Ruşen Çakır, TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık ile AYM’nin Can Atalay kararını, Sinan Ateş cinayetini, Özgür Özel’in CHP’sini, 15 Temmuz darbe girişimini, TİP’in durumunu, AKP ve MHP’nin ilişkisini, ve son yaşanan siyasi olayları yorumladı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Merhaba, iyi günler. Türkiye İşçi Partisi İstanbul Milletvekili Ahmet Şık’la birlikteyiz ve gündeme dâir her şeyi konuşacağız. Ahmet, merhaba.
Ahmet Şık: Merhaba, iyi yayınlar.
En son Nisan 2023’te yayın yapmışız. Hep sorup duruyorlar, ben de “yakında” diyorum; ama biliyorum ki benimle yayın yapmaktan korkuyorsun. Çünkü ne zaman bir şey yapsak ârıza çıkıyor.
Şık: Ben söyleyeceklerimi söylemekten hiçbir zaman korkmadım da, dediğin gibi ne zamanseninle program yapsak bir ârıza çıkıyor. Öküzün altına buzağı sokmakta çok mâhirbir iktidar ve iktidâra çok benzeyen, kendini “muhâlif” diye tanımlayan insan sayısı çok fazla. O yüzden biraz molavermiş olduk.
Her işte bir hayır vardır diyelim. Bugünün en sıcak olayıyla konuşmaya başlayalım. Meclis’in Can Atalay konusunu görüşmek üzere toplantıya çağrılması ve Can Atalay’ın Meclis’te yemin ederek milletvekilliğine başlaması için yeni bir girişiminiz oldu. Bildiğim kadarıyla Cumhuriyet Halk Partisi de destekliyor. Bugün bu konuda açıklama yaptınız. Son durum nedir ve beklentiniz nedir?
Şık: Önce mevzûatla ilgili bir bilgilendirme yapayım. Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırmak için üç şart gerekiyor. Bir, Cumhurbaşkanı çağırabilir; iki, Meclis Başkanı çağırabilir; üçüncü olarak da Meclis’te faal görevi bulunan en az 120 milletvekilinin, yani Meclis’in beşte bir çoğunluğunu oluşturan en az 120 milletvekilinin imzâsı gerekiyordu. Biliyorsunuz Türkiye İşçi Partisi’nin hâlihazırda aktif olarak üç, bir de hapiste olan Can Atalay’la birlikte toplam dört vekili var. Sağ olsunlar, CHP ve DEM Parti başta olmak üzere bütün partiler dayanışma gösterdi ve 120’den fazla imzâyla bugün başvurumuzu yaptık. Bugüne kadarki tartışma târihle ilgiliydi biliyorsunuz. Biliyorsunuz 15 Ağustos’ta Mahmud Abbas için özel oturum açılacak. Biz ondan önce olması için Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’la bir konuşma yaptık. Çünkü Meclis açılacak, ama Anayasa Mahkemesi’nin bir kararı var: “Meclis’in yaptığı fiil yok hükmündedir” diyor. Bu yapılan hukuksuzluğu savunanlara hukuk diliyle de söyleyelim: Sen yanlış bir iş yaptın, Anayasayı ve mevzûatı ihlâl ettin. Bunu gider”. Yani: “15 Ağustos’ta hiçbir şey olmamış gibi Meclis’in açılıyor olması abes olur” dedik. Çünkü bir vekil, hakkı gasp edilerek hapiste tutulmaya devam ediliyor. Elbette Filistin’in meselesini de önemsiyoruz. 14 Ağustos ya da 16 Ağustos olsun gibi bir tartışma vardı. Sonra biz Can Atalay’ın da görüşünü alarak, 15 Ağustos’ta gerçekten sâdece Filistin meselesini tartışmak gibi, Türkiye’nin ve dünya kamuoyunun gündemine bir de buradan sokabilmek için, Türkiye İşçi Partisi olarak bir tartışma açmak istemedik ve Filistin’de yaşanan soykırımı, zulmü, katliâmı gölgeleyen herhangi bir tutum almayacağımızı ifâde edip, toplantının 16 Ağustos’ta yapılması üzerine bugün dilekçeyi teslim ettik. Numan Bey’e de ilettik. O da teşekkür etti. 16 Ağustos’ta Can Atalay’ın gasp edilen vekillik hakkının tekrar işleme konulması için Meclis toplanacak.
Ama burada bizim tartışma konusu yaptığımız şey Can Atalay’ın vekil olup olmadığı değil. Dün de ifâde ettik: Can zâten Hatay halkının irâdesiyle seçilmiş bir milletvekili, ama hapiste tutulmaya devam ediyor. Biz baştan beri aynı çizgideyiz. Biz, herhangi birini hapisten çıkarmanın yolu olarak vekil adayı göstermiş değiliz. Geçmişte de diğer partilerin yaptığı buydu. Çünkü Can’la ilgili ve Can’ın şahsında Gezi Dâvâsı’nın tüm sanıklarıyla ilgili verilen karar aslında yok hükmünde. Çünkü ortada hukuk normuyla açıklayabileceğimiz bir dâvâ yok. Bu, Osman Kavala için de söz konusu, Tayfun Kahraman için de söz konusu, Çiğdem Mater, Mine Özerden ve elbette Can Atalay için de söz konusu. Burada gerçekten büyük bir komplonun aracı olarak kullanılmış Osman Kavala şahsında “şeytanlaştırılan” bir profil yaratarak arkadaşlarımızın özgürlüğü gasp edilmiş durumda. Bence bunu tartışmamız lâzım. Gezi Dâvâsı’nın hukukî olup olmadığını değil, “kanunî midir?” onu tartışmamız lâzım. Sâdece Osman Kavala’nın şahsında dönenler için ya da Can Atalay’ın anayasal hakkının kullandırılmaması üzerinden bir tartışma açtığımızda, kimsenin buna direnç gösterebileceğini düşünmüyorum. Direnç gösterenler de anayasayı paspas ediyorlar, kanunsuzluğa devam etmek için yapıyorlar.
Peki, Meclis toplandığı zaman ne olacak? Sonuçta Meclis’te Cumhur İttifâkı’nın çoğunluğu var ve onlar bu konuda çok katılar — en azından şu âna kadar öyle. 16 Ağustos’ta toplantının ardından Can Atalay’ın tahliyesi mümkün olacak mı? Beklentiniz nedir?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Şık: Meclis’in 16 Ağustos’ta toplanması zâten vekil olan Can Atalay’ın vekilliğinin bir kez daha tescîli için olacak. Burada bir oylama söz konusu değil. Meclis 120 veya üzerindeki imzâyla toplantıya çağrılır, ama toplantı açılabilmesi için Mecliste 201 vekilin hazır olması gerekiyor. O sayıya ulaşabileceğinizi düşünüyorum. Zâten muhâlefetin vekil sayısına baktığımızda, burada sâdece Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli karârını o gün Meclis’e başkanlık edecek kişi –bu Numan Bey de, Meclis başkanvekillerinden biri de olabilir– Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli karârını okuyacak ve okunduğu anda Can Atalay özlük haklarına yeniden kavuşmuş olacak. Ama şunu da belirtmek gerekiyor: Bunun için Meclis’in olağanüstü toplanmasına da gerek yok. Biliyorsun, son seçimlerde Can Atalay milletvekili seçildi, ama yemin ettirilmedi; çünkü tahliyesi sağlanmadı. Ama milletvekilliği sıfatıyla özlük hakları başlatıldı. Maaş aldı, personel hakkı tanındı, oda tahsis edildi ve İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun da üyesi seçildi bütün partilerin oyuyla. Can Atalay zâten hâlihazırda vekil. Meselâ Numan Bey ilgili birime tâlîmat verse, “Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli karârını uygulayın” dese, Meclis toplanmadan da Can zâten hakkı olan vekilliğe kavuşmuş olacak.
Tahliye konusuna gelince; açıkçası, Gezi Dâvâsı ve Can Atalay özelinde var olan tutum ne hukukî ne kanunî. Tamamen siyâsî bir karar ve irâde söz konusu. Biz, o siyâsî irâdenin ortadan kalkması ve gerçekten mevzûyu hukuk bağlamında tartıştırabilmek için bu yolun açılmasını istiyoruz. Evet, Can Atalay, Anayasa Mahkemesi’nin son gerekçeli karârında da belirttiği üzere, “hakkında kesinleşmiş hüküm olamaz, tesis edemezsin” diyor; aslında dosyanın hukuksuzluğuna da atıf yapıyor. Umarım kendilerinin önüne giden başvurularda, Gezi Dâvâsı hukuksuzluğundaki hak ihlâlleriyle ilgili başvuruda da bu tutumlarını devam ettirirler ve bütün arkadaşlarımızın tahliye edilmesinin yolu açılır. Gezi Dâvâsı ile başlayabilecek bir tahliye ya da Türkiye’nin hukuk normunu işler hâle getirebilmesi, başka siyâsî dâvâlar için de söz konusu olacak, Selahattin Demirtaş özelinde bütün seçilmiş siyâsetçiler için ya da Selçuk Kozağaçlı nezdinde, yıllardır hapiste tutulmaya devam eden avukat arkadaşlarımız için, birçok dâvâda hakkı yenmiş, mağdur edilmiş insanlar için, bu söz konusu olabilecek bir tartışmayı başlatmanın yolunu açar diye bir umûdum var.
Ama mevzûubahis olanın Saray rejimi olduğunu düşününce ve o rejimin başında da hukuk politikalarında maalesef kendisine hukukçu diyen Mehmet Uçum gibi hangi kliğin adamı olarak oraya kayyum atanmış, monte edilmiş birine baktığımızda, bu ne kadar gerçekçi olacak hep birlikte göreceğiz.
Evet, bir an önce Can’ın sizin yanınızda, Meclis’te olmasını temennî ediyorum. Biraz partiden konuşalım. Geçenlerde bir kamuoyu araştırması gördüm, adını vermeyeyim. O araştırmada Türkiye İşçi Partisi’nin İYİ Parti’yi geçtiği görülüyordu. Ama bu sanki sizin oylarınız çok arttığından değil de onların oylarının çok azalmasıyla ilgili bir şey. Nasıl gidiyor parti?
Şık: Eğer kıyâsı İYİ Parti üzerinden kuruyorsak, dediğiniz doğru olabilir. Ben açıkçası bu tür anketlerin gerçeği göstermekten uzak olduğunu düşünüyorum. Son yıllarda yaşadığımız tüm seçimlerde ve seçimlerden önce ortaya çıkan anket sonuçları da bize bunu defalarca kanıtladı.
Parti kötü gitmiyor, iyi de gitmiyor. Biliyorsunuz, küçük partilerde, yürümeye çalışıp kabuğunu kıran partilerde her zaman krizler olabiliyor. Türkiye İşçi Partisi’nde de var; ama bu böyle çok derinlikli, partiyi bölmeye dönük ya da küçültmeye dönük herhangi bir şey değil. Çünkü yerel seçimde ortaya çıkan başarısızlık, “başarılı başarısızlık”, bir tartışma başlattı elbette ya da moral bozukluğuna yol açtı. Bence şaşırtıcı bir şey yok. Çok açık söyleyeyim: Seçimden önce de ben bunu parti meclis toplantısında ifâde etmiştim ya da Erkan Baş’la konuşmamızda. Ben doğru tutumun, yerel seçimlerde her yerde ya da girebileceğimiz olağanüstü sayıya ulaşan yerde aday çıkarmak olduğunu düşünmüyordum. Biraz da gazetecilik tecrübesiyle öyle bir şey söyledim. Genel seçimde alınan sonuç, yerel seçimde tekrarlanabileceğine ya da daha yukarıya taşınacağına dâir bir emâre olmaz. Seçmen davranışı böyledir; güçlü olanın arkasında durmayı tercih ederler. Dolayısıyla, “Kazanmamızın kesin olabileceği, iddialı olacağımız birkaç yerde girelim, diğer yerlerde girmeyebiliriz ve iktidâra kaybettirecek bir tutum aldığımızı da îlân ederiz” dedim. Ama önerim çok kabul görmedi. Elbette herkesin haklı gerekçeleri vardır.
Ortaya çıkan sonuç, genel seçimle kıyasladığımızda bizi yerle yeksan etmiş gibi görünüyor. Ben açıkçası bunun kendi gerçeğimizi görmemiz açısından veya ne yapmamız gerektiğini görmemiz açısından çok erken yediğimiz iyi bir tokat olduğunu düşünüyorum. Türkiye İşçi Partisi, geçmişin tecrübelerinden bir şey damıtmaya çalışıyor, Türkiye solunun tamâmının yaptığı ve yapamadıkları üzerinden ve bir kabuğunu kırma çabası içerisinde. O kabuk genel seçimde çatladı. Yerel seçimde ortaya çıkan sonucun moral bozmasını çok doğru bulmuyorum. Ya da orayı referans alarak herhangi bir tartışma açmayı doğru bulmuyorum. Bir dahaki seçimde de Türkiye İşçi Partisi’nin yine rüştünü ispatlayacağını ve daha fazla sayıda vekil sokacağımızı düşünüyoruz — eğer çok olağanüstü bir şey olmazsa. Çabamız bu yönde.
Şimdi belki biraz duygu sömürüsü gibi olacak ama, Türkiye’nin koşulları üzerinden baktığımızda, siyâset yapabilmenin tek yolu maddî imkânlar. Gerçekten parasız siyâset çok mümkün olmuyor ve Türkiye İşçi Partisi kılı kırk yararak, üye âidatlarıyla, yurttaşların gönderdiği bağışlarla, teşkîlâtların kirâlarının ödenmesi gibi birtakım masraflara aktarıyoruz o paraları. Ama var olan maddî olanaksızlıklar, kabuğunu kırmaya çalıştığımız şeyin önünde en büyük engellerden biri ve çok yorucu bir şey. Partinin yükü belli bir grup insanın üzerinde. Özellikle bizim gençlik örgütü, işin kol gücüne dayalı her şeyini sırtlanmış durumda. Bunlar birtakım imkânsızlıklar, başarılı olup olmayacağınıza dâir yol alırken, alacağınız yolun mesâfesini hangi zamanda alacağınızı da belirliyor. Ama kötü bir şey yok. Bir yıl içerisinde, başka bir yapıdan kopmuş gelmiş bir Türkiye İşçi Partisi aslında çok önemli sınav verdi. Hem genel seçim hem yerel seçim, arada Hatay ve Maraş merkezli depremlerde yürütülen faaliyetler, ardından 8 ay boyunca Can Atalay’ın hapisten çıkarılmasına dönük ciddî bir enerji aktarıldı ve bunlar gerçekten çok yorucu işlerdi. Bu imkânsızlıklar çapımızı da çok aşıyordu. Karınca karârınca yaptık. Mutlaka eksiğimiz var.
Şu anda hem fiilî olarak eksiklerimizi görmek, hem de Türkiye’nin girdiği yeni siyâsî düzlemde politik hattaki eksikliğimizi görmek ve gidermek üzerine tartışmalar yapıyoruz. İki tâne kamp yapıldı. Ayın 20’sinden sonra başka kamplar da yapılacak üyelere ve yöneticilere açık. Bir araya geliyoruz, üyelerimizi yönetici arkadaşlarımızı dinliyoruz, nerede eksiğimiz var, bizler neyi eksik yapıyoruz, o eleştirileri dinliyoruz ve yeni bir hat belirlemeye çalışıyoruz. Ama Türkiye’de sâdece Türkiye İşçi Partisi özelinde söylemiyorum bunu: Muhâlefetin geneline ilişkin, üzerine ölü toprağı atılmış gibi görünen bir hal var. Partileri ayırt etmeden söylüyorum. Herkes karınca karârınca bir şeyler yapmaya çalışıyor; ama partilerin yaptığı bu tür aktivizm ya da faaliyetlere dönük olarak toplumsal muhâlefetin ilgisinin çok yetersiz olduğunu düşünüyorum. Bunu aynı zamanda özeleştiri olarak söylüyorum. Toplumsal muhâlefeti yanımıza çekemiyorsak, “Bizim eksikliğimiz ne?” sorusunun, bütün muhâlefetin önündeki en büyük sorun olduğunu düşünüyorum. Bu soruyu sormak, hatâlarımızdan ders çıkarmak lâzım. İnsanların, güvensizliğe dönük, bir yanımıza gelmeme hâli var. Biz o kısmını giderelim. Mevcut rejimin yarattığı korku iklimi nedeniyle konforunu bozmama hâlini de gidermeyi başka türlü eylemlere bırakalım diyorum.
Muhâlefet demişken, Cumhuriyet Halk Partisi’nde genel seçimin ardından “Değişim” sloganıyla çok önemli değişiklikler oldu ve yerel seçimde de çok büyük bir başarı elde ettiler. AK Parti ilk defa birinci parti olamadı. Şimdi yepyeni CHP’nin –ben “yepyeni” diyorum, çünkü “yeni”, CHP Kılıçdaroğlu zamânındaydı– bu şekilde bir tür istim üzerinde olması, Türkiye İşçi Partisi’nin lehine mi aleyhine mi? Sanki daha önceki genel seçimde Kılıçdaroğlu CHP’sinin âtıl kalmasının büyükşehirlerde sizin lehinize oy artışına neden olduğuna dâir bir gözlemim var. Bunu da göz önüne alarak soruyorum.
Şık: Birkaç başlık altında toparlamaya çalışayım. Öncelikle, CHP’nin başarısını gölgeleyen bir söz kurmaya çalışmıyorum. Kendilerini tebrik ediyorum. Ama şu bir gerçek ki, yerel seçimlerde ortaya çıkan sonuç CHP’nin başarısı değil AKP’nin başarısızlığını anlatıyor bize. Yerel seçimleri kazanan-kaybeden üzerinden konuşacaksak, “CHP yerel seçimleri kazanmadı, AKP kaybetti” demek daha doğru. Bakın şu bile bize bir şey söylüyor: İYİ Parti’nin kaybettiği oy 1 milyon 700 bin. Yani bu seçmenin ezici çoğunluğunun CHP’ye oy verdiğini düşünmemiz mantıksız ve yanlış olmaz diye düşünüyorum. CHP’nin başarısını gölgeleyecek çok fazla söz kurmayayım. Sonuçta bir başarı ortaya çıktı mı? Evet, çıktı. Mevzû, o başarıdan doğru kendine akan oyu ve iktidar bileşenlerinin seçmeni hâline gelen yurttaştan oy alabilecek pozisyon yaratıp yaratamayacağı. Bunun için CHP’nin önünde fırsat ve zaman var. Ama aynı şekilde hatâsını gidermek için Erdoğan AKP’sinin önünde de zaman ve fırsat var. Yani bu yerel seçimde ortaya çıkan sonucun istisnâsız tek nedeni, var olan yağma düzeninin yarattığı yoksulluk ve yoksunluk.
Türkiye’deki bütün siyâsî partilerden bahsediyorum burada: Seçmene “ahmak” muamelesi yapmaktan bir vazgeçmek lâzım ya da yurttaşı sâdece seçmen olarak gören anlayıştan vazgeçmek lâzım. Ben Türkiye seçmenlerinin zekâsının, Türkiye’deki siyâsî partilerin üzerinde olduğunu düşünüyorum. Neden derseniz, bakın 7 Haziran 2015 seçiminden bu yana, bize bu zekâ pırıltısına dâir bir şey söylüyorlar zâten. Birtakım stratejiler geliştiriyorlar; “Taktiksel oy kullanıyoruz” diyorlar; iktidârı zayıflatmak için birtakım hamleler yapıyorlar; hiç sevmeyeceği, yan yana durmayacağı insanların temsil ettiği siyâsî partilere oy veriyorlar. Aslında diyorlar ki: “Ben size bir çıkış yolu sunmaya çalışıyorum ve sen de beni küçümseme”. Gerçekten bu küçümseyen anlayıştan uzaklaşmak lâzım. Bir de halk yoksullaştığında, bunun nedenlerinin ne olduğuna dâir hâfızasını canlı tutar.
Bunun iki kanıtı var: 2013’teki 17/25 Aralık soruşturmaları sırasında, bugünkü iktidar ortaklarından olan Fethullahçıların çetesinin yaydığı birtakım telefon dinlemeleri de elde edilmiş. Kanunî ya da değil, birtakım görüşmeler sızdırılmıştı. Ve arkasından bir seçim yaşandı. Herkes AKP’nin çok ciddî oy kaybedeceğini düşünürken, oyunu korumayı bildi. Çünkü o zaman yurttaşın cebindeki 100 liranın alım gücü yine 100 lira ya da 90 liraydı. AKP biraz oy kaybetti. Ama kendisini iktidarda tutacak koalisyon ortakları MHP’ye oy vererek bunu giderdi seçmen. Peki, 2019 seçimlerinde ne oldu? Başta İstanbul olmak üzere büyük metropollerin hepsi CHP’ye geçti. Çünkü yurttaşın cebindeki 100 liranın alım gücü –örnek veriyorum– 50 liraya düşmüştü ve yoksullaşma nedeninin, var olan iktidarın politikaları ve yağma düzeni olduğuna dâir yurttaş hâfızası canlandı ve AKP’ye bir uyarı yaptı. Şimdi aynı uyarıyı bu seçimde de yaptı seçmen. Çünkü daha fazla bir yoksulluk hâli söz konusu ve dedi ki: “Önünde, seçime maksimum 3 yıl var. O 3 yıl içerisinde sen bu şartları düzeltirsen, uyarı için başka partiye verdiğim oyu tekrar sana verebilirim”. O yüzden CHP’nin o oyları koruyup koruyamayacağını belirleyecek zaman ve fırsat var iki taraf için de.
CHP’nin Kemal Bey dönemindeki âtıllığının TİP’i büyüttüğü eleştirisine katılmıyorum. Çünkü o zamanki CHP ile şu anki CHP arasında, kritik mevzûlardaki söylemlerinde çok fark yok. Bunu bir dost eleştirisi olarak söylüyorum. CHP’nin, sol kamuoyu ya da Türkiye’deki toplumsal muhâlefetin öncülüğünü sol değerler üzerinden yapamayacağının kanıtı, 1 Mayıs’ta ortaya çıkan görüntüdür. Oradaki insanları polisin ya da Saray rejiminin insâfına terk edip gitmek, bu rolü üstlenemeyeceğinin kanıtıdır. Tekil birtakım olaylarda doğru tutum almamış olabilir; ama hâlâ cesâretle söz kurmaktan ve Türkiye’deki bu Saray rejiminin en büyük alâmetifârikası cesâretle hukuksuzluğu yapabilmekken, onun karşısında aynı cesâretle direnç noktası koyabilecek bir tutum almaktan uzak bir CHP, Türkiye İşçi Partisi’ni küçültmez. Ben bu konudaki yaklaşıma ve endîşelere katılmıyorum. Bilâkis Türkiye İşçi Partisi’ni büyütecek bir pozisyon var. Sâdece Türkiye İşçi Partisi özelinde değil, Türkiye’deki bütün solu büyütecek bir pozisyon var. Ama bu, CHP’nin birtakım olgularda, olaylarda doğru tutum alışına dâir, onlara dâir bir yanlış söz söyleyeceğimiz anlamına da gelmiyor. Teşekkür ediyorum. Meselâ bugün Can Atalay için yapılan şey söz konusu oldu ve tutum ortada. Ya da hayvan hakları meselesinde en az diğer partiler kadar çaba harcadılar. Doğru tutumu aldıktan sonra, yurttaş bunu görür.
CHP’yi yeterince konuştuk. Şimdi hoşlanmayacağın bir soru sorayım. Gökhan Zan meselesiyle yüzleşebildiniz mi?
Şık: Gökhan Zam meselesindeyüzleşeceğimiz bir şey yok, bu bir. İkincisi, hoşlanmayacağım bir şey de değil, çünkü ne olduğu ortaya çıktı ve biz doğru tavrı koyduk. Bizi çok eleştirdiler, ama bunu parti içerisinde de konuştuk: Türkiye İşçi Partisi’nin yapacağı en doğru şey birtakım insanları partiye monte ederken ya da seçimlerde aday gösterirken daha titiz bir inceleme yapması konusundaki zaafını gidermesine dönüktür. Bununla yüzleşmesi gerekiyor. O yüzleşme de yapıldı. Ama ben baştan da aynı tutumu aldım. Hatay Büyükşehir Belediyesi’ni kazanmak için yola çıkmadık. Bunu Gökhan Zan da biliyordu, biz de biliyorduk. Eğer elimizde öyle bir veri olsaydı, elbette buna çaba harcardık. Biz oranın en iddialı partisi olan CHP’li arkadaşlara, yöneticilere, en üst düzeydeki yöneticilerine de ifâde ettik: “Bakın, mevcut adayınız doğru aday değil. Gelin bir ortak adayla uzlaşalım. Buna ilişkin, elimizde sizin de bildiğiniz isim var ve hem Türkiye İşçi Partisi hem DEM Parti’nin bu konuda tutumu net. O adayımızı destekleyecekler” dedik. Ama Lütfü Savaş’ta ısrar ettiler. Türkiye İşçi Partisi’nin burada yanlış bir tutumu yok. Gökhan Zan meselesinde ortaya çıkan yanlışlıklar, gerçekten daha titiz davranmamız gerektiğine dönük olabilir. Burada partili kimliğimle değil, sâdece kişisel kanaatimi iletiyorum. Gazetecilik gözlemimi söylüyorum. Gökhan Zan’ın, daha başta bizi ya da yurttaşı dolandırmak üzere yola çıktığını düşünmüyorum. Ama kervanı yolda düzmüş. Bizim payımıza düşen sorumluluk için ben tekrar başta Hatay halkı olmak üzere Türkiye İşçi Partisi’ne gönül veren ve Türkiye İşçi Partisi üyesi olan herkesten tekrar özür diliyorum. Daha titiz davranabilirdik. Biraz önce dediğim gibi, orada da yüzleşmemiz, gerçekten belli konularda daha titiz seçimler yapabilmek kısmıdır. Bunu da zâten kendi içimizde fazlasıyla konuştuk, konuşmaya da devam ediyoruz. Bu, biraz önce bahsettiğim üye toplantılarında da konuşuluyor.
Kişisel bir soru sorayım. Uzun bir zamandır sosyal medyada yoksun. Ne oldu? Ne zaman karar verdin? Sosyal medya olmadan nasıl yaşayabiliyorsun? Biliyorsun, Instagram yasaklanınca bazı ünlüler –ki çoğunun adını ilk defa duyuyorum– “Benim için detoks oldu, iyi de oldu, kitap okuyorum” gibi açıklamalar yapıyorlar. Sen de toplu bir detoksa girmiş gibisin.
Şık: Açıkçası başta sen olmak üzere herkese sosyal medyayı kapatmayı tavsiye ederim. Şimdi insanlar bana kızacak belki; ama söylediğim, o mecrânın etkisini, gücünü küçümsediğimden değil. Ben seçimlerden hemen sonra kapattım bütün sosyal medya uygulamalarını. Herkesin bildiği iki tâne telefon hattı kullanıyorum. Çok uzun zamandır, 30 yıldır kullandığım telefondaki WhatsApp uygulamasını dahi kaldırdım. Çünkü gerçekten o tarz bir iletişime ya da sosyal medya üzerinden dönecek bir etkileşime girmek istemiyorum. Orası bize gerçeği gösteren bir yer değil. Aslında seçimlerden önce kapatmak istiyordum; ama partideki arkadaşlar, “Abi, seçime gidiyoruz ve başka mecrâmız yok. Dolayısıyla orayı kullanman şart” dediler. Seçimden hemen sonra da kapattım. Partideki arkadaşlarımız, özellikle propaganda bürosundaki arkadaşlar çok bozuldu, onlara söylememiştim çünkü.
Senin sorduğun soru yanlış aslında. “Sosyal medya olmadan nasıl yaşıyorsun?” değil, doğrusu, “Sosyal medyayla nasıl yaşayabiliyorsun?” olmalıydı. Çünkü orası çok toksik bir alan ve çok samimiyetle söylüyorum, orası bize Türkiye’nin gerçeği üzerine bir şey söylemiyor. Ben bunu bütün partili arkadaşlarıma da, diğer partideki arkadaşlara da söylüyorum. Şu gözlemime herkes katılabilir: AKP ve MHP dışında diğer tüm partiler sosyal medyadan kendilerine hizâ veriyorlar. Bu çok büyük bir yanlış. Orada kendine muhâlif diyen ya da iktidar diyen yapıları temsil eden insanların bize söyledikleri, anlattıkları, İstanbul Bağcılar’da, Sultanbeyli’de ya da Beyoğlu’nda, Kadıköy’ün ortasında oturan birinin ilgi alanında mı? Ya da onun gerçeğiyle örtüşüyor mu çok emin değilim. Hattâ kesinlikle örtüşmediğini söyleyebilirim. Bir kere siyâsî partilerin hepsi sosyal medyadan hizâlanmaktan vazgeçsin. “Orası alternatif medya” filan diyorlar. Şu an yayın yaptığımız yer Medyascope, bir alternatif medya benim için. Bunun için sosyal medyaya ihtiyâcım yok. Ama şu gerçek önümüzde duruyor: Türkiye’de nasıl geleneksel medyanın hâkimi ve belirleyeni iktidar ise, sosyal medyanın hâkimi, egemeni ve kontrolünü sağlayan yer de iktidârın kendisi. Bunu bildikleri için sosyal medyadan hizâlanmıyorlar. Ama ortalığı karıştırmak için orayı kullanabiliyorlar. Fahrettin Altun gibi bir çakma Goebbels’le orada faaliyet yürütüyorlar. İnsanlar orada birileriyle tartıştığını ya da o tartışmaya girdikleri şeylerin bilgisine ulaştığını sanıyorlar; ama orada gerçekten atan herhangi bir nabız yok, bunu görmeleri gerekiyor. Onun için, Instagram kapatıldığı için detoksa girdiğini söyleyenler kendilerine kesintisiz detoks sunabilirler. Ya da sosyal medyayı gerçekten başka bir şey için kullanmak mümkün.
Ben yüz yüze iletişimin daha doğru olduğunu düşünüyorum, o nedenle sosyal medyadan çıktım. İnsanlara değmek, dokunmak… gazetecilikte nasıl böyleyse siyâsette de böyle. Sosyal medyanın içerisine sıkışmış bir toplumsal muhâlefet, şu anki mevcut ölü toprağa serilmiş toplumsal muhâlefetin nedenidir. Hayvan haklarını ihlâl edecek, köpek katliâmının önünü açacak yasanın tartışıldığı sırada başta İstanbul, Ankara olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde insanlar sokağa çıktı. Yurttaşlar Meclis’in önüne geldiler, Meclis’in içine girdiler. Evet, muhâlefet böyle yapılır, canlı bir iletişimle yapılır. Ama sosyal medyada yazıp söylediğinizde, beğenip paylaştığınızda yaptığınız muhâlefetin iktidar nezdinde hiçbir karşılığı yok, bundan herkes emin olsun. Tabiî sosyal medyanın gücüne göz ardı etmiyorum. Evet, bir iletişim kanalıdır, birbirlerinden haberdar olma kanalıdır ya da bir şeyin duyurulması için iyi bir araçtır. Ama bu kadar. Muhâlefet dediğiniz şey orada yapılmaz. Herkesin ve başta siyâsî partilerin oradan bir dışarıya çıkması lâzım, sokağa çıkması lâzım.
Biraz önceki soruna atıfla söylüyorum. Özgür Özel bunu denedi. Türkiye’nin –herhalde dünyada da böyledir– en pasif eylemini önerdi: “Işık açıp kapayın” dendi, ona bile uyulmadı. Israrla “Nerede bu muhâlefet?” diye soruyorlar ya; bu soruyu soranlar şunun bir farkına varsın: Muhâlefet sensin. Evinde oturduğun yerden prize dokunmaktan bile imtinâ ediyorsan, burada kendine de bir soru sorman lâzım. Kendi eksikliklerimizi göz ardı etmek için söylemiyorum, ama Parlamento’daki muhâlefet ile sokaktaki muhâlefetin birbirinin mütemmim cüzü olduğunu herkes kavramalı ve doğru sesi bir arada, doğru yerde çıkarmak gerektiğine dönük bir anlayış geliştirmeli. Bunun yeri de sosyal medyada “muhâlefetçilik” oynamaktan biraz uzak kalmak ya da sosyal medyada yaptığı muhâlefeti sokakta da yapmak; sokakta yapacak insanların yanında durarak yapmak.
Geçenlerde, bir bir buçuk ay önce Can’ı (Atalay) görmeye gittim. Can’ı sen de tanıyorsun, çok heyecanlıdır. Onun gibi hiperaktif birisi için içeride olmak çok zor. Ona dedim ki: “Durumumuz toplumsal muhâlefet açısından o kadar kötü ki Türkiye’de siyâsal olan hiçbir şey toplumsallaşmıyor”. Sosyal medya kampanyaları yapılıyor filan. Benim kızım yeni avukat oldu, İstanbul Barosu’nda ve sicili 93 bin. Yani şu an aktif 60 binin üzerinde avukat olduğu anlamına geliyor. Can Atalay, üstlendiği dâvâlar nedeniyle, mağdûriyet yaşamış hemen herkesin bildiği bir isimdir, muhâlif avukatlar grubundaki hemen herkese değmiş birisidir. İstanbul Barosu’nun içerisinden bir grubun yaptığı eylem çağrılarında bile 30’un üzerinde avukat gelmiyor. Durum böyleyken, kendi arkadaşının, Can Atalay’ın, ya da Gezi Dâvâsı’nın özelinde, hukukun paspas edilmesine bile sesini çıkarmayacak bir avukat ne kadar hukukçu olabilir, kendisine sorması lâzım.
Öte yandan, Can Atalay’ın özgürlüğüne dönük ihlâl ya da Osman Kavala’nın veya Selahattin Demirtaş’ın, Selçuk Kozağaçlı’nın özgürlüğüne dönük ihlâl, bu ülkedeki yurttaşların, herkesin sorunu. Çünkü aynı şey kendi başlarına gelebilir. Dolayısıyla herkesin siyâsî fikir gözetmeden bu ihlâllerin karşısında durması ve ses çıkaranların sesine ses katmak, omuzuna omuzdaşlık etmek zorunda olduğunun bir yurttaşlık görevi olduğunun farkında olması gerekir.
Sen milletvekili olarak cezâevlerine gidebiliyorsun değil mi, Adalet Bakanlığı’ndan izin alarak? Can’a gittiğini biliyorum. Arada görüyorsun onu, değil mi?
Şık: Evet.
Selahattin Demirtaş’ı gördün mü yakınlarda?
Şık: Benim vekillikte 5 yılım bitti. Bir önceki dönem bu var olan hakkımı hiç kullanamadım, çünkü ambargoluydum. O dönemdeki adıyla HDP’li arkadaşlar ve Türkiye İşçi Partili arkadaşlar, iktidardan kopup muhâlefete gelen bâzı vekiller ambargoluydu ve bize izin verilmiyordu. Bu yeni yasama döneminde bu izinler çıkmaya başladı ve onu kullanıyorum. Selahattin Demirtaş’la görüşmeye de en son AKP’den birinin yardımıyla izin alarak gitmiştim açıkçası, kendisini o zaman gördüm. Çok uzun zaman oldu. Seçimden sonra hiç görmedim, ama en kısa zamanda göreceğim. Biliyorsun ben toplu taşımayı kullanıyorum, ehliyetim de yok. Hapishâneler de toplu ulaşıma çok uzak yerlerde, bir yerden bir yere gitmem gerçekten dert oluyor. Biraz onunla ilgili bir neden var. Ama en kısa zamanda gideceğim. Zâten Demirtaş’la danışmanları ve avukatları üzerinden haberleşiyorum ya da avukat arkadaşlarım gittiğinde bir selâm sabahımız oluyor.
Peki, biraz konuyu dağıtalım. Seninle ortak favori konumuz Fethullahçılık meselesi. 15 Temmuz geldi geçti, pek de bir şey olmadı farkındaysan. Resmî tâtil ve birtakım törenler falan yapılıyor, ama bu olay Türkiye’nin gündeminden iyice düştü sanki. Tabiî buna bağlı olarak şunu da sorayım: 15 Temmuz Türkiye’nin gündeminden düşse bile, Fethullahçılık düştü mü?
Şık: 15 Temmuz’a ilişkin bir tespit yapacak olursak, Fethullahçıların AKP ile bir meydan muhârebesine girmeden önceki ortaklıkları döneminden başlayarak, o zamanki rejim, yani rejimin sâhiplerinden birisi olan AKP ve Fethullahçılar eliyle –sonradan sadece AKP’ye kaldı– bir sahte târih yazımı süreci başlatılmıştı. Bunun adına “demokratikleşme”, “sivilleşme”, “darbecilik ve darbe karşıtlığı”, “reformculuk”, şu bu diyerek, îtiraz edemeyeceğimiz birtakım kavramlar üzerinden bir sahte târih yazımı yapılmıştı. 15 Temmuz, o sahte târih yazımının ihtiyaç duyulan Kurtuluş savaşıydı ve gerçekten adı gibi, şehitleri gazileri olan bir savaş oldu. Ama sahte târih yazımına âit olduğu için ve gerçekten bir savaş olmadığı için –ölenlere, kanları dökülenlere rağmen söylüyorum bunu– insanlar bunu fark etti. AKP’nin elinde bir oyuncağa dönen, içi boşaltılmış ve AKP cenâhı açısından ne için karşı çıkıldığı çok belli olan bir menfaat düzeninin simgesi hâline döndü 15 Temmuz. Kendi tabanları da başta olmak üzere bunun farkındalar. Yanılmıyorsam, bir önceki sene Ekrem İmamoğlu’nun yaptığı 15 Temmuz etkinliği AKP’nin etkinliğinden daha kalabalık olmuştu. Şimdi hal bu. AKP 15 Temmuz’da gideceği yolu, mesafeyi katetti ve bunun bir karşılığı yok.
Öte yandan, bu son yerel seçimde, yoksullaşma nedeninin yağma düzeni olduğunu tespitini yaparak oradan uzaklaşan bir seçmen var. 15 Temmuz’a yol açan AKP’nin suç ortaklığı, bir başka kriz hâlinde bizzat AKP-MHP seçmeni tarafından da belirlenecek bir davranış biçimi ortaya çıkacak. Türkiye’de gerçekten iktidar değişimi olduğu andan îtibâren bizim yapmamız gereken en önemli şey, 15 Temmuz’un –ki bence gerçek bir kalkışma o, bunu da belirteyim; Fethullahçılar orada önemli rol üstlenmiş bir gruptu, ama yalnız olmadıklarını düşünüyorum– o gri alanını aydınlatmaya dönük çaba içerisinde olmamız lâzım. Bu hem gazetecilerin hem hukukçuların hem de siyâsetçilerin temel mevcutlarından biri olması lâzım. Çünkü 15 Temmuz gerçekten çok can yaktı. Haziran 2015’te başlayan ama adı kurulmayan anayasasız ve kanun tanımazlık sürecine resmiyet kazandıran bir biçim aldı. Türkiye, 15 Temmuz kalkışmasının ardından fiilî olarak da resmî olarak da anayasasızlık sürecini başlatmış oldu.
“Fethullahçılar temizlendi mi ya da tehlike olmaktan çıktı mı?” diye sorarsan, eski gücüyle bir tehlike olacaklarını düşünmüyorum; ama Fethullahçıların çete kanadından doğan boşluğu dolduran yeni tarîkat, cemaat ya da siyâsî yapılara angaje olan kişi ve kurumların gücüne veya ne kadar güçlendiğine bakarsak, Türkiye yeni bir Fethullahçılık tehlikesiyle karşı karşıya dememiz çok mümkün. Sâdece, şu Can Atalay mevzûunda –geçen gün Numan Bey’le (Kurtulmuş) konuşurken de söyledim– ben hem AKP’den hem MHP içerisinden birileriyle konuştum “Nedir bu mesele?” diye: İki taraf da Can’la ilgili tutum alıştaki siyâsî sorumluluğunu kabul etmiyor, “Bizle ilgisi yok” diyorlar ve yargıya atıf yapıyorlar. Ben de her ikisine dedim ki: “Türkiye’de bu tür kritik dâvâlarda, yargı bağımsızlığı ya da siyâseten farklı düşünse bile o farkını hukuk normuyla ortaya koyabilecek bir yargı mensûbu yok. Yani Can Atalay özelinde ya da Gezi Dâvâsı özelinde ortaya çıkan durum hukukî değil siyâsî. Dolayısıyla ben burada dahliniz olmadığına inanmıyorum. Bir tâlîmatla bu iş çözülür” dedim.
Eğer doğru söylüyorlarsa, burada gerçekten iktidârı da aşan bir soruna işâret ediyorum. Biraz önce yeni Fethullahçı tehlikesi derken ondan bahsediyordum. Bunu en son Yargıtay başkanlığı seçiminde gördük. Altmış turun üzerinde seçim yapıldı ve seçilemedi. Çok tuhaf, iktidarın bileşenleri olan AKP’nin ve MHP’nin adayları vardı; ikisi de kazanamadı, bir başka isim üzerinde uzlaşıldı. Sâdece Yargıtay özelinde baktığımızda ne kadar çok tarîkat, cemaat veya siyâsî parti bağlantılı grubun kendi menfaatleri üzerinden ortaklaşabildiğini ya da ortaklaşamadığını gösteriyor. Alengirli dâvâlarda elbette iktidar aleyhine bir tutum alamazlar ya da iktidârın işâret ettiğinin dışında. Ama kendi menfaatlerini korumak üzerinden baktığımızda ya da siyâsete biçim verme üzerinden baktığımızda, özellikle yargı çok tehlikeli bir yere gitti. Dün de söyledim, geçmiş rejimin kuralı şuydu: Siyâset yargıyı dizayn ederdi, şimdi yargı siyâseti dizayn ediyor.
Bu anlattığın husus “Eski Türkiye” denen olayı çok fazla çağrıştırıyor.
Şık: Tabiî ki ve ondan daha da tehlikeli aslında. Bu arada, ikisi de doğru ve yanında durabileceğimiz bir şey değil de, “Eski Türkiye”nin kodlarına erişmesi için ya da eriştiğine dönük bir tespit yapmamız hiçbir şekilde yanlış olmaz. Birtakım zâlimlikler ortaya çıktığında hep “90’lara mı dönüyoruz?” deniyor ya; 90’ları fersah fersah aşan bir hukuksuzluk rejimi var. O zaman bile bir toplumsal muhâlefet vardı. O zaman bile yargının içerisinde hukuk normuyla hareket edebilecek insanlar vardı, tekil örnekler üzerinden nefes alabiliyorduk. Şimdi o da yok. En önemlisi, 90’larda toplumsal muhâlefet vardı. Ölüm riskine rağmen, “Hayır, ben bu hukuksuzluğa direniyorum” diyebilen çok sayıda insan vardı. Şimdi o yok. İktidar gücünü bu sessizlikten alıyor. Türkiye toplumunun hapsolduğu sessizlik sarmalı kırılmadığı müddetçe bu kanunsuzluklar devam edecek.
Bu anlattıklarından Erdoğan’ın da her şeye hâkim olmadığı gibi bir husus çıkıyor.
Şık: “Erdoğan iyi çevresi kötü” demeye geliyor bu.
Hayır, o anlamda söylemiyorum.
Şık: Tabiî sen bunu kastetmedin, ama böyle anlaşılabilir. Şunu net olarak söylüyorum: Erdoğan da kötü, çevresi de kötü. İki kötünün menfaat çatışmaları üzerinden birtakım krizlere tanık oluyoruz biz. Bir kere bunu görmek lâzım. Buradaki menfaat odaklı çatışma Türkiye’nin ve Türkiye yurttaşlarının hayrına değil. Hangi siyâsî anlayışta ve inançta olursa olsun bunu görmek gerekiyor. Türkiye’nin bir dolu sorunu var, Yargıtay Başkanı’nın kim olacağı ve nasıl seçilemediğine dâir meselelere tanık oluyoruz.
Can Atalay, Hatay gibi korkunç bir yıkımın yaşandığı yerden vekil seçiliyor fakat tahliye edilmiyor, anayasal hakkı engelleniyor. Gezi Dâvâsı’nın hukuksuzluğuna dâir, Osman Kavala üzerinde hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları var. Bizzat Cumhurbaşkanı, Selahattin Demirtaş için, “”Biz de bir yolunu bulur içeride tutmaya devam ederiz” demişti, şimdi bu yapılıyor. Ben gerçekten bu yargı mensuplarının nasıl insanlar olduğunu çok merak ediyorum. Geçenlerde bir hâkim arkadaşla konuşuyoruz, gerçekten çok entelektüel birikimi olan iyi bir arkadaşımız. Kırmızı ışıkta dururken bile kitap okur. Dedi ki: “Bir grup meslektaşla bir aradaydık, bir hukuk tartışması açıldı…” Neyle ilgili olduğunu bilmiyorum, detayını söylemedi. “…Adamlar öyle cümleler kurmaya başladı ki, ben bir an, ‘Ben neredeyim? Bu insanlarla ne işim var?’ diye düşündüm” dedi. “Niye?” diye sordum. “Vahim olanı, adam o söylediklerine inanıyor” dedi. “Yani hiçbir entelektüel ve siyâsî delili yok, hukuk normuyla herhangi bir bağı yok ve buna inanmış” dedi. Zâten vahim olan bu. Türkiye yargısı böyle. Ya da güvenlik bürokrasisi özelinde yaşananları, sâdece Ayhan Bora Kaplan Dâvâsı üzerinden baktığımızda bile bize bir şey söylüyor.
Yeni bir bakan geldi. Eski bakanın –en kibar deyimle– hukuksuzluklarını gideriyormuş gibi bir pozisyon üstlendi. Muhâlefet temsilcileriyle çok diplomatik ama nezâket içerisinde bir ilişki kurdu. Oradan bir kıyas yapıldı. Süleyman Soylu döneminin nefreti üzerinden kendi meşrûiyetini genişletti ve bir şeyler değişiyormuş havası verildi. Eyvallah, teşekkür ediyorum. Peki kardeşim, Ayan Bora Kaplan Dâvâsı’nda ortaya çıkan şey bize şunu söylüyor: Polis teşkîlâtında, eskisiyle yenisi arasında değişmeyen tek şey var: Rüşvet, adam kayırmacılık, kirli polis olmak. Bunu bütün güvenlik bürokrasisine teşmil edebiliriz. Aynı şekilde, bir uyuşturucu baronunu tahliye eden heyet, ihraç sistemiyle disipline sevk edilecek; daha dün haberleri düştü. Boşanma dâvâsının bile rüşvetle görüldüğü bir yargı sistemi var. Ya da birtakım kriminal olayların kovuşturma aşamasında, soruşturma aşamasında görev almış güvenlik bürokrasisindeki insanların yediği rüşvetleri konuşuyoruz. “Siyâsetçilerin, vekillerin malvarlığı açıklansın” denilir ya; bunu sonuna kadar destekliyorum. Bence kesinlikle yapılmalı ve şeffaf olmalı. Türkiye’de özellikle alengirli dâvâlara bakan, çete dâvâlarına bakan, çok paranın olduğu dâvâlara bakan heyetlerdeki hâkim ve savcıların, güvenlik bürokrasisinin tepe noktasında olan polis müdürlerinin mal varlıklar bir araştırılsın bakalım ne çıkacak? Hepsini kastederek söylemiyorum tabiî. Burada mevzû şu: Bu insanlar bu hukuksuzluğu, usulsüzlüğü neden yapıyor biliyor musunuz? Çünkü “En tepedeki bile yapıyor, ben neden yapmayayım ki?” diye bakıyor.
Yargı konusuna gelmişken, Sinan Ateş meselesini konuşmadan olmaz. Orada çok çarpıcı şeyler oluyor. Sinan Ateş’in eşi, annesi, kızkardeşi, çok açık bir şekilde ve cesur bir şekilde öne çıktılar. CHP, İYİ Parti ve başka partiler de bir şekilde yanlarında durdu. Bu olay alışılmadık bir şey. Sen Ayşe Ateş’le hiç görüşebildin mi?
Şık: Hayır, bizim kişisel herhangi bir temâsımız olmadı. Açıkçası kendisini zor durumda bırakmamak için, siyâsî kimliğim de ortadayken, kendisiyle kişisel bir temas kurmaya çalışmadım. Daha önce dâhil olduğu milliyetçi cenah içerisinden kendisine yönelik söylemlere bakınca –çünkü onlar eleştiri değil hakaret– kişisel temas kurmanın doğru olmayacağını düşündüm ve yapmadım. Ama Sinan Ateş’in katledildiği günden bu yana hemen birkaç soru önergesi verdim. Buna ilişkin yaşananların hukuksuzluğuna, haksızlığına işâret eden konuşmalar yaptım. Burada da mağdurun siyâsî kimliğine bakarak pozisyon almıyorum. Benim yaşam felsefem bu ve doğru bir tutum almaya dönüktü. Hattâ yeri gelmişken parantez açarak şunu da söyleyeyim: Gazeteci arkadaşlarıma, “Sinan Ateş’in başına gelenlerin tabiî ki MHP ile doğrudan ilgisi var. Çünkü MHP’nin bildiği şey bu. Mevzûlara çekiç-çivi denklemiyle bakar. Sorun varsa o çividir, kendisi de çekiçtir” dedim.
Sinan Ateş’in Ülkü Ocakları Başkanı olduğu dönemde, birçok gazeteci ya da MHP’ye, Devlet Bahçeli’ye dönük eleştiriler yapan insanlar saldırıya uğradı, darbedildi. Bunlar Sinan Ateş’in Ülkü Ocakları Başkanlığı döneminde de gerçekleşti. Kendisi de bu tür olayların sorumlusu, buna dâir bir şey yapmak gerektiğini söylemiştim. Ayşe Ateş mahkemede bunu dile getirdi zâten. Teşekkür ediyorum kendisine dürüstlüğü için. Şimdi sâdece Ayşe Ateş’in bu söylemi üzerinden bakarak Sinan Ateş sûikastının MHP ile doğrudan ilgili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çok açık söylüyorum: Bir siyâsî sûikastın parti içerisinde organize edildiği, partiyle ilişkili şahısların ve yöneticilerin bu işte dahli olduğu gerekçesiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın MHP’ye kapatma dâvâsı açması gerekiyor. Ama bu olmasın diye ortaya öyle bir iddianâme çıktı ki, ona bir hukukî metin muamelesi yapmak çok ahmakça olur. Koca soruşturmada MHP’nin adı iki yerde geçiyor: Sanıklardan biri “MHP ile ilgim yok” diyor — ki var. İkincisi de bir arabanın plakası MHP. İddianâmede başka yerde MHP’nin adı geçmiyor. Peki bu Sinan Ateş neden öldürüldü? Kim öldürdü? Bu kadar sanığın, sûikastçının işin içerisinde olduğu, polisin, MİT’çi olduğu söylenen bir kişinin bu kadar ilişki ağıyla birlikte, MHP’li olarak bu işe dahli, bize MHP’nin bu işten âzâde olduğunu söylemez. Bilâkis, MHP’nin bir suç örgütü olduğunu söyler. MHP’ye gerçekten kapatma dâvâsı açmak lâzım. Çok tuhaf, şu Meclis’te 5 yıldır en çok duyduğum şey, “terörist”, “katil” lâfları. Kardeşim, senin partinin içerisinde, eski yöneticine yönelik bir sûikast organize edilmiş ve “İlgim yok” diyorsun. Nasıl yok? Aklımızla dalga geçmek bu. Bu arada, şahısları söz konusu ederek söylemiyorum; ama kurumu söz konusu ettiğimde, MHP bu işin bizzat fâilidir, sanık olması gerekir ve Yargıtay’ın bu sûikast nedeniyle bir an önce MHP’ye kapatma dâvâsı açması gerekir. Soldaki partilere, Kürt hareketinin partilerine, hukuku da paspas ederek bu kadar hoyrat davranan Yargıtay’ın böyle bir olaydaki sessizliği de bize rejime dâir bir şey söylüyor. Ya da rejimin sâhibinin, yargının sâhibinin kim olduğuna dâir bize bir şey söylüyor. Bunu herkesin görmesi lâzım.
MHP’nin bu işin fâili olduğunu da ben söylemiyorum. Bütün geçmişi boyunca ülkücü olduğunu söylenen, Ülkü Ocakları yöneticisi kocası öldürülmüş Ayşe Ateş söylüyor, annesi söylüyor, Sinan Ateş’in kızkardeşleri söylüyor, ben söylemiyorum.
Fethullahçılık konusuna tekrar dönelim. Fethullah Gülen Pennsylvania’daki evinden taşınıp başka bir yere götürülmüştü. Oraya üç gazeteci gitti. Tespih gibi dizilmişlerdi, görmüşsündür o fotoğrafı. Tek kelime konuşamadan geri döndüler. Ama ondan iki üç gün sonra, Fethullah Gülen’in birtakım önde gelen insanlarla yaptığı bir toplantının videosu örgüt tarafından yayınlandı. İlk fotoğraf hakkında ne diyorsun? Bunlar, sana bana gazetecilik öğretirlerdi biliyorsun.
Şık: Evet. O fotoğraf bir gazetecilik faaliyetinin fotoğrafı değil, bir yapıya angajmanın fotoğrafıdır. Orada yapılan da bir gazetecilik değil. Geçmişte birtakım iyi haberlere imzâ atmış arkadaşlarımız olabilir, aynı mesleğin içinde olabiliriz. Ama oradaki mevzû bir gazetecilik faaliyeti değil, bilâkis, örgüt içerisinde ortaya çıkarılan bir hakîkatin üstüne örtme çabasından ibâret. Biraz önce, Türkiye’deki kurulu düzen siyâsetinin içerisindeki partilerin yurttaşa “ahmak” muamelesi yaptığını söyledim. Fethullahçılar bizzat kendi gönüldaşlarına bunu yapıyorlar. Ama benim sosyal medyada tâkip ettiğim kadarıyla mevzû hiç öyle değil.
Geçenlerde telefon tâmir ettirmek için bir yere gittim. Bitişik dükkândaki bir adam çıktı, “Size teşekkür etmek istedim” dedi. Eski Fethullahçıymış. Kendimi övmek için söylemiyorum bunu. “Size teşekkürü bir borç biliyorum. Sizi gördüm bunu yapıyorum” dedi. Hâlâ yapıyla ilgili olup olmadığını sordum. “Olabilir mi? Ben zâten işin çete kanadında değildim. Ama beş yıldan fazla hapis yattım. Haklarım elimden alındı. Ne yaptım ben? Gazetesini okudum, derneğine gittim. Bundan ibâret. Söz konusu olan kriminal olayların hiçbirinin benimle ilgisi yok. Yapının içerisinde bir çete var. Ama maalesef 15 Temmuz’dan sonra başlayan süreç, bu çeteyi soruşturmak üzere yapılmadı. AKP hem o çeteyle birlikte işlediği suçlardaki suç ortaklığını örtbas etti, hem de bir şeytan yaratarak bir dolu garibanın hakkını hukukunu ezdi” dedi. Onların içinden uzaklaşmış.
Fethullahçıların içerisinde bundan uzak çok fazla insan var. Kamuoyunun önünde olan, biraz önce bahsettiğin “gazeteciler” dâhil, hâlâ orayla bağını devam ettirmeye çalışanların tek motivasyonu var: Menfaat ilişkisi. Çok net. Burada ise hâlâ garibanlar hapiste yatıyor. Onların içeride olduğu her günün vebâli, sorumluluğu o insanların üzerinde. Ben daha önceki bir yayında da söylemiştim, yine ismini zikredeceğim: Hâlâ Fethullahçıların bir STK olduğunu, bir sivil toplum faaliyeti yürüttüğünü, hayır hasenat işiyle uğraştığına inanan varsa, o çeteyi görmezden geliyorlarsa, daha önce o yapının içinde olan Ahmet Dönmez’in yaptığı işleri, söylediklerini, yazdıklarını okusunlar. Hemen arkasından, senin Fethullah Gülen’in yeğeniyle yaptığın söyleşiyi izlesinler. Bakın en yakınındaki bu insanlar bize bir şey söylüyor. Tamam, işin bir sivil kanadı var ve bizim hiçbir şekilde onlarla alıp veremediğimiz yok zâten. Ama o sivil kanadı kendilerinin yaptığı usulsüzlüğü hukuksuzluğu maskelemek için kullanan bir çete, bir kontrgerilla var Fethullahçıların içerisinde. Bizim derdimiz onlarla ve herkesin de onlarla derdi olması lâzım. Bu, Fethullahçıların içerisinde de var, AKP’nin içerisinde de var, MHP’nin içerisinde de var. Kurulu düzenin içerisinde güç odağı olmuş her yapının içerisinde böyle gruplar vardır.
Ama ben hep aynı şeyi söylüyordum: Fethullahçıların, tâ Ergenekon sürecinden beri yürüttüğü faaliyetlerin adı bir kontrgerilla faaliyetiydi. Ama şu gerçek göz ardı edildi: Hiçbir kontrgerilla, arkasına siyâsî destek almadan varlığını sürdüremez ve bu faaliyetleri yapamaz. O siyâsî desteğin adı AKP iktidârıydı ve bir suç ortaklığı vardı. Şimdi bakıyorum, o dönemde mağdur edilmiş birtakım insanlar, şimdi canhıraş, AKP’li olarak karşımıza çıkıyorlar. Ya, bir utanmıyor musun, aynaya bakmıyor musun? Beni bu adamlar içeriye attırdı, bunlarla suç ortaklığı vardı. Kendi menfaat düzenleri devam etsin diye en azından sessiz kaldılar ya da bizâtihi o emirleri verdiler. O suç ortaklarının en büyük lideri Recep Tayyip Erdoğan’dır diye kendilerine bir soru sormuyorlar mı? Ya da gerçekten hukuk normlarıyla baktığınızda, Fethullahçıların iktidarda olduğu dönem, o kriminal işler bir dâvâ konusu olsa, dâvânın 1 ve 2 numaralı sanıkları Fethullah Gülen ve Recep Tayyip Erdoğan olur mu olmaz mı? Kesinlikle olur. Bunu göz ardı ederek, özgürlüğü gasbedilen, hakkı elinden alınan, bir dolu zulüm yaşamış insanların, şimdi AKP’li olarak sahneye çıkması gerçekten… Almancada çok güzel bir lâf var, şimdi telaffuz edemeyeceğim, “Başkası adına utanmak” diye çevrilir. Ben başkası adına utanıyorum. Gerçekten utanç verici.
Ahmet, konuşmadığımız bir şey kaldı mı? Eksik bir şey var mı?
Şık: Hayır, kalmadı galiba. Ama daha sık görüşelim derim.
Bu arada tebrik ederim, kızınız avukat oldu. Herhalde babasının bunca sene cezâevini ikinci adres olarak belirlemesinden mütevellit mi oldu?
Şık: Tabiî ki tercih yapmasında etkisi olmuştur herhalde. Sonuçta sosyal bilimlerle ilgili. Sosyal bilimlerin ana bilim dalı da hukuk olduğu için orayı tercih etti. Ama ben hapisteydim sınav döneminde; bana, “Avukatların 7/24 görüş hakkı var. Sen dilini tutamazsın, yine tutuklanırsın, en azından görüşürüz” demişti. Ben de kendisine, “Benim beraat alacağım buluşmaya sen avukat cübbesiyle geleceksin, eminim” demiştim. Şimdi o cübbeyi resmî olarak giyiyor. Bu düzen değişirse ya da yargıya hukuk normları egemen olursa, beraat alacağım duruşmanın da avukatı olarak göreceğiz kendisini.
Sen cezâevinde ne kadar yattın? İki farklı dönemdi. Toplamı ne kadardı?
Şık: Çok fazla değil, yaklaşık 2,5 yıl. Hele içeride olan arkadaşlarımızı düşününce. Ya da haberler düşüyor ya önümüze; 30 yıldan sonra tahliye edilen insanlar var. İnanılmaz bir şey. Otuz yıl boyunca dört duvar ve çeliğin arasında yatmak ve sonra çıkıp hayâtına devam edebilmek nasıl bir şey? Onları düşününce ya da Selahattin Demirtaş’ı, Osman Kavala’yı, Selçuk Kozağaçlı’yı düşününce, ben yattığım süre üzerinden bir cümle kurmayı zor sayarım; onlara çok ayıp olur. Sabır diliyorum herkese. Umarım en kısa zamanda dışarıda sarılacağız birbirimize ve bu hukuksuzlukların hesâbını birlikte soracağız o arkadaşlarımızla.
İnşallah diyelim. Çok teşekkürler Ahmet, arayı çok açmayalım. Bu sefer çok ârıza çıkmadı sanki, ama emin değilim.
Şık: Senin “Onsuz nasıl yaşıyorsun?” dediğin sosyal medyada, mutlaka bir ârıza bulan birileri çıkar. Şunu da belirteyim: Geçenlerde Özgür Özel, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu Paris Olimpiyatları’nda Kadın Millî Voleybol Takımımızın maçını izlemeye gittiler. Bu arada onları tebrik ediyorum başarıları için. Galiptir bu yolda mağlup diyeyim. Bir arkadaşım bir tweet paylaşımının ekran görüntüsünü gönderdi bana. “Memleket yangın yeri, bunlar da oraya gidiyor” gibi bir şey yazılmış. Bir kere siyâsetçiler makine değil. Oradaki bir sevince ortak olmaya çalışmak, çok insânî bir duygu. Sen de sıkı bir takım taraftarısın, o yüzden beni anlayacağını düşünüyorum. Ben takım tutmadığım için ya da Adana Demirsporlu olduğum için birtakım maçları daha nesnel gözle izleyebiliyorum. Birtakım ortak sevinçlere âit olmaya çalışmanın yadırganacak bir tarafı yok. Memleket yangın yeri mi? Evet. Ama şimdi memleketin yangın yeri olmasına dâir yanlış tutum alıyorsa ya da doğru sözü kuramıyorsa, o eleştiri haklı. Ama bir siyâsetçinin de gidip bir ortak sevince ortak olma hakkı var.
Ama şunu söylemek daha doğru: Bir siyâsî faaliyet göstergesi olarak oradaysa; âit oldukları, yönettikleri yapılar içerisinde Türkiye yönetimi için talep ettikleri demokratik anlayışı kendi partileri içinde yapamıyorlarsa veya yapmıyorlarsa, buna dâir eleştiri kurmak haktır elbette. Meselâ Kadın Kolları Başkanlığı seçiminde, CHP’li belediyelerde işçilerin atılmasına dâir yapılan protestoda o işçilere çok kötü davranıldı. Bunu eleştirin meselâ. Ama maça gittiği için siyâsetçi eleştirmek ve bunu sâdece sosyal medyada etkileşim alma çabasıyla yapmak gerçekten çok abes. Ben o arkadaşa şunu da sorayım: Evet, memleket yangın yeri. Peki kardeşim, sen o yangını söndürmek için bir bardak su döktün mü? İnsanların kendine bu soruyu sorması lâzım.
Neyse, çok dolmuşsun. Tekrar teşekkürler Ahmet, kolay gelsin. Umarım temennîlerin gerçek olur, önce Can’la başlar.
Şık: Bir sonraki yayını da Can’la yaparsın umarım.
Hakan Altınay’ı ziyârete gittiğim her sefer Can’ı da görüyordum. Zâten eskiden beri tanıdığım bir arkadaşım. Onu ziyâretler sana da öyle hissettiriyordur herhalde. Sanki o seni ziyârete gelmiş gibi hissediyorsun. O anlatıyor, ziyâretçiler dinliyor. Yine öyle oluyor değil mi?
Şık: Kendimden de biliyorum, hapistekiler genelde çok konuşurlar. Ben gittiğimde, Can’dan biraz daha fazla konuşuyorum herhalde, o da buna biraz bozuluyor. Biliyorsunuz, Can bizim çıktığımız hapishânede, Silivri 9’da. İşin tuhafı, nasıl bir kötülükle karşı karşıya olduğumuz açısından iyi bir örnek; çünkü benim yattığım koğuşa koydular Can’ı. Gerçekten bunun düşünülmüş bir kötülük olduğunu düşünüyorum. Hapishâneye gidiyorum, çok tuhaf karşılaşmalar oluyor orada çalışan personelle. Çünkü biz orada tutuklu olarak bulunurken de bize dâir bir yaklaşım yoktu. Ama çıkınca daha farklı, onlarda bir sevinç olduğunu yüzlerinde görüyoruz. Bu bana iyi gelmiyor tabiî. Çünkü gerçekten o kadar öfkeleniyorum ki. Can’ın avukat olarak geldiği yerde tutuklu olarak karşıma çıkması… Birkaç gün kendime gelmekte çok zorlanıyorum. Ama tabiî bu bir bahâne değil, yine gidip ziyâret edeceğim. Ama dileğim o ki, hapishânede olmadan ziyâret etmek, karşılaşabilmek. Hem Can’la hem Selahattin Demirtaş’la, Selçuk Kozağaçlı’yla, Tayfun’la, Çiğdem’le, Mine’yle. Birkaç gün önce Çiğdem’in doğum günüydü, 46 yaşına bastı. O kadar çok insan var ki dışarıda sohbet edebileceğimiz, birlikte bir mücâdelenin parçası olabileceğimiz.
Türkiye’nin vicdânı, gerçekten cüzdanla vicdan denklemine sıkışmış sağcılar gibi olmayan, sadece vicdânın ve hakkın, hukukun, doğrunun yanında olan o kadar çok insan var ki. Bu kurulu düzende, atfedilen birtakım sıfatlardan bağımsız düşünüldüğünde, bütün yurttaşlar da bunu görecek. Doğru insanın yanında durmak zorundalar. Bu hepimizin geleceği için, çocuklarımızın geleceği için bir yurttaşlık görevi diyerek bitireyim. Çok doluyum herhalde.
Ahmet, kolay gelsin.
Şık: Teşekkürler.
Evet, yayını burada noktalıyoruz. Türkiye İşçi Partisi İstanbul Milletvekili Ahmet Şık’la birçok konuyu konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.