Bangladeş’te haftalardır süren şiddetli protestolar sonucunda Başbakan Şeyh Hasina görevinden istifa ederek ülkeyi terk etti. Bangladeş ordu sözcüsü, Şeyh Hasina’nın Hindistan’da güvenli bir bölgeye gittiğini duyurdu. Geçici hükümet kurulması için temaslar başladı.
ABD Başkan Yardımcısı ve Demokrat Parti’nin başkan adayı Kamala Harris, 60 yaşındaki Minnesota Valisi Tim Walz’u başkan yardımcısı adayı olarak belirledi.
Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar Transatlantik’te dünyada yaşanan gelişmeleri değerlendirdi.
Yayını hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Bu hafta maalesef Gönül Tol yine yok; çünkü şu anda Amerika Birleşik Devletleri’ne dönüyor, yolda. Kendisiyle haftaya program yapabileceğiz. Yayını Ömer Taşpınar’la yapıyoruz. Bu arada İran’ın cevâbını bekliyoruz. İran eğer ciddî bir cevap verirse sizi bırakmayacağım. Hafta sonu ya da hafta içi muhakkak bir yayın yaparız.
İran’a gelmeden önce, sizin yeni başkan yardımcısı adayınızla başlayalım. Biraz önce ‘X’te tâkip ettiğim Amerikalı birisi, “J.D. Vance’ın 1 milyon 200 bin tâkipçisi var, ama bizim Tim Walz hâlâ 650 bin kişide. Haydi bir el atın da yakalayalım” diye bir paylaşım yaptı. Ben de, uzaktan da olsa 1 kişilik katkıda bulundum. Hakkında çok temiz şeyler söyleniyor: “Öğretmen, asker, beyaz ve sosyal demokrat” diyorlar. Solcu da demiyorlar, sosyal demokrat diyorlar. Nasıl biri olduğunu bize anlatır mısın? Sürpriz oldu mu?
Ömer Taşpınar: Oldu. 3 hafta öncesine kadar Amerika’nın tanıdığı bir isim değildi Tim Walz. Çok önemli bir eyâletten gelmiyor. Minnesota, gerek Electoral College dediğimiz seçmenler kurulundaki sandalye sayısı gerek Amerikan seçimlerindeki ağırlığı açısından hesaplandığında, Pensilvanya Valisi Josh Shapiro kadar ön planda değildi. Veya Gönül’le sık sık konuştuğunuz Arizona Senatörü Mark Kelly gibi isimlerin gölgesindeydi. Fakat son 15 günde, Kamala Harris aday olduktan sonra, özellikle sosyal medyada gençler arasında popülaritesi çok arttı. Şu anda 600 bin tâkipçisi var diyorsun, ama muhtemelen 10 gün önce 300 bindi. Çok çabuk artıyor popülaritesi. Nedeni de sosyal medyada, özellikle TikTok gibi yerlerde bir fenomen hâline geldi. Bunun da ilginç bir hikâyesi var. Trump ve J.D. Vance’i anlatmak için İngilizce weird kelimesini kullandı. Yani “Bunlar tuhaf insanlar” dedi. Tuhaf, ama acâyip, garip anlamında tuhaf insanlar. Ve bu kelime çok tuttu. Birdenbire ana akım medyada, sosyal medyada, halkın ağzında “Ne kadar tuhaf insanlar” kelimesi bir ivme kazandı. Bunun nedeni de, tuhaf derken, çok sert, şiddetli, kötü kalpli bir şey söylemiş olmuyorsun, sonuçta ‘tuhaf’ olduklarını söylüyorsun. Geçmişte Hillary Clinton Trump’ın seçmenleri için deplorable kelimesini kullanmıştı: Yani “Trump’a oy veren insanlar Amerika’ya yakışmayan insanlar” diyerek küçümsemişti. Şimdi Walz onun yerine daha hafife alan, tiye alan bir kavramla çıktı. Sonra bir baktık: Kamala Harris’in başkan yardımcısı adayları arasında ilk 3-4’e girmeye başladı.
Kamala Harris’in nasıl bir kriterden seçim yapacağı meselesine bakılınca; Pensilvanya Vâlisi Josh Shapiro’yu seçerse, o eyâleti getirir; ama Shapiro Mûsevî olduğu için partinin tabanındaki ilerici gençleri, Filistin taraftarı olup anti-İsrail gösterileri destekleyen gençleri kaybeder tartışması yapıldı. Mark Kelly’nin çok karizmatik olmadığı, iyi bir konuşmacı olmadığı yönünde bir kanı gelişti. Tim Walz’la da hafta sonu görüştüler. Kamala Harris ile uyum içinde çalışabilecek, kimyalarının uyuştuğu, tecrübeli –şimdi sana gene “yaşlı” demek istemiyorum– 62 yaşında, “yaşlı” değil. Alındığın için artık bu konularda ne diyeceğimi şaşırıyorum. Beyaz saçlı, tonton gözüken bir adam. Amerika’nın orta eyâletlerinde beyazlara, mavi yakalılara, muhâfazakâr Amerika’ya da hitap edebilecek bir isim gibi düşündüler.
Ruşen Çakır: Ömer, bu arada 60 yaşındaymış. Benden küçükmüş. Baktım hemen. Sen 62 dedin, adamı yaşlandırdın, yapma.
Ömer Taşpınar: Ben herkesi yaşlandırıyorum bu aralar. Bu adamın bir özelliği, geldiği eyâlette gerçekten de ilerici politikalara imzâ atmış. Senin “sosyal demokrat” dediğin ilerici politikalar Amerikan bağlamında nedir? Meselâ kürtaj hakkını eyâlette garantiye almış. Yani “Bu eyâlette kesinlikle kürtaj yasaklanmayacaktır” yönünde Eyâlet Meclisi’nden yasa çıkarıyor. LGBTI konusunda toleranslı düşünebilen, bu konuda eşitlikçi bir insan. Çocukların kreş hakları, okullardaki beslenme konusu, okulların fiyat olarak daha ulaşılabilir olması gibi konularda sosyal demokrat sayılabilecek açılımları olan birisi. O nedenle, aslında partinin tabanındaki daha ilerici, daha sosyal demokrat kesimlere de hitap edebilecek bir isim olduğundan bahsediliyor. Tabiî bununla berâber şöyle bir tehlike var: Kamala Harris zâten o kesimlere hitap edebilen bir isim. San Francisco’dan gelen, azınlık ve sosyal demokrat karnesi son derece güçlü biri Kamala Harris. Özellikle de 2020 yılında ırk eşitliği, kadın hakları, kürtaj, polis konularında yaptığı açıklamalar önemli. Zaten Walz, Kamala Harris’in ilerici, sosyal demokrat kesimle arasında köprü kurmak için bulundurması gereken bir isim değildi. Ama bu orta eyâletler dediğimiz, Minnesota, Wisconsin, Michigan, Pensilvanya gibi yerlerde, daha kırsal, beyaz, Trump’a kayabilecek bağımsız kesime hitap edebilecek bir isim olarak kabul ediliyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İlginç olan, Josh Shapiro’yu seçmemesi. Josh Shapiro, Pensilvanya Vâlisi olarak çok ön plana çıkmıştı. Hitap şekli Obama’ya benzetiliyordu. Son derece karizmatik; ama adamın Mûsevî oluşu bir sorun yaratmış durumda. Amerikan politikasında, özellikle Demokrat Parti’de, İsrail’e belki de ilk kez bu derecede alttan gelen tepkiyi görüyoruz. Sürekli Amerika’nın İsrail’i ne kadar desteklediğini konuşuyoruz, ama en önemli partilerden bir tânesi olan Demokrat Parti’nin, başkan yardımcısını seçerken bu kadar önemli bir eyâletin vâlisini seçmemesi –Kamala Harris Pensilvanya gibi bir eyâleti kazanırsa seçimleri kazanmayı garantiler aslında– dış politikanın, Filistin meselesinin, İsrail meselesinin Amerikan iç siyâsetinde ne kadar önemli olduğunu gösteriyor kanımca.
Ruşen Çakır: Fransız bir yorumcunun şöyle bir saptamasını gördüm. Çok ilgimi çekti ve sonra kendisiyle ilgili yazılanlara bakınca da “Galiba haklı” dedim. Şöyle bir cümle kurdu: “Kamala Harris’i tehdit edecek birisi değil. Karizma anlamında onu gölgeleyecek birisi değil”. Anladığım kadarıyla, çok karizmatik olduğu için Josh Shapiro’nun öyle bir durumu varmış.
Ömer Taşpınar: Doğru. Ben de bu sabah programa çıkmadan Tim Walz’la ilgili biraz okurken gördüm: “Benim başkan olmak gibi bir niyetim yok” demiş Kamala Harris’le hafta sonu yaptığı röportajda. “Başkan olmak gibi bir niyetim yok” ne demek? Normalde, başkan yardımcısı olarak seçilmişsen, başkan 4 yılını bitirdiğinde veya iki kez seçilmişse 8 yılını bitirdiğinde, partinin adayı, bir sonraki seçimlerde başkan yardımcısı olabiliyor. Tıpkı bugün Kamala Harris’in olması gibi. Meselâ daha önce Bill Clinton döneminde Al Gore olmuştu. Özellikle Demokratlar’da, başkan yardımcısı olan kişinin partinin başına geçme ve parlama gibi bir özelliği olabilir. Biraz geçmişe gidersek; Biden’ın 2016’da, kendisi başkan yardımcısıyken, Obama’nın ona, “Sen dur. Hillary Clinton aday olacak” demesini Biden hiç affetmemişti. Aslında kendisinin aday olması gerektiğini düşünüyordu. O da iddialı biriydi 2016’da.
Eğer başkan yardımcısı Josh Shapiro olsaydı –ki herkes onu Obama’ya benzetiyor; güçlü bir hatip, karizmatik– Kamala Harris’ten sonra adaylığa namzetti bana göre. Ama Kamala Harris kazandı diyelim ve dördüncü yılını bitirdiğinde, yani ikinci kez aday olduğunda, Josh Shapiro “Hayır ben aday olacağım” deyip o şekilde bir parlama yapar mıydı, ondan emin değilim. O teâmüllere uymazdı. Ama Kamala kadar karizmatik de olabilecek bir isim olduğu kesin. Belki de o 4 yıl boyunca biraz ön planda olabilecek bir başkan yardımcısı olurdu. Ama Tim Walz öyle değil gibi gözüküyor. Walz’ı biraz dinleyince iyi bir hatip olduğu görülüyor. Halkla iyi bir iletişim kuruyor. Siyâsetçi kumaşı var, esprili. Bana göre J.D Vance’le çok sağlam bir münâzara yapabilecek özelliklere sâhip. J.D. Vance ile dalga geçti; çünkü o da kendini muhâfazakâr eyâletlerden, Amerika’nın kırsal eyâletlerinden, Ohio’dan gelen birisi olarak tanıtıyor. Hemen onunla dalga geçti: “J.D. Vance, biliyorsunuz Yale Üniversitesi’nden mezun. Silikon Vadisi’nden burslar almış, oportünist. Tam bizim değerlerimizi temsil eden birisi gerçekten” diyerek tiye aldı. Onu kışkırtarak da aslında münâzaraya çekmeye çalışıyor. J.D. Vance, Tim Walz, Kamala Harris’in gelmesiyle Amerikan politikası biraz şenlendi aslında. Biden-Trump arasındaki yarış hiç heyecan yaratamazken, şu anda ne kadar süreceği belli olmayan ama ivmesi devam eden Kamala Harris-Tim Walz rüzgârı var.
Ruşen Çakır: Seçime kaç gün kaldı? 90 gün diye bir şey gördüm. Doğru mu?
Ömer Taşpınar: Doğru. Kasım başı. 90 günden az kaldı.
Ruşen Çakır: Üzerinde daha konuşuruz. Hamas ve İran meselesine gelmeden biraz da Bangladeş’ten konuşalım. İlginç bir şey oldu. Hızlı bir şekilde öğrencilerin başını çektiği bir hareketle, çok güçlü olduğu düşünülen Başbakan Şeyh Hasina Vecid –ki kendisi Bangladeş’in kurucu isminin kızı, 2009’dan beri iktidardaydı– kaybetti. Hindistan’a kaçtığı söylendi. Ordu, yönetimin başına Nobel ödüllü Muhammed Yunus’u geçici olarak atadı. Bu da iyi bir işâret aslında. Uluslararası anlamda saygınlığı olan bir isim. Bangladeş küçük bir ülke olduğu için diğerlerine göre çok önemli olmayabilir, ama ne zamandır böyle bir olaya tanık olmuyorduk. Sosyal hareketler, protestolar var. Venezuela’da da var, başka yerlerde de oldu. Ama böyle bir olayın olması ilginç değil mi?
Ömer Taşpınar: Ruşen, küçük ülke dediğin ülkenin nüfusu ne kadar biliyor musun?
Ruşen Çakır: Ne kadar?
Ömer Taşpınar: 170 Milyon.
Ruşen Çakır: Özür dilerim, geri alıyorum. Ben Hindistan’a, Pakistan’a bakarak küçük dedim.
Ömer Taşpınar: Türkiye’nin iki misli nüfûsu var. Ama yüzölçümü olarak baktığında metrekareye düşen insan sayısı az. Coğrafya olarak çok büyük bir ülke değil Bangladeş, ama 170 milyonluk nüfûsu var. Pakistan’ın nüfûsu da 180 milyon civârında. Bangladeş, Pakistan’ın Doğu Pakistan adlı eyâleti olarak Pakistan’a bağlı bir bölgeydi. 1971’de Pakistan’dan ayrılarak bağımsızlığını îlân etti. Bir savaş oldu aralarında. 1971’de Bağımsızlık Savaşı’na katılanların âilelerine belirli kotalar sağlanmış Bangladeş’te. Asker kökenli âilelerin çocukları gerek üniversite sınavlarında gerekse memur sınavlarında ve bakanlıklarda işe alınmada konulan kotalar sâyesinde büyük haklara sâhipler. Üniversite öğrencileri de buna karşı bir protesto hareketine girdiler. Bu kota meselesi zâten Bangladeş’te konuşulan önemli meselelerden biri. Bu arada Bangladeş’te demokrasi var, ama fakir bir ülke. Gençler için, iş bulabilmek, hayat standartları gibi konular çok önemli. Bu protestolar Arap Baharı’na benzer, yani sosyoekonomik konular ve biraz da Hasina yönetiminin otoriterliğe kaçması nedeniyle çıkıyor. Kadın 15 yıldan beri iktidarda. Seçim kazanıyor; ama basın hakları, insan hakları, ifâde özgürlüğü gibi konularda bir gerileme var Bangladeş’te. Her ne kadar bir kadın başbakan ve bir demokrasi olmasına rağmen, bu konularda bir otoriterleşme var Bangladeş’te. Buna karşı da bir kitlesel öğrenci hareketi başladı. Bu kitlesel öğrenci hareketini, önce polisle, sonra da askerle bastırmaya çalıştı Hasina yönetimi. Yaklaşık 10-15 gündür oldukça yüksek rakamda ölülerin olduğu gösteriler yaşanıyordu. Son hafta, başkentteki önemli bir gösteride yüz binler toplanınca, orduyu göreve çağırıyor Başbakan Hasina. Orduya müthiş sübvansiyonlar vermiş. Generalleri arkasına almış. Dediğin gibi zâten ülkenin kurucusunun kızı, o tür bir avantajı da var. Fakat Genelkurmay Başkanı aklıselim bir şekilde soğukkanlı davranarak halkın üzerine ateş açmıyor. Sayısı yüz binleri bulan böyle bir güruh sokağa çıktığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na “Tanklarla çıkıp onlara ateş edin” demiş. Genelkurmay Başkanı “Sizi istifâya davet ediyorum” diyor. Sonrasında, sosyal medyada gördüğüm kadarıyla, kabul etmemek için direniyor. Fakat sonunda 45 dakika içinde ülkeyi terk ediyor ve yaşadığı Saray da halk tarafından yağmalanıyor.
Şimdi Bangladeş’te askerî yönetim mi olacak, seçimler mi olacak? Muhammed Yunus benim görebildiğim kadarıyla yüksek derecede bir danışman olarak tâyin ediliyor. Başbakan olarak gelebilecek konumda değil. Bir siyâsî partisi yok arkasında. Mevcut birkaç parti var: Merkez sol, merkez sağ, İslâmcı. 90 gün içinde seçimlere gitmek zorunda anayasaya göre. Bangladeş’te olaylar duruldu, fakat siyâseten zor bir döneme giriyor.
Muhammed Yunus, ekonomide “mikro kredi” kavramını bularak, alt sınıflarda ekonomik ve sosyal kalkınma yaratma çabalarından ötürü Nobel ödülünü kazanmıştı. Özellikle kadınlara verilen küçük kredilerle nasıl istihdam yaratılabildiği, alt sınıflara mikro kredi vererek sınıf atlamalarını sağlayan Grameen Bank’ın kurucusu. Tekstilde olsun, tarımda olsun, küçük ölçekte istihdam yaratarak sosyoekonomik kalkınmaya getirdiği faydalar sâyesinde, Grameen Bank ve onun “mikro kredi” konseptinin mîmarlarından biri olarak Nobel ödülünü kazanmıştı Muhammed Yunus. Çok prestijli bir isim. Gençler tarafından, sivil toplum tarafından sevilen bir isim. Fakat arkasında bir siyâsî parti yok. O nedenle seçim kazanabilir mi, başbakan olabilir mi emin değilim. Ama şu anda teknokratlar yönetiminde önemli bir görevi var. Bir geçiş dönemine girdi Bangladeş. Bana göre çok daha kanlı bir dönemi, Venezuela gibi veya Arap Baharı’nda Mısır’ın yaşadığı gibi çalkantılı bir dönemi geride bırakıyor gibiler.
Ruşen Çakır: Ömer, sona en önemli konuyu sakladık. Ben Haniye’nin öldürülmesinden bu yana birçok kişiyle yayın yaptım ve dönüp dolaşıp aynı şeye geliyoruz: “İran, İsmail Haniye’nin öldürülmesinde nasıl bir cevap verecek?” Batı, özellikle Amerika Birleşik Devletleri bunun bir bölgesel savaşa dönmesini engellemek için bir şey yapabilir mi? Ne yapabilir? İran’ın cevâbı gecikiyor. Gecikiyor olması yapmayacağı anlamına gelmiyor herhalde. Sen ne bekliyorsun? Neler okuyorsun? Neler duyuyorsun? Neler düşünüyorsun? Değişik düzeylerde teoriler ortaya atılıyor biliyorsun. Bir de tabiî İran’ın misilleme yapması tek başına bir şey değil. En son Şam’daki olaya yönelik misilleme büyük ölçüde bertaraf edildi Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa’nın yardımıyla. O füzeler İsrail’e çok büyük zarar vermedi. İran’ın bir şey yapacak olması tek başına bir şey değil, engellenmesi ihtimâli de var. Ne bekleniyor? Sen ne düşünüyorsun?
Ömer Taşpınar: Nisan ayındaki o misillemede herkes tetikteydi, diken üstünde bekliyordu. Fakat iki haftalık o bekleme sürecinde İsrail toplumunun yaşadığı panikle, İran’da “Bakın nasıl korkuyorlar” konusu olmuştu. İran bu süreyi uzatarak, İsrail’i diken üstünde tutma, bekletme gibi bir taktik de izliyor olabilir. Bunu söylüyorum, ama bu misilleme hemen yarın da gelebilir. Meselâ Hasan Nasrullah, “Bu onların beklediği zamanda olmayacak” diye bir açıklama yapmıştı. Yani hemen, büyük bir oranda veya onların beklediği şekilde olmayacak. Sürpriz elemanını da elinde tutmak istiyor. En azından Hizbullah; çünkü Hizbullah cephesinden de bir misilleme gelecek. Herkes İran’dan da bir misilleme bekliyor tabiî. Burada şöyle bir uzlaşma var: Hiç kimse bölgesel savaş istemiyor. Bu sürekli tekrarlanıyor.
Ruşen Çakır: “İsrail istiyor” diyenler var.
Ömer Taşpınar: “Netanyahu istiyor” diye düzeltmek lâzım onu. İsrail halkının da istediği konusunda emin değilim. İsrail halkı da bir an evvel rehînelerin eve gelmesini istiyor. Bu arada, bu misilleme, bölgesel savaş, sûikastlar çerçevesinde konuşulmayan bir mesele var: Rehîneler. Hamas’ın evinde Hamas’ın siyâsî bürosunun, siyâsî kolunun başkanı öldürülüyor. Sonuçta Hamas’ın en önemli müzâkerelerini yürüten kişi, İsmail Haniye öldürülüyor. Herhalde Yahya Sinvar’ın bundan memnun olduğu söylenemez. Yaşamları Yahya Sinvar’ın iki dudağı arasında olan, içlerinde askerler olan İsrailli rehîneler var. İsrail toplumunda bu rehînelerin ne olacağı konusunda ciddî bir korku var. Hamas bir terör örgütü ise terör örgütleri de stratejik davranmak zorunda. Ellerindeki rehîneleri öldürebilirler demiyorum. Ama sonuçta İsmail Haniye’ye karşılık, Hamas çıkıp, “Ben de bunun karşılığında üç askeri, üç rehîneyi bugün öldürdüm” diyebilir. Böyle bir şey yapmıyor Hamas. Bunları hâlâ elinde tutuyor. Müzâkerelerin devâmına dönüş konusunda Amerika’da bir ümit var.
Benim gördüğüm kadarıyla Ürdün üzerinden, Umman üzerinden İran’a yollanan mesajlar var. Bir diyalog var Arap ülkeleriyle İran arasında — özellikle Körfez’de. Katar’dan giden mesajlar da olabilir. Suudî Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri bile İran’la konuşuyorlar. Gerçekçi mi değil mi emin değilim, ama şöyle bir senaryodan bahsediliyor: Netanyahu’nun zâten Hamas’la müzâkere ederek ateşkese “Evet” deme gibi bir niyeti yoktu; onun ana muhâtabı İsrail kamuoyu ve İsrail kabinesi. Dolayısıyla Netanyahu için önemli olan kendi prestiji, kendi geleceğini düşünmek ve “Bu savaşı kazandık” diyebilmek.
Arka arkaya sûikastlar yaptı İsrail. Gazze’de Muhammed Deif’i öldürdüğü söyleniyor. Muhammed Deif, Yahya Sinvar’ın yanında, 7 Ekim saldırısında adı ön planda geçen birisi. Yahya Sinvar kadar önemli olmasa da, Gazze’de Hamas’ın askerî kanadının en önemli isimlerinden biri. Yahya Sinvar’dan sonraki ikinci isim. Muhammed Deif’i öldürdüler. Hizbullah’ın iki numarası Fuad Şükr’ü öldürdüler. Haniye’yi öldürdüler. Haniye’yi öldürmek hiç hesapta yoktu. İsmail Haniye’yi, hem de Tahran’da, İran’ı rezil ederek, İran’ın bütün kırmızı çizgilerini altüst ederek, caydırıcılığıyla dalga geçerek öldürdü İsrail. Biliyorsun İran’ın o büyük balistik füzeleri, Cruise füzesi, dronlar yollamasına karşılık, İsrail küçük bir misilleme yapmıştı. İsfahan yakınlarında bir askerî üssü vurdu F-35’lerle ve İran’a şu mesajı verdi: “Senin füze savunma sistemin, senin radarların hiçbir şekilde beni durduramaz. Ben istediğim anda senin hava sınırlarına girip senin ülkende bir yeri vurabilirim”. Sonrasında Tahran’da, Pezeşkiyan’ın, hem de ılımlı sayılabilecek bir cumhurbaşkanının, belki de belirli ılımlı adımlar atabilecek yeni seçilmiş cumhurbaşkanının görev alma töreninden birkaç saat sonra, Tahran’ın Devrim Muhâfızları tarafından korunan bir binâsında bunu yapabildi. İran’ı da rezil etti.
Şunu söylemek istiyorum: Netanyahu, bir akşam prime time’da çıkıp, kendi kabinesine veya İsrail halkına, “Biz bu savaşı kazandık arkadaşlar. Hamas’ı, Hizbullah’ı her girdikleri delikte vurabiliriz. Şu anda Hamas’ın bizimle savaşacak bir hâli yok. Hamas alt üst olmuş durumda. Gazze’de tekrar bir hükûmet kuracak, hele bize saldıracak halleri yok. Biz bu savaşı kazandık. Ben bu savaşı bitiriyorum. Karşılığında da rehîneleri istiyorum” diye bir konuşma yapabilir. Ateşkesten falan bahsetmez. Netanyahu için ateşkes bir bakıma bir kapitülasyon, yani Hamas’ın istediği bir şey. Onun yerine, “Ben bu savaşı kazandım” diyebilir. Bunu yapması için bir baskı var şu anda. Kim üzerinden bir baskı var? Şimdi güleceksin, ama Biden üzerinden bir baskı var.
Ruşen Çakır: Biliyorum. Evet.
Ömer Taşpınar: Şu anda herkes Biden’a, “Topal ördek”, “Hiçbir şey yapamaz”, “Netanyahu geldi ve Washington’da Kongre’de 55 kez alkışlandı” diyor. Bunların hepsi doğru. Ama bu, şu anda Biden’la arası çok iyi demek değil. Biden oraya bir savaş gemisi yolladı. Niye yolluyor o savaş gemisini? Savaş çıkmaması için yolluyor. Yolladığı o savaş gemisiyle hem Hizbullah’a hem İran’a, “Eğer tırmandırırsanız ben buradayım. Tırmandırmayın” mesajını veriyor. Netanyahu’ya da telefon açıyor. Buradaki bâzı kaynaklar, meselâ Axios gazetesi şöyle bir şey olduğunu anlatıyor: Haniye öldürüldükten sonra, Netanyahu telefonda Biden’a neden bu adımların atıldığını, neden bunların yapılması gerektiğini anlatmaya çalıştığında, Biden çok sert bir şekilde İngilizce terimiyle “Stop bullshitting me!” demiş. “Bana artık palavra okuma. Sen sürekli gelip burada ‘ateşkese gidebiliriz’ diyorsun, diplomasiden bahsediyorsun; ama sonra gidip orada ortalığı birbirine katan, hiçbir şekilde ateşkes getirmeyecek, barışı getirmeyecek adımlar atıyorsun. Bana palavra okuma!” diyerek sert bir şekilde çıkışıyor. Bunun anlamı nedir? Ne getirir? Netanyahu üzerinde bir etkisi olur mu emin değilim. Şu âna kadar olmadı. Netanyahu kendi hesaplarını yapıyor. Ama kendi hesaplarını yaparken Amerika ve Biden’la da daha ciddî sorunlar yaşaması, bu verdiği kararlarda belirli dengeler varsa, o dengelerden bir tânesi. Bunu da kaale almak zorunda.
Netanyahu’nun önümüzde iki ayı var. Şu anda Knesset (İsrail Meclisi) tâtilde. Bence Amerikalılar da bunun üzerinde bastırıyor, İran’a da bu mesajı veriyorlar. Aslında Netanyahu, savaşı kazandığını îlân etse ve ateşkes olsa, ortalık durulabilir. Fehim Taştekin’le yaptığın yayını https://medyascope.tv/2024/08/06/rusen-cakirin-konugu-fehim-tastekin-iranin-cevabini-beklerken/ izledim. “Bu İran’ı kesmez. İran mutlaka bir misillemede bulunabilir” dedin. Doğru, bulunabilir, ama bir ateşkesin veya bir barışın görünebilir mesâfede olduğu mesajı gelirse, yaptığı misilleme de ona orantılı olur. Yapılabilecek bir sürü misilleme var. Yani başkentte ya da diplomatik bir büyükelçilikte bir İsrail askerî ataşesine yapılacak sûikast da bir misilleme olabilir. İnsan kimsenin ölmesini istemez ama, savaşı tırmandırmayacak misillemeler de olabilir. Devrim Muhâfızları’nın, “Haniye sûikastı bir bombayla olmadı, dışarıdan gelen füzevâri bir şeyle oldu” demesi de olayı küçültme çabası bir anlamda. İçeride çok büyük bir “zaaf” yaşanmadı, eğer yaşanmış olsaydı çok daha fazla cevap vermeleri gerekirdi. Bana göre İran da aslında tırmandırmak istemeyecek bunu. Kendi ekonomisini ve içerideki dinamikleri düşünüyor. Hizbullah’ın bile çok tırmandırmak istemediğini düşünüyorum. Lübnan’ı bir savaşa sokmak, Lübnan’ın ortadan kalkması anlamına gelir. Zâten yerlerde sürünüyor Lübnan. Hizbullah bütün füzeleriyle bastırsa –diyelim Tel-Aviv’de bir yeri vurdu; diyelim 15 İsrail askeri öldü veya siviller öldü– bu, Hizbullah’la İsrail arasında bir savaşın başlangıcı olabilir. Hasan Nasrallah bunu istiyor mu, ondan da emin değilim. O yüzden bir de böyle bir senaryo var. Belki de Netanyahu önümüzdeki haftalarda, “Bu savaşı ben kazandım” diyerek bir adım atabilir.
Son olarak da şunu söyleyeyim: Netanyahu’nun Mar-a-Lago’da Trump ile yaptığı görüşmede, Trump’ın kendisine verdiği mesaj şu: “Ben başkanlığı kazanırsam –ki kazanacağım– bu işleri hemen bitir. Uzatma artık. Ben göreve geldiğimde Ortadoğu’daki bu savaşla uğraşmak istemiyorum. Bir an evvel bitir.” Biden da aynı şekilde “Bir an evvel bitir’’ diyerek “Ateşkesi imzâla” mesajını veriyor. Netanyahu şu anda târihe nasıl geçeceğinin hesâbını yapmalı. Târihe, 7 Ekim saldırısında İsrail’i koruyamamış bir başbakan olarak mı geçecek, yoksa bir şekilde bu savaşı yürütmüş, geri kalan rehîneleri alabilmiş, arkasından Birleşik Arap Emirlikleri’nden çok daha önemli olan Suudî Arabistan’la bir barış anlaşması imzâlayıp İsrail’in Arap dünyasındaki en önemli adımını atmış bir başbakan olarak mı hatırlanmak isteyecek? Belki de “Hapiste nasıl hatırlanmak isteyecek?” sorusunu sormak lâzım. Çünkü Netanyahu görevi bırakırsa, hapse girmesi bir bakıma garanti gibi. Zâten sorun da o. Bir şekilde görevde kalmaya çalışıyor. Herkes onun savaşı bunun için devam ettirdiğini söylüyor. Ama ilelebet devam ettirebilir mi bu savaşı? On aydan beri devam eden bir savaş var. Bu savaş daha da bölgesel bir yere mi gidecek, yoksa Netanyahu bir yerde, “Artık yeter. Kazandım” mı diyecek? Çok optimist bir senaryo olduğunun farkındayım, ama bunu da bir masaya yatırmak lâzım.
Ruşen Çakır: Ömer, bitirmeden, Ankara’daki tutuklu takası operasyonuna değinelim. Bu olay karambole geldi biraz. Batı ile Rusya arasında, ABD, Almanya, Polonya, Norveç ve Slovenya, Rusya ve Belarus cezâevlerinde bulunan, muhâlif gazeteci, siyâsetçi, askerlerin de bulunduğu 26 kişinin takas operasyonu Ankara’da yapıldı. Trump bu konuda uzun bir sosyal medya paylaşımı yaptı, görmüşsündür. Putin’i tebrik etti, Biden yönetimini “Bu takas karşılığında kaç para verdiniz?” diye eleştirdi. Biden da ona, “Sen başkanken niye yapmadın?” diye cevap verdi. Bu olay, hem Soğuk Savaş’tan bu yana yaşanmış en büyük takas hem de Ankara’da yapılmış olması açısından önemli. Herhalde, bütün süreçleri olmasa da, bu operasyonu MİT organize etti. ABD’de çok büyük yankı uyandırdı mı? Çünkü takas edilenler arasında önemli isimler var. Wall Street Journal muhâbiri var, Rus muhâlifler var, Alman vatandaşı olan bir paralı asker var, Amerikalı bir eski deniz piyâdesi var. Çok acâyip bir şeydi. Ben biraz casus işlerine meraklıyım biliyorsun. Çok çarpıcı buldum bu olayı, ama üzerinde fazla konuşulmadı. Tahmin ediyorum Amerika’da bayağı yankı bulmuştur bu takas olayı.
Ömer Taşpınar: Müthiş bir yankı buldu. Senin dediğin gibi, Soğuk Savaş bittiğinden bu yana yapılan en önemli olaylardan biri. Hem rakam olarak hem de takas edilen isimler açısından önemli. Meselâ bu isimlerden bir tânesi, Washington Post’ta, hapisten yazılar yazan Vladimir Kara-Murza. Washington Wall Street muhâbiri kezâ. Bunlar Amerikan kamuoyunda gündemde tutulan önemli isimlerdi. “Bu takas karşılığında Putin ne aldı?” tartışması çok yapıldı. Özellikle Almanya’nın elinde olan bir Rus katil var. Çeçenlerden bir tânesini öldürmüş ve hapiste. Casus bile değil. Almanya’nın vermek istemediği bir isimmiş. Fakat Biden, bu konuda aylardır Almanya Şansölyesi Scholz’u iknâ etmeye çalışıyormuş. Almanya’nın rolü çok tartışıldı. Slovenya bu ülkelerden bir tânesi. Slovenya’dan iki Rus ajanı, kendilerini Arjantinli olarak tanıtıyorlar ve Arjantinli olarak biliniyorlar. Bunlara Slipper Cell deniyor. Slovenya sistemi içinde bir sürü tehlikeli işler yapmak üzereyken Slovenya bunları yakalıyor. Bunların da serbest bırakılması söz konusu oldu. Olay çok komik: Çocukları anne-babasının Arjantinli olduğunu düşünüyorlar. Yıllardan beri Slovenya’da “Arjantinliyiz” diye yaşıyorlar. Çocukları Rusça bilmiyor. Putin havaalanında bu âileyi karşıladığında: “Buenas Noches” diyor İspanyolca. Yani âilelerinin konuştuğu dili konuşuyor. Bütün bunları niye anlatıyorum? Çünkü Amerikan basınında çok detaylı ve büyük bir başarı hikâyesi olarak ele alındı bunlar.
Türkiye’nin rolüne gelirsek: Türkiye bunları koordine etti. Türkiye’nin burada çok büyük bir rolü oldu mu o konuda ben hiçbir şey okumadım açıkçası. Evet, bu takasın Ankara’da yapılması önemli tabiî. New York Times’ta bir ara Türkiye’nin son zamanlarda arabuluculuk konusunda atmaya çalıştığı adımlar konusunda bir yazı vardı. Bence buradaki “koordinasyon” kelimesine bakmak lâzım. Aslında burada koordinasyon değil, lojistik olarak zamanlamanın ayarlanması ve o uçakların bir şekilde Ankara’ya gelip, Ankara’dan dağılması meselesi, bir lojistik meselesi. Herkesin, özellikle de Putin’in Ankara’ya yeşil ışık yakması önemli. “Bu Ankara’da olmasaydı başka bir yerde olmazdı. Ankara devrede olmasaydı bu olmazdı” yönünde bir yazı okumadım ben. Türkiye’de bâzıları bunu, “Türk diplomasisinin, Türk istihbârâtının büyük bir koordinasyon başarısı”” olarak yansıttı. Hakkını yememek lâzım, lojistik açısından zor bir iş. Her tarafla konuşmak, bunların bir şekilde birbirlerine güvenmelerini sağlamak, yer olarak Ankara’da, zamanlamada ve herkesin son âna kadar bir aksilik çıkabilir diyebileceği bir yerde, Türkiye’nin olması önemli. Ama “Kimler takas yapıldı?” diye bakıldığında, Türkiye’den çıkan bir takas yok. Avrupa ülkelerindeki hesaplaşmalar, oradaki pazarlıklar var. Almanya, Slovenya ve birkaç Avrupa ülkesi daha söz konusu. Türkiye de lojistik olarak önemli. O açıdan baktığımızda, Türkiye’nin bir payı var; fakat kendimizi çok büyük bir iş başardık gibi de görmemek lâzım. En azından Amerika’da böyle algılanmadı. Biden teşekkür etti galiba. Emin değilim.
Ruşen Çakır: Biden’ın teşekküründe bütün ülkelerin adı var, Türkiye de var. Bunun her halükârda Ankara’da olmuş olması çok önemli bir şey. Sonuçta lojistik dediğin olay da başlı başına zor bir iş. Bu takas meselesi Gazze olaylarının arasında gümbürtüye gitti. Sâkin bir ortamda olsaydı konuşulurdu.
Ömer Taşpınar: Ankara’da olması önemli. Ama “Ankara’da olmasaydı bu olmazdı. Meselâ İsviçre yapamazdı bunu” diyemeyiz. Evet, Türkiye bir rol oynadı. Ama diğer ülkeler gibi, meselâ Almanya, Slovenya gibi iknâ edilmesi gereken, bu süreç içinde aylar boyu bir şekilde pazarlıkların yapıldığı ülkeler arasında yoktu. Meselâ tahıl anlaşmasındaki arabuluculuk konusunda çok daha büyük kredi toplayabildi Türkiye. Sonrasında o Tahıl Anlaşması Ukrayna ve Rusya arasında anlamsızlaştı. Çünkü Ukrayna başka bir yoldan şu anda tahıl satabiliyor dünyaya. Ama oradaki rolüyle karşılaştırdığımızda, uluslararası basında Türkiye’yi çok öven, “Türkiye olmasaydı bu olmazdı, müthiş bir koordinasyon başarısı gösterdi Türkiye” diye bir yazı okumadım. Bu olay Amerika’da çok ele alındı, çok da konuşuldu. Ben de dikkatli tâkip ettim. Ama burada Türkiye’nin başarısını belirli bir çerçevede ele almak lâzım.
Ruşen Çakır: Evet Ömer, burada noktayı koyalım. Çok teşekkürler. Gönül’e ve Kerem’e şimdiden iyi yolculuklar diliyoruz. İlk fırsatta, en azından haftaya çarşamba günü yine görüşürüz. Ama önemli bir gelişme olursa da âcil yayın yaparız. Son günlerde çok yapar olduk çünkü.
Ömer Taşpınar: Umarız olmaz Ruşen. Umarız âcil bir yayın olmaz.
Ruşen Çakır: Birazcık bölgeyi biliyorsak İran bir şey yapmak zorunda. Yapacak. Ölçer, biçer, öyle karar verir. İran, yapmış olmak için bir şey yapabilir. Haniye sûikastına denk bir şey yaparsa hakîkaten çok başka bir şey olur, değil mi?
Ömer Taşpınar: Ona denk bir şey düşünemiyorum ben. Bir İsrailli politikacıya veya MOSSAD’dan birilerine bir şey yapması durumu tırmandırır. Gerçekten kalibreli, tırmandırmayacak bir cevap vermesi gerekiyor. O nedenle çok çabuk hareket etmeyecekler gibi geliyor. Geçen sefer iki hafta beklediler. Bu sefer de eli kulağında bir şey yapmaktansa biraz düşünmeleri gerekecek. Çünkü bu seferki daha da zor bir mesele. Ama bir yandan da demin bahsettiğim bu siyâsî gelişmeleri de göz önünde tutmaları gerekiyor. Netanyahu’nun ne yapacağına da biraz bakmaları gerekiyor. Önümüzdeki günlerde Netanyahu’dan gelecek mesajları da dinlemek ve izlemek lâzım.
Ruşen Çakır: Ömer, tekrar çok teşekkürler. Gönül’e de selâmlar. “Transatlantik” yayınımızı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere.
Yayının başında Kamala Harris’in yeni yardımcısının X’teki tâkipçi sayısının artırılması kampanyasından bahsetmiştik. Biliyorsunuz, önümüzdeki hafta Medyascope 9. yaşını bitiriyor. Biz de 400 bin kişiyi hedefliyoruz. Buna destek olmanızı ricâ ediyorum. Haftaya görüşmek üzere, iyi günler.