir şey söylemek istiyorum. 22-23 Aralık’tan bu yana, demin bahsettiğim bu merkez medyada dile getirilen görüş, “Evet, birtakım şehitlerimiz oluyor. Keşke olmasa, Allah rahmet eylesin. Ama işte, Türkiye’nin bunları yapması lâzım” görüşü. Burada şunu anlıyoruz. Bu olaylar haftaya da olabilir. Bir hafta sonra tekrar olabilir, sonra bir daha olabilir. Sanki topluma yavaş yavaş bu kazandırılmaya, bu verilmeye çalışılıyor gibi hissediyorum. Bunun kesinlikle yerleşmemesi gerekir. Meselâ özellikle bir şehit değil ama altı, yedi, sekiz şehit olduğu zaman ortaya çıkan infial duygusunun devam etmesi lâzım. Bunu şu anlamda söylüyorum: Bir fecaate infial duygusuyla yaklaşmak bir sağlıklılık alâmetidir. Bir insan ölüme, bir dehşet haberine kayıtsız davranıyorsa orada bir psikolojik problemden bahsederiz. Toplumun da psikolojik sağlığını korumaya devam etmesi için, bu olayları, ölümü, çocukların ölümünü normalleştirmemeye devam etmek lâzım. Benim gördüğüm, kurulmaya çalışılan söylem, bunu normalleştirmeye yönelik bir şey. Bence sizin gibi gazetecilerin bu söylemin yerleşmemesi sağlayacak şekilde bir çaba göstermesi lâzım. O yüzden teşekkür ederim. 

İkincisi de demin bahsettiğim o askerî sosyoloji boyutu. Ben yıllar önce tezimi yazarken, askerler tarafından yazılmış Anadolu’yu okurken… Aslında bilmediğim, duymadığım çok ilginç şeyler okudum. Meselâ şimdi ismini hatırlayamayacağım eski Kara Kuvvetleri komutanlarından bir tânesinin anlattığı dönemlerde –1955’ler olması lâzım–, Harp Okulu’ndan yeni mezun olmuş, teğmen, ilk görev yeri olan birliğe gidiyor. Yanılmıyorsam Erzurum’du. Eylül ayında birliğine katılıyor, komutanıyla tanışıyor. Aradan birkaç ay geçiyor, Kasım ayı geliyor. “Bir gün evime girerken, evimin önünde bir kömür yığıntısı gördüm” diyor. Tabiî o zaman lojmanlar henüz inşâ edilmemiş, sivil bir yerde oturuyor. “Evimin önünde bir ton kadar bir kömür gördüm. Bir baktım, birileri o kömür yığınını benim evimin kömürlüğüne taşıyorlar.” “Nereden geldi bu kömür?” diye şaşırıyor. “Sonra öğrendim ki, bana hiç söylemeden, bir lütuf olarak Tugay Komutanı olan general, “Sen buralara yeni geldin, kömürün benden olsun” diyerek bu teğmenin evine, parasını da kendisi vererek kömür almış. 

Bu anlattığım olayın konumuzla şöyle bir ilgisi var: Bu tür olaylar, “Birlik rûhu” dediğimiz ve savaşmak isteyen, savaşacak olan dünyanın tüm ordularında, teknolojiden de önce, silâhtan da önce, uçaktan da, gemiden de önce, bütün bu demir yığınlarından, elektronik kablolardan oluşan sistemlerden de önce, ilk önce olması gereken şey “Birlik rûhu”. Yani teğmenin albaya, albayın korgenerale, sözleşmeli erin üsteğmene, üsteğmenin mâliyeciye, askerin piyâdeye, piyâdenin topçuya, topçunun hava savunmacıya duyacağı karşılıklı ve karşılıklı olduğu ölçüde de sinerjik hâle gelip çoğalan bir dayanışma, bir kardeşlik duygusu. Az önce anlattığım olay da bu kardeşlik duygusuna atıf yapan bir şeydi. 

Bu son olaylara yaklaşım biçimi, yani “Evet, keşke olmasaydı. Ama ne yapalım? Oldu. Biz bu görevleri yapmaya devam edeceğiz” şeklinde özetlenebilecek yaklaşım biçimi, bu birlik rûhunu kırmaya, dağıtmaya hizmet edebilecek bir şey. Bundan belki bir iki sene önce, yakın bir târihte bir televizyon yayınında bir emekli askerimizle konuşan bir gazeteciydi herhalde, hatırlamıyorum; şöyle bir cümle kullanmıştı bu şehit haberleriyle ilgili: “Askerler zâten ölmek için maaş alan kişiler. Maaş alıyorsun zâten, öleceksin” demişti. Bu sözler hem askerî kesimde hem de toplumun genel kesimlerinde büyük bir infial yaratmıştı. “Bir şeyi bu kadar kaba terimlerle konuşmaya gerek yok” denmişti. Ama ben şimdi üzülerek şunu görüyorum: Aradan geçen iki senenin sonunda, bu lâflardan üzüntü duyan, incinen, infial duyan eski askerlerin bir kısmı, “Asker zâten maaşını almak için alan kişidir” söylemi değişik kelimelerle ama aynı kabalıkla, gerekli özenden yoksun bir biçimde, “Evet, ne yapalım? Keşke ölmeseydi, ama oldu. Allah rahmet eylesin. Bunlar harekâtları yürütmemize engel olmayacaktır” demişlerdi.

Bunları okuyan, bu yorumlardan haberdar olan o üs bölgesindeki bir astsubay olduğunuzu düşünün. Kar yağıyor, hava sıcaklığı -15 derece. Akşamın nasıl geçeceğini bilmiyorsunuz ve bir eski askerin, “Keşke olmasaydı, ama yapacak da bir şey yok. Bu oldu ve olmaya da devam edecek” sözünü duyduğunu düşünün. Bu söylem, savaşacak olan Silâhlı Kuvvetler’in en çok ihtiyaç duyacağı o birlik rûhunu yok edecek, onu çok hastalıklı hâle getirecek bir şey. Dolayısıyla bu konuda da daha özenli olmak, kelimeleri daha özenli bir şekilde seçmek gerekiyor. Ama tabiî kelimelerden de önce, evvela düşünme biçimlerimizi daha özenli hâle getirmemiz lâzım.

Evet, söylediğinizi çok iyi anlıyorum. Sorunu çözemeyince, “Eh ne yapalım, bu sorun da var” şekline indirgemek maalesef üzücü. Hakan Bey sağ olun. Yine önemli ve iyi bir yayın oldu, çok teşekkürler.

Şahin: Ricâ ederim. Ben teşekkür ederim.  

Emekli Piyade Kurmay Yarbay Hakan Şahin’le son şehit haberlerini, Irak’taki PKK saldırılarını askerî ve siyâsî yönden değerlendirdik. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. 

Yayını kapatmadan, Medyascope’a Patreon ve YouTube‘dan desteklerinizi beklediğimizi vurgulamak istiyorum. Hepinize çok teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.