Ruşen Çakır yorumladı: AK Parti’nin bir davası var mı?

AKP’de ıstakoz, Maldivler tartışması büyürken parti içinde tepkiler gelmeye devam ediyor. Eski AKP İstanbul milletvekili Metin Külünk sosyal medya hesabından “Ya kurtulalım kıskaçlarından şu ıstakozun, ya da diri diri kaynar suların içinde büsbütün davamızı haşlayacaklar!” diye tepkisini gösterdi.

Ruşen Çakır AKP’deki tartışmaları, partinin davasına sahip çıkmasını ve Erdoğan’ın alacağı duruşu değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde bir ıstakoz ve Maldivler muhabbeti gidiyor. Istakozu biliyorsunuz: Şebnem Bursalı, İzmir milletvekili ve gazeteci, onun Monako’da bir kulüpte ıstakoz yerken yaptığı ve sosyal medyada duyurmasıyla başlayan bir infial hâli var bâzı kesimlerde. “Ne var bunda?” diyenler de var tabiî ki; ama özellikle AK Parti’nin daha İslâmî bilinen kesimlerinde bir rahatsızlık var. Bir de bir başkasının, Çankırı’da eski milletvekili ve en son seçimde de belediye başkan adayı olup kaybeden kişinin Maldivler’e âilecek, torunlarıyla birlikte yaptığı tâtil ve onun paylaşımı var. Bunlar bayağı bir tartışmaya yol açtı. Şaşırtıcı değil, daha önce de olmuştu. Şimdi daha fazla olacak; çünkü çok büyük bir seçim yenilgisi var. Yenilginin yarattığı çok büyük bir hayal kırıklığı var. Beklentiler büyük ölçüde azalmış durumda. Bir endişe hâli var, kaygı hâli var ve özellikle de tabiî ki ellerindekini kaybetme ihtimâli var. Bunun verdiği panik hâliyle her türlü iç tartışma, kapışma, kavga, birtakım arayışlar vs. var. Bunların hepsi olacaktır. AK Parti eski m,lletvekili Metin Külünk, daha önce biliyorsunuz İstanbul’da aday adayıydı ve hattâ burada kendisiyle de yayın yapmıştık; sosyal medyada bayağı uzun bir paylaşım yaptı. Bu yayını ona borçluyum, Metin Külünk’e borçluyum. Daha doğrusu şöyle: Zâten yapabilirdim belki ama, en azından başlığını ona borçluyum. Önce diyor ki: “Öğle yemeğinde soframızda domates, peynir, ekmek ve çay ile imtihan olurken çok mutluyduk. Şimdi ıstakoz ve şımarıklık ve Maldivler ile imtihan olmak sâdece bizi değil, topyekûn milletimizi yoruyor” diye başlayan bir paylaşım.Ortasında bir yerde, sonlara doğru bir yerde: “Ya kurtulalım kıskaçlarından şu ıstakozun ya da diri diri kaynar suların içinde büsbütün dâvâmızı haşlayacaklar. Bir dâvâ var, bu dâvânın ıstakozdan kurtulması lâzım, ıstakozun kıskaçlarından. Yoksa diri diri bu dâvâ haşlanacak.”

Ben de diyorum ki: Böyle bir dâvâ yok. Kaynar sularda mı bilmiyorum, diri diri mi bilmiyorum; ama çoktan haşlandı ve gitti. Şimdi, dâvânın gittiğini öteden beri herkes biliyordu. Metin Külünk de biliyordu bence, başkaları da biliyordu. Ama işler yolunda gittiği için, dâvânın olmaması çok da fazla rahatsız etmiyordu ya da en fazla, –ne deniyor?– “ortamlarda” dile getiriliyordu, “Biz eskiden böyle miydik?” diye. Ama iktidarda olmanın, güçlü bir şekilde iktidarda olmanın sağladığı imtiyazlar, birtakım fırsatlar, imkânlar; ıstakoz yemeseler bile öğle yemeğinde, girişte söylediği gibi domates, peynir, ekmek ve çayla idâre etmeden, daha ötesinde hayatlar vardı. Kaldı ki bugünün şartlarında domates, peynir, ekmek ve çay da bayağı pahalı bir şey — onu da arada bir belirtmiş olayım. Böyle bir hal vardı. Ve insanlar, “Ya, keşke dâvâmız da sürseydi. Ama ne yapalım, işte böyle de iyi, idâre ediyoruz” gibi bir havadaydı. Dâvâ ise çoktan gitmişti, şimdi iktidar da gidiyor. İktidar gidiyor endîşesi var ve bu sefer karşılıklı suçlamalar olacak. Kolay hedefler ise, Şebnem Bursalı gibi açık bir şekilde bu hareketin kendisiyle uyumlu olmadığını gösteren kişiler olacak. Nedir? Fransa’da, Monako’da –ki Monako Fransa’nın içinde, ama kendisi bir devlet biliyorsunuz, prenslik– özel bir kulüpte ıstakoz yiyor ve bunu paylaşıyor. Bu, “AK Parti’nin tabanı” diye târif edilen İslâmî muhâfazakâr kesimler için tam öteki, tam öteki. Yani CHP’li birisi bunu yapsaydı herhalde demediklerini bırakmayacaklardı. Ama şimdi kendi milletvekilleri söz konusu. Ve yakın zamâna kadar –hâlâ yazıyor galiba, ben tâkip etmiyorum ama– iktidârın en önde gelen gazetelerinde yazdı. İzmir kökenlidir, Yeni Asır kökenlidir ve daha sonra Sabah gazetesinde çok önemli yerlere geldi ve o sâyede de milletvekili oldu. Süleyman Soylu’nun terörist sayısı verdiği o büyük röportajı da yapan Şebnem Bursalı’dır. Onu da bir yere kaydetmek lâzım.Ve bu ekol aslında AK Parti ile her zaman doku uyuşmazlığı yaşayan bir gelenekten gelip, daha sonra bir şekilde AK Parti gemisine binenlerden. Bunun başka örnekleri çok var. Büyük medyada tasfiye edilmeden hâlâ yazan eden isimlerin büyük bir kısmı böyle. Hürriyet’te, Sabah’ta tek tük böyle isimler var. Bunlar normalde AK Parti’nin gerçek tabanındaki insanlarla hiçbir zaman yan yana duramayacak insanlar. Ama ne yapıyorlar? Tabiî ki kraldan çok kralcı oluyorlar. Yine bu tartışmalar sırasında eski paylaşımlarına baktığımda; “Ezan susmayacak, bayrak düşmeyecek” vs. gibi paylaşımlar yapan insanlar. Bu kişiler genellikle devşirme olarak adlandırılabilir. Devşirmeyi illâ kötü bir şey olarak almamak lâzım. Yani başka bir kamptan alınan kişiler ve bunlar öne çıkıyor, öne çıkartılıyor ve bunu Erdoğan’ın kendisi yapıyor. Şimdi Metin Külünk, bu paylaşımında Erdoğan’a toz kondurmuyor, hattâ Erdoğan’ı koruma iddiasıyla yapıyor bunu; ama Şebnem Bursalı’nın milletvekili olması Erdoğan sâyesinde. Ve dikkat edin, bu tür insanlar, sonradan alınanlar… Neydi o teğmen, unuttum… Çelebi meselâ. Şimdi Çelebi en sıkı AK Partili oldu. Özellikle sosyal medyada srekli cansipârâne bir savaş yürütüyor. Onu nereden biliyorum? Kendisini tâkip etmiyorum; ama meselâ bana her türlü saldıran trollerin profillerine bakıyorum, hep Çelebi tweet’leri var. Bir ara Nedim Şener çok öyleydi. O da bir başka örnektir bunlara, biliyorsunuz. Ya da Hulki Cevizoğlu ya da Metin Feyzioğlu, futbolcu Alpay… diye giden bir şey.

Şimdi bu, işin kolayına kaçmak. Ne deniyor? “Biz aslında iyiyiz, ama birileri geldi bizi bozdu.” O birileri buraya kapıyı kırarak gelmediler, girmediler. Tam tersine dâvet edildiler, sâhip çıkıldılar, önleri açıldı ve büyük bir kısmı da hak etmedikleri şekillerde onore edildiler. Kendilerine önemli yerler, bakanlıklar, milletvekillikleri, büyükelçilikler tahsis edildi. Ve bu tamâmen bir iktidar projesi olarak yapıldı. Ama şimdi iktidar gitmeye başladığı anda işin rengi değişiyor ve birden kalkıp bu kişilere karşı bayrak açılıyor. Bu bayrak açmanın bir anlamı hem yok hem var. Bu, içerideki kavgayı ve ne yapacağını bilememe hâlini ve günah keçisi arama hâlini gösteriyor. AK Parti son seçimde büyük bir hezîmet yaşadıysa, târihinde ilk kez girdiği bir seçimden birinci değil ikinci parti olarak çıktıysa, bu Şebnem Bursalı ya da benzeri, Maldivler’e giden kişiler gibi insanlar yüzünden değil. Bu parti kazanırken neyle kazanıyorsa kaybederken de onunla kaybediyor. Erdoğan’la kazandı, Erdoğan’la kaybediyor ve aslında geride bir parti de yok. Yani o kişilerin yerine başka kişiler de olsa, ya kazanıyor ya kaybediyor. Sonuçta bir önceki seçime bakın: 2023’te Erdoğan kazandı. Şimdi, kazanılan seçimleri Erdoğan kazanıyor, ama kaybedilen seçimleri parti kaybediyor diye bir şey yok. Bunun bir kere adını koymak lâzım. Bir diğer husus ise, ortada bir çürüme varsa, bir kokuşmuşluk varsa, bir halktan kopukluk varsa, bir israf varsa vs. her türlü suçlamanın adresi de tek başına sonradan gelmiş devşirmeler vs. değil. Bakın, bugün herhangi bir bakanın, hattâ komisyon başkanının, tabiî ki Cumhurbaşkanı’nın bir yerden bir yere giderken kaç araçla gittiklerine bakın. Araçların markalarına, yıllarına bakın. Ve burada bir yerden bir yere gittikleri zaman, diyelim ki cuma namazına, câmiye gidiyor ya da mitinge gidiyor ya da evinden bakanlığa ya da Meclis’e gidiyor; oralarda yaşanan israf uzun bir süredir Türkiye’nin gündeminde. Ama nedeniyor? “Îtibardan tasarruf olmaz” mıydı? Evet, yani bir îtibar meselesi. Saraylar, Külliye başlı başına öyle. Birçok yerde çok ciddî birharcama var ve tepeden tırnağa yürüyen bir savurganlık, israf ve kamu malını tüketme var. Ve bunu bir iki kişinin sırtına yükleyerek yapmak mümkün değil.

Bu hareket ilk Refah Partisi’nden îtibâren başladığında, Türkiye’deki merkez partilerin kokuşmuşluğuna tepki olarak çıktı. Özellikle yolsuzluklara karşı tepki olarak çıktı ve o zaman şu söyleniyordu: “Bunlar dindar, en azından yemezler” deniyordu. Daha sonra ne yerleşti biliyorsunuz — utanç verici, ama bu yerleşti: “Yiyorlar ama çalışıyorlar”. Böyle bir şey vardı. Tamam, eyvallah. “Ama işte, ülke de yolunda gidiyor. Şu oluyor bu oluyor ama ekmeğimizi de kazanabiliyoruz. Yemeleri o kadar da önemli değil” dendi. Ama bir süredir bunun yerine şu geldi: “Hem yiyorlar hem çalışmıyorlar”. Çalışıyor olsalar bu seçimi kaybetmezlerdi. Artık makine durmuş gözüküyor ya da artık çok da fazla yol alamıyor gözüküyor. Ve ortada bir âtıllık var, ortada bir kaybetme hâli var ve bu kaybetme hâlinde de insanlar hemen suçlu arıyorlar. Aslında ortak bir sorumluluk söz konusu. Ve burada işin en kolay yolu, İslâmcılığın –dilime geleni söylemeyeyim ama– en kestirme yolu budur: Hep ötekine birtakım ahlâkî düşkünlükler atfeder. Der ki: “İşte bakın, nasıl bir hayat tarzı var” vs..Halbuki bu düşkünlük AK Parti iktidârına baktığımız zaman, İslâmcı iddialı birçok kadronun, muhâfazakâr ve dindar iddialı birçok kadronun nasıl bir düşkünlük hâli içerisinde olduğunu ve nasıl hak etmedikleri imkânları sonuna kadar fütursuzca harcadıklarını gösteriyor. Ve şu anda bir hesap zamânı. Hesap zamânı geldiğinde de kimse hesâbı kendisi ödemek istemiyor.

Gelelim dâvâya. Dâvâ nedir? Dâvâ İslâmî bir kavram esas olarak. Aynı zamanda bir başka yönü de dâvet etmektir. Yani sizin bir hedefiniz var ve insanları çağırıyorsunuz. Ve bu ulvî bir şey. Şimdi, ilk başta böyleydi. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmekti ve buna yönelik bir çağrıydı, dinî bir çağrıydı ve kademe kademe, özellikle merkezin çöküşüyle merkezden uzaklaşan insanları kazanarak gidildi. Ve bu süreç içerisinde çok büyük fedâkârlıklar yapıldı. Çünkü ortada bir dâvâ vardı, imkânlar kısıtlıydı ve insanlar ceplerinden, enerjilerinden, vakitlerinden, her şeylerinden verdiler. Refah Partisi’nde böyleydi. Yaşlı amcalar elektrik direklerine tırmanıp afişler asarlardı. Yani sürekli veriyorlardı. Hiç unutmuyorum, bir gün Güneydoğu’da, Refah Partisi’nden rahmetli Şevket Kazan başkanlığındaki bir heyetle dolaşıyorduk. Daha doğrusu onlar dolaşıyordu, ben de gazeteci olarak tâkip ediyordum. Şevket Bey bir ilçede parti tabelasını beğenmedi. Çok savruk ve eski bir şeydi ve ilçe başkanına fırça attı. Dedi ki: “Niye doğru dürüst tabela koymadınız?” dedi. O da aynen şöyle bir cevap verdi: “Efendim, Ankara’dan bize para gelmiyor ki ne yapalım? İmkânlarımız bu kadar” dedi. Çünkü o bilinen bir husus; böyle yerlere, özellikle taşraya Ankara’dan paralar gider, insanlar parti faaliyetlerini öyle finanse ederler. Şevket Kazan dedi ki: “Ne parası? Sen o tabelayı asacaksın, sonra bana, Ankara’ya ayrıca para yollayacaksın” dedi. Yani Ankara’dan, bir yerden, bir merkezden beslenerek finanse edilen bir siyâset değildi. Aşağıdan yukarıya, İngilizce tâbiriyle grassroot bir hareketti.Aşağıdan yukarıya gelen ve aşağıdakilerin adanmışlığıyla gelen bir hareketti. Yakın zamâna kadar bu vardı biliyorsunuz; kefenleriyle Erdoğan’ı karşılayanlar vardı havaalanında. Erdoğan için ve bir dâvâ uğruna ölme iddiasıyla insanlar çıkıyorlardı ve hâlâ bir dâvâ varmış gibi hareket ediyorlar. Ama sonra ne oldu? Bu dâvâ gitti, kayboldu. Çünkü artık merkezden finanse edilen bir siyâsete dönüştü. Bu aşağıdan yukarı bir parti hareketinden ziyâde, yukarıdan aşağıya artık… Erdoğan tek adam rejimini önce partisinde inşâ etti, sonra Türkiye’de inşâ etti. Ve bütün bu süre içerisinde o aşağıdan yukarı hareketi budadı ve yukarıdan aşağı bir hareket oldu. Bunu yapabilmek için de yukarıdan aşağı insanlara birtakım imkânlar sundu: iş imkânı, sermâye imkânı, vergi indirimi, vergi affı, kaçak yapılanmasına göz yumma, sosyal yardım gibi. Böyle bir sistem oldu. Ve bu sefer AK Parti aşağıdan yukarı değil yukarıdan aşağı; verenlerin değil alanların olduğu bir hareket oldu. Bu bir saadet zinciri gibi. Daha önceki yayınlarda bahsettim ya da yazılarımda da yazdım; bir saadet zinciri söz konusuydu. İşler böyle yürümeye başladı. Merkeze taşınan bu kesimlere merkezin birtakım imkânları sunuldu ve iktidârın sürmesine paralel bir harekete dönüştü, bir partiye dönüştü. Ve dâvâ, ulvî birtakım şeylerden arınıp tamâmen iktidârı korumak ve iktidârın nîmetlerinden sonuna kadar istifâde etmek dâvâsına dönüştü.

Ama ne oldu? Beş yıl önce meselâ, İstanbul, Ankara, Adana ve Antalya gibi büyükşehirler gitti. Rantın en çok olduğu yerler gitti. Ülke ekonomik olarak çok ciddî bir krize girdi, hâlâ o krizin içerisinde. Alım gücü çok ciddî bir şekilde düştü, enflasyon yükseldi. Ve Erdoğan bu seçimlerde etkisi olacağını bilmesine rağmen emeklilere seyyânen zam veremedi. Artık o imkânın, yani verme imkânının, dağıtma imkânının, kalmadı demeyelim ama iyice azaldığını bize gösteriyor bu. Ve işte burada o zincir koptu. O zincir kopunca, şimdi birileri tekrar zinciri baştan oluşturmaya çalışıyorlar ve diyorlar ki: “Dâvâmıza sâhip çıkalım, dâvâmızı ele güne yedirmeyelim.” Ama ortada bir dâvâ yok. Hatırlamaları gereken şeyler var. O kadar zaman geçti ki üzerinden, o kadar uzaklaştılar ki, tekrar bunu hatırlamaları bile çok zor olacak. Ve hâlâ dâvâ iddiasında olanların önemli bir kesiminin de meselâ Yeniden Refah Partisi’ne gittiğini görüyoruz. Yani o eski “dâvâ” dedikleri olayın günümüze uyarlanmış bir hâlini Fatih Erbakan’ın partisi büyük ölçüde yapıyor. AKP’nin artık bir dâvâsı yok. Bir iktidârı koruma dâvâsı var ve o şimdi çok ciddî bir yara aldı ve bir panik hâli var. Bu panik hâliyle, can havliyle birileri, İslâmî hareketten gelen, Millî Görüş’ten gelenler tekrar dâvânın yeniden ihdas edilmesini, başa dönülmesini, fabrika ayarlarına dönülmesini söylüyor. Onun dışındakiler de dâvâyla bir alâkaları olmayan kesimlerse ne öneriyorlar? Mehmet Uçum örneğinde gördük: Ülkenin diktatörlüğe doğru taşınmasını öneriyorlar. Yani başa dönmek değil, gidebildiği kadar otoriterliğin olabildiğince ileriye taşınması. Çünkü hareketin, bu iktidârın halktan beslenebilme imkânları giderek azalıyor. Böyle bir durumdayız. Dolayısıyla geçmiş olsun, ortada bir dâvâ zâten yok, kalmadı. Bunu en iyi bilenler de bu dâvâyı bugün dillendirenler. Yakında adım adım; bugün ıstakoz olur, yarın Maldivler olur, öbür gün başka bir şey olur. Daha önce de böyle şeyler olmuştu, şimdi çok daha fazla olacağa benziyor. Ve bunlar nedeniyle çok ciddî kapışmalara, tartışmalara ve kaçınılmaz bir şekilde kopuşlara tanık olacağız. Çünkü dâvâ bitti. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.