Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) yeniden milletvekili adayı olan gazeteci-yazar Ahmet Şık, TİP’in izlediği stratejiyi ve neden bazı illerde ayrı listeyle seçime girdiklerini Ruşen Çakır’a anlattı. Şık, seçim sonuçları hakkındaki görüşlerini, seçimlerden sonra Türkiye siyasetinde ne olabileceğini, yeni dönemde nasıl bir siyaset izleyeceklerini aktardı.
Gezi Parkı davasından tutuklananların bir yıldır cezaevinde olmasını değerlendiren TİP İstanbu Milletvekili Ahmet Şık, “Seçimden sonraya kaldı. İktidar açısından baktığımızda yürüttükleri taktik, strateji çok anlaşılır bir hale geldi. Tutuksuz yargılayıp son dakikada hepsini hapse gönderme taktiği. Çünkü tekrar tekrar kamuoyunun da gündemine gelecek toplumsal muhalefetin önünü kesmiş oldular. Zaten toplumsal muhalefet çok zayıf ve dağınık durumda ama dava trafiği tutuklu olarak devam etseydi o zaman tekrar gündemde tutmak daha kolay olacaktı. Şimdi çok zor iterek gidiyor açıkçası” dedi.
Şık şöyle devam etti: “Can Atalay, Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Ali Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Mücella Yapıcı ya da Mine Özerden için değil, Selahattin Demirtaş için de, Gültan Kışanak için de, Sabahat Tuncel için de bir fırsat. Çünkü gerçekten bu seçim sonrasında iktidar değişirse Türkiye’ye en azından şu ankinden daha iyi bir asgari hukuk rejimi geleceğine dair bir umudum var yani. Bir kere bunun zaten taahhüdünü de verdi müstakbel iktidar.”
Şık, Emek ve Özgürlük İttifakı’nda yaşanan liste tartışmalarını da şöyle değerlendirdi: “Ortada ‘kriz’ var ve iki parti de bunu doğru yönetemedi, beceriksiz davrandık. Şöyle bir durum var: TİP’in tutuma dair çok ağır yazılar çıkıyor. Bir tek insan bile, ‘Siz TİP olarak ne önerdiniz?’ diye sormadı. Bizim teklifimiz şuydu: Bu seçim, iktidarın bütün kötü olasılıkları bertaraf etmeye dönük çalışmasıydı. Aslında barajı düşüyor gibi gözüküp vekil çıkarma sayısını olabildiğince yükseltti. Biz de arkadaşlara dedik ki, ‘Bu seçim tek liste halinde girmeyi de, ayrı ayrı girmeyi de doğru bulmuyoruz. O yüzden karma model üzerinde anlaşabiliriz’ diye bir teklifte bulunduk. Ama maalesef müzakere bile edemedik. Sonuçta bizim çizdiğimiz pozisyon, sevgili Sabahat Tuncel’in çizdiği pozisyondan farklı değil.”
Kılıçdaroğlu’nun performansını başarılı bulduğunu belirten Ahmet Şık, şunları söyledi: “Kemal Bey bir pozisyon tarif ediyor eğer cumhurbaşkanı olursa ve o kıymetli bir pozisyon. Biz kendisiyle görüştüğümüzde de ifade etmiştim, ‘Sizin cumhurbaşkanı adaylığınızı destekliyoruz’ dedim. Nedenini sordu, ‘Cumhuriyetin ikinci yüzyılında demokratikleşmiş bir Türkiye yaratmak istediğinizi iddia ediyorsunuz ve biz bu sözünüzün arkasında duracağınıza inanıyoruz, durmazsanız da hesabını sormaya çalışırız. İkincisi de yaşınız da isminiz gibi kemale ermiş durumda, görev süreniz bittiğinde siyaset tarihinde Türkiye’yi demokratikleştiren lider olarak yazıp kenara çekileceğinize dair bir güvence veriyorsunuz’ dedim, ‘Öyle olacak’ dedi. Bir diğeri de ‘Adı geçen dörtlü içinde en az sağcı olan sizsiniz’ dedim, güldü.”
Kılıçdaroğlu’nun Alevi videosu üzerine de konuşan Şık, “Kemal Bey’in bu kadar uzun cumhurbaşkanı adaylığını açıklayamamasını -ben bunu daha önce bir programda da açıklamıştım- müesses nizamda bir çatışma halinde olması diye yorumlamıştım. Çünkü Kemal Bey’in Alevi olmasını bu ülkenin müesses nizamı dert eder. Kemal Bey’in Dersimli olmasını da dert eder. Kemal Bey’in üzerinde taşıdığı bu iki kimlik nedeniyle, eğer ortak cumhurbaşkanı seçilirse toplum zaten kendisine ‘Biz bu sorunları çözmeni istiyoruz’ diyecek” dedi.
Ruşen Çakır’ın “Kılıçdaroğlu’nun ‘Hak Muhammet Ali’ demesi devrim gibi bir şey olmadı mı?” sorusuna da cevap veren Şık, “Kesinlikle. Ben daha önce özür dileyecek bir şey demedim. Belli ki birtakım insanların travmalarını kaşıyan bir şeye dönüştü söylediklerim. O insanların travmaları neden kaşınıyor ve neden travma sahibi? Onu yaratan bir geçmiş var. Dolayısıyla o insanların çok haklı endişeleri var. Bu travmalar üzerinden iktidarın organize kötülük olarak her şeyi yapabileceğini söyledim” dedi.
Son 30 yılda gördüğü en heyecanı olmayan seçim sürecinden geçildiğini söyleyen Şık, “Ben bu sessizlikten ürküyorum. Bunun iki nedeni olabilir: Ortaya çıkan verileri yanlış yorumluyoruz, iktidar çok güçlü bir şekilde seçimden çıkacak, hile hurdayla çıkacak, ya da bizim canımızı okuyacak birtakım planlar yapıyor olabilirler. Ya da, ‘Bitti bu iş, dükkanı kapatıyorum’ diyerek gidecekler” diye konuştu.
Şık, sözlerini şöyle sürdürdü: “Muharrem İnce’nin pozisyonu, hitap ettiği seçmene neden kendisine oy verilmemesi gerektiğini anlatıyor. Tamamen kişisel hırslarıyla yol alır mı bir insan? Bu kadar farklı ideolojide olan muhalefet blokları tek bir isimde uzlaşmış. Çünkü cehennemin kapısını kapatmak ve o cehennem zebanilerini o kapının arkasında bırakmak isteyen bir anlayışla birleşmişler. Muharrem İnce çıkıyor, geçmişin hesaplaşmasını seçimi ikinci tura bıraktırarak, Kılıçdaroğlu’ndan intikam almaya çalışarak ama toplamında bu ülkede yaşayan 85 milyon insanın hayatı üzerinden kumar oynayacak pozisyon biçiyor. Tam da bu nedenle İnce’nin oy almaması lazım, ikincisi de eğer memleketin çıkarını düşünüyorsa adaylıktan çekilmesi elzemdir.”
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul 2. Bölge milletvekili adayı gazeteci Ahmet Şık stüdyoda konuğumuz. Kendisiyle tabiî ki seçimi konuşacağız. Ahmet hoş geldin.
Ahmet Şık: Hoş bulduk.
Ruşen Çakır: Seçimi konuşacağız; ama önce, ikimizin de yakından tâkip ettiği olayı konuşalım. Bugün Gezi Parkı Dâvâsı tutuklamalarının 1. yılı. Osman Kavala çok daha önceden tutuklanmıştı; ama Can Atalay, Tayfun Kahraman, Ali Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Mücella Yapıcı ve Mine Özerden’in tutuklanmasının üzerinden 1 yıl geçti. İnanılması zor bir şey. Sen başından beri olayı çok yakından tâkip edenlerden birisi olarak bu konuda ne düşünüyorsun? Seçim sonrasına mı kaldı bu dâvâ?
Ahmet Şık: Görünen öyle; çünkü iktidar açısından baktığımızda yürüttükleri taktik, strateji, çok anlaşılır bir hâle geldi: Tutuksuz yargılayıp, son dakikada hepsini hapse gönderme taktiği. Çünkü tekrar tekrar kamuoyunun gündemine gelecek bir toplumsal muhâlefetin önünü kesmiş oldular. Zâten toplumsal muhâlefet çok zayıf ve dağınık durumda, ama dâvâ trafiği tutuklu olarak devam etseydi, o zaman tekrar gündemde tutmak daha kolay olacaktı. Şimdi çok zor, ite kaka gidiyor açıkçası. “Bilmem kim yalnız değildir” hashtag’leri açmak dışında herhangi bir şey yapılmıyor. Önümüzdeki seçim, sâdece Can Atalay, Tayfun Kahraman, Ali Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Mücella Yapıcı ve Mine Özerden için değil; Selahattin Demirtaş için de, Gültan Kışanak için de, Sabahat Tuncel için de, adını sanını bilmediğimiz, KCK dosyalarından tutuklu olanlar ya da Diyarbakır’da tutuklu olan gazeteci arkadaşlarımız için, meslekî faaliyetlerinden dolayı tutuklanan birçok gazeteci için bir fırsat. Çünkü gerçekten bu seçim sonrasında iktidar değişirse, Türkiye’ye en azından şu andakinden daha iyi bir asgarî hukuk rejimi geleceğine dâir bir umûdum var. Bir kere bunun taahhüdünü de verdi zâten müstakbel iktidar. Bir rahatlama olacak; çünkü bu ismini saydığım ve saymadığım insanların hepsi, düzenin siyâsî rehînesi hâline getirilmiş durumdalar ve gerçekten asılsız iddialarla hapsedilmiş durumdalar. AKP’lilerin içerisinden bile aynı tepkiyi görüyoruz. Meselâ Selahattin Demirtaş’ın içeride olmasını gerektirecek bir suçu olmadığını biliyorlar. Ama iktidar karşıtı pozisyonu nedeniyle orada olduğunu da biliyorlar. Ya da Can Atalay’ın ve diğer arkadaşlarımızın da…
Ruşen Çakır: Hakan Altınay, “İddianâmede benimle ilgili tek doğru şey, adım” diyor.
Ahmet Şık: Çok doğru söylüyor. O iddianâmeyi okudum. Gerçekten ipe sapa gelmez, Fethullahçılar’ın iktidara hâkim olduğu bir dönemde, Fethullahçı olduğu iddia edilen polislerin yazdığı fezleke, olduğu gibi iddianâmeye dönüşmüş. Şimdi siz Fethullahçılar’ın çete kanadını iktidârınıza ortak yapıyorsunuz. Ortak düşmanları ortadan kaldırmak ya da en hafifinden îtibarsızlaştırmak için bütün yargıyı ve zor aygıtlarını kullanıyorsunuz. 15 Temmuz Kalkışması oluyor. O dönemin bütün suçunu Fethullahçılar’ın sırtına bırakıp, “Ben aslında mâsumdum, kullanıldım” diyorsunuz. Ama her dâvâ için bunu yapmıyorsunuz. Meselâ Gezi Parkı Dâvâsı bunun en iyi örneklerinden biri. O zaman, Fethullahçılar hazırladıysa ve bunlar hukuk sâikiyle hareket etmediyse, o dâvânın, o fezlekenin de çöpe gitmesi lâzım. Eh ne yaptı? Raftan indirdi, koydu ve yeni siyâsî düşmanlarını ortadan kaldırmaya yönelik bir kullanışlı âlet hâline getirdi o fezlekeleri. Bu birçok dâvâda böyle: KCK Dâvâsı’nda da, Kobane Dâvâsı’nda da böyle. O kadar çok şeyde var ki…
İnsanların birçoğu zâten bunlara inanmıyor. Toplumsal kutuplaşma çok sertleşti, taraflar artık net; en azından kime oy vermeyeceğini bilen bir seçmen kitlesi var. Burada ağırlık merkezi muhâlefetin lehine. Muhâlefetten bir tek kişiye, ne Selahattin Demirtaş’ın ne Can Atalay’ın ne Osman Kavala’nın suçlu olduğunu söyletemezsiniz. Çünkü suçlu değiller. Ben, 2015’ten bu yana siyâsetin önünde pozisyon almış olan yurttaşın ferâsetine güveniyorum. Bu iktidârı âit olduğu yere, siyâsetin çöplüğüne gönderip, o hapishâneleri boşalttıracağına inanıyorum. Boşaltılan yerlere de bunların gireceğini düşünüyorum açıkçası. Toptancı bir bakışla, “Hepsi suçludur” anlamında söylemiyorum; ama ciddî hukuksuzlukları, suç düzeninde bir aparat olmayı kabul etmiş bir dolu insan var ve onların yargılanması gerekiyor. Umarım, kendilerinin yaptığı gibi düşman hukuku uygulayan bir yargıyla değil, düşmanı için bile hukuk talep eden bir yargıyla karşı karşıya kalırlar.
Ruşen Çakır: Gelelim liste meselesine: Liste tartışması, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın en tartışılan, belki de tek tartışılan konusu oldu.
Ahmet Şık: Evet, maalesef.
Ruşen Çakır: Konu kapanacak gibi de değil. Sürekli olarak HDP’den, Selahattin Demirtaş’tan, arada sırada dolaylı olarak sizden, yani TİP’ten açıklamalar geliyor. Bu aslında kimsenin hayrına olmayan bir süreç sanki.
Ahmet Şık: Açık ve net söyleyeyim: Ortada bir “kriz” var ve iki partinin de bunu doğru yönetemediğini düşünüyorum. Bu kişisel fikrim; Türkiye İşçi Partisi vekili olarak konuşmuyorum. Kriz yönetiminde beceriksiz davrandık. Bunu iki taraf için de söylüyorum. Ama şöyle bir durum var: TİP’in tutuma dâir çok ağır yazılar çıkıyor. Bâzı gazeteci arkadaşlarımız, yorumcular, meselâ o yazıları yazanların bir teki bile gelip, “Siz TİP olarak ne önerdiniz?” diye sormadı. Bu bilgiye vâkıf olmadan ortalıkta dolaşan tevâtürler üzerinden yorum yapmayı hakkaniyetli bulmuyorum. Çünkü bizim teklifimiz şuydu: Bu seçim, iktidârın bütün kötü olasılıkları bertaraf etmeye dönük bir çalışmasıydı. Barajı düşürüyor gibi gözüküp, aslında vekil çıkarma sayısını olabildiğince yükseltti. Biz de buradan yola çıkarak arkadaşlara, “Bu seçim tek liste hâlinde girmeyi de, ayrı ayrı girmeyi de doğru kılmıyor. O yüzden bir karma model üzerinde anlaşabiliriz” diye bir teklifte bulunduk. Bunu yaparken de 7 Haziran 2015’ten başlayarak, bugüne kadar uzanan süreçleri sandık bazlı olarak inceledik ve bir tablo çıkardık. 2018 seçimini referans alıyoruz tabiî. O tablo bize şunu söyledi: HDP’nin aldığı toplam oy 850 bin –ki ortak bir vekil listesi vardı biliyorsun–; arkadaşlara dedik ki: “Yenileri de kattığınızda, 55 ilde 1 milyon civârında oy var. Biz 41 ilde seçime girme zorunluluğunu, o 55 il üzerinden giderelim. Kürdî bölgelerinde seçime girmeyi zâten doğru ve ahlâkî bulmuyoruz, girmeyeceğiz. Geriye kalan 17 il, 20 seçim bölgesi için de bir başka karma model üzerinde çalışalım”. Bu karma model de, kimi yerlerde ortak listeyle girmek, kimi yerlerde ayrı girmek, yeri geldiğinde, eğer ihtiyaç varsa, fermuar modeliyle seçime girmek. Biz buradan kaba bir hesap yaptık. O hesap, beklentilerimizin üzerinde bir vekil sayısıyla Meclis’te olmaya bir şans tanıyordu bize. Zâten arkadaşlara, “Millet İttifâkı’nda CHP’nin pozisyonu nedeniyle ortaya çıkacak vekil listeleri tabanda huzursuz yaratacak. TİP olarak biz oradan da artı bir oy alacağımızı düşünüyoruz” dedik. Kaba bir hesapla, 80’nin üzerinde bir vekil çıkarma ihtimâlimiz görünüyordu. Arkadaşlar, “HDP’nin çok küçük farklarla vekilliği kaçırdığı iller için, HDP’nin adayını TİP listesinden sokabiliriz. Bilinen, yanında duramayacağımız ezberler nedeniyle HDP’ye mesâfeli olan kitleyi de en azından TİP’e oy vermeyi yönlendirerek o vekil sayısını elde edebiliriz” dedik. Aydın, Manisa, Muğla, Antalya’da ikinci vekili zorlamak, İzmir’de toplam 4 vekili zorlamak gibi bir dolu önerimiz oldu. Ama maalesef müzâkere bile edemedik. Sonuçta bizim çizdiğimiz pozisyon, sevgili Selahattin’in (Demirtaş) çizdiği pozisyondan farklı değil. HDP’li arkadaşlarımızın da olmadığını düşünüyorum. Çünkü HDP de bizim, Yeşiller ve Sol Gelecek de bizim, Türkiye İşçi Partisi de bizim. Çünkü biz Türkiye’ye âitiz ve Türkiye’nin de bizim olduğunu düşünüyoruz.
Ruşen Çakır: Ama bu kötü yönetimin sonucunda, zâten kafası karışık olan bâzı seçmenin, size ya da Yeşil Sol Parti’ye yatkın olan seçmenin kafası iyice karıştı.
Ahmet Şık: Evet.
Ruşen Çakır: Bu tür çok şeye tanık oluyoruz. Ya TİP’te veya Yeşil Sol Parti’de keskinleşme ya da ikisini de bir kenara bırakıp CHP’ye yöneldiklerini görüyoruz.
Ahmet Şık: Evet, maalesef ikinci seçenek biraz daha fazla. Biz bunu yaparken, isimlerini söylemeyeceğim ama, Türkiye’nin en iyi bilinen 2 ayrı anket şirketinin sorumlularıyla, siyâsî analistleriyle oturup konuştuk ve onların danışmanlığında bir rapor hazırladık. Ayrıca, partiye özel yaptırdığımız çalışmalarda şöyle bir tablo çıktı: Türkiye İşçi Partisi’ne oy veren seçmenin %55’i daha önceki seçimlerde CHP’yi tercih etmiş. Yani öyle düşünüldüğü gibi, HDP’nin tabanından TİP’e ciddî bir oy geçişi yok.
İkincisi, bize oy veren seçmenlere sorduğumuzda, ortak listeyle girmemiz hâlinde yaklaşık %40’ı TİP’e oy vermekten vazgeçeceğini söylüyordu. Arkadaşlarımız ve kamuoyu doğal olarak anket sonuçlarına bakıyor, HDP’nin alacağı tahmînî oyla TİP’in alacağı tahmînî oyları toplayarak bir sonuca ulaşılıyor. Ama siyâset elma armut toplamı değil. Yaptırdığımız çalışmalar bize başka bir şey söylediği için, bizim önerdiğimiz modelin Türkiye için daha faydalı olacağını düşünüyorduk. Yani kimi yerde ortak, kimi yerde tek, kimi yerde de fermuar modeli uygulansaydı sonuç başka olurdu ve bu tartışma da ortadan kalkardı. Herkesin farklı politik kaygıları olabilir, siyâset yapma biçiminde farklılıklar olabilir — ki bizim de var. Tıpkı Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, Emek Partisi ya da Meclis’te olan olmayan diğer sol partilerle olduğu gibi. Çünkü zâten herkes aynı homojenliğine sâhip olsa tek bir çatı altında buluşursunuz. Biz o farklılıklarımızı Türkiye’nin çıkarına, yurttaşın çıkarına bir ortak payda etrâfında toplayarak, bir ittifak sistemi öneriyoruz. Arkadaşlarımız da zâten bunu biliyor. HDP de Yeşiller ve Sol Gelecek’le zâten bir ittifak içinde. Burada sâdece Kürt hareketi yok, başka başka devrimci, demokrat, sosyalist partiler ve parti olmayan yapılar ve hepsinin temsilcisi var.
Türkiye’de 2015’ten beri, katkı oyları diye tâbir edilen yurttaşların oylarını da katarak, bu barajı paramparça etmiş bir hareket. Dolayısıyla o ittifâkın içerisinde hiç kimsenin baraj sorunu yok. Çünkü Halkların Demokratik Partisi o barajı ortadan kaldırdı ve bir kaldıraç işlevi görerek herkese Meclis’te temsiliyet olanağı sağlayan da bir “lütuf”ta bulundu. Tabiî ki lütuf olarak görmüyorlar, bir dayanışmayla ve omuzdaşlıkla bunu yaptılar. Teşekkür etmesi lâzım bütün Türkiye’nin.
Ruşen Çakır: Yalnız şöyle bir şey var: Yeni dönemde, Meclis’te Cumhur İttifâkı’nın da Millet İttifâkı’nın da çoğunluğu alamayacağını düşünüyorum; bilmiyorum katılır mısın?
Ahmet Şık: Evet, aynı şekilde düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Dolayısıyla, sizin de içinde yer aldığınız Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın bir kilit rol oynayacağını düşünüyorum. Kılıçdaroğlu seçilirse çok daha önemli. Erdoğan şu anda AKP ve MHP çoğunluğuyla istediği yasayı geçirebiliyor. Yarın öbür gün tekrar seçilse dahi, Meclis’te çoğunluk olmadığı zaman, özellikle sizler, yani Emek ve Özgürlük İttifâkı’ndan seçilmiş milletvekilleri çok kritik bir rol oynayacak.
Ahmet Şık: Hem kritik hem de gerçekten toplum ve yurttaş yarârına bir pozisyon üstlenecek. Biz her yerde bunu söylüyoruz. Zâten bu karanlık düzeni yaratan Cumhur İttifâkı’ndan kurtulmak, çocuklarımızın geleceği için bir mecbûriyet. Onu zâten denklemin içine hiç katmıyoruz. Ama Millet İttifâkı’nın pozisyonu ve bileşenleri üzerinden baktığımızda, ortada şöyle bir tablo var: “Millet İttifâkı düzenin sigortası, ama Emek ve Özgürlük İttifâkı yurttaşın sigortası” diyoruz. Gerçekten de pozisyonumuz bu. Sana da katılıyorum; Cumhur İttifâkı ve Millet İttifâkı’nın 520-530 arasında vekili bölüşeceği, kalan vekillerin de Emek ve Özgürlük İttifâkı üzerinden oluşacağını düşünüyorum. Tahmînî bir şey bu söylediğim. Tablo 520’ye 80 ya da 530’a 70 gibi bir şey çıkabilir. Veya arasındaki sayılardan birisi olabilir. Burada Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın pozisyonu gerçekten çok kritik. Çünkü senin de dediğin gibi, elleri indir kaldır gibi değil, müzâkere ederek, toplumun yararına, devletin çıkarına olan, kafamızdaki hukuk rejiminin, barışın egemenliğinin olduğu, eşitliği ön plana koyan bir devlet anlayışını birlikte kurabilirsek, o devletin çıkarına ve yurttaşın menfaatine uygun bir pozisyon alacak. İzleyicilere biraz kulak tırmalayıcı bir söz gibi gelebilir; ama Emek ve Özgürlük İttifâkı orada yurttaşlar adına çok büyük bir pazarlık gücü hâline gelecek. Her yasa öyle istediğin gibi, “Ben yaptım oldu” yaklaşımıyla yapılmayacak. Orada gerçekten Türkiye’nin kadim sorunlarının çözümü için bir mekanizmanın en önemli kilit taşı olacak.
Ruşen Çakır: Bu bağlamda bakıldığı zaman, Türkiye İşçi Partisi olarak siz 4 milletvekiliyle bayağı dikkat çektiniz — ki aslında Meclis’te yasa yapma, yasa değiştirme gibi hiçbir gücünüz yoktu.
Ahmet Şık: Bizim de yok, diğer muhâlefet bileşenlerinin de yok.
Ruşen Çakır: Muhâlefetin hiçbir gücü olmamasına rağmen, siz 4 milletvekiliyle bayağı bir dikkat çektiniz. Şimdi yeni dönemde, aynı zamanda Meclis’in işleyişinde çok kritik bir rol oynayabilecekken, şimdi bu olayla bunu riske etmiş olmuyor musunuz? Meselâ HDP çevreleriyle pazarlık etseydiniz ve belli bir sayıda milletvekilliği alıp sâkin bir şekilde girseydiniz, yeni Meclis’teki performansınız da –ki herhalde bugünkü performansınızın birkaç katı olacaktı– o zaman çok daha güçlü bir…
Ahmet Şık: Şöyle bir handikap var: Geçen hafta Hatay’daydım, sonra Antakya üzerinden İskenderun’a da gittim; orada bir HDP’li arkadaş bana, “Siz 22 vekil talep etmişsiniz, Hazîne’den alınacak paranın da %40’ını istemişsiniz” dedi. Nereden duyduğunu sordum. “Bir yerde okudum” diye cevap verdi. “Yanlış bir şey okuyorsun. Tayyip Temel partinizin milletvekili ve bu müzâkere süreçlerinin de en önemli aktörlerinden birisi. Onun Twitter’da paylaşımları var, okumalıydınız” dedim. Onu tekrar etmek bâbında söyleyeyim: Biz hiçbir zaman vekil sayısı üzerinden bir pazarlık etmedik; hiç öyle bir şeye girmedik. 2,5 yıldan fazladır vekil olmak için öyle bir şeye girmedik; iki buçuk yıldan fazladır arkadaşlarımıza da bunu söyledik: “Biz bir şey büyütmeye çalışıyoruz. Türkiye’de gerçekten siyâsette kendine bir alan açmış, HDP dışındaki bir sol partinin, Kürt meselesinin ve diğer meselelerin çözümünde de bir buzkıran rolü üstleneceğini düşünüyoruz” dedik ve “Evet, biz de öyle düşünüyoruz, buyurun” dediler.
Ama son düzlüğe gelindiğinde, belki anlaşılır kaygılarla, farklı bir pozisyon almamız talep edildi. Ama biz o 2,5 yıl boyunca Türkiye’nin 150 ayrı yerleşim yerinde insanlara, seçime parti olarak gireceğimizi söyledik. Zâten birçoğu bizim parti olarak pusulada yer almamızı istediğini söyleyen taleplere “Evet” dedik. Yani bütün bu 2,5 yıllık süreci ve Meclis’teki performansı da –diğer arkadaşlarımız daha kötüydü mânâsında demiyorum– dönemin kiri, siyâsal iklim nedeniyle biraz şansımız da yaver gitti ve partiyi elle tutulur hâle getirmeye çalıştık. 5 yıl önce doğmuş bir parti, emeklerken, ayağa kalktı. Şimdi biz yürümesini, koşmasını istiyoruz. Bütün derdimiz buydu. Ama bunu yaparken, gerçekten derdimiz Türkiye’nin sorunlarına dâir kalıcı çözümü bulacak bir mekanizmanın içerisinde bir yer kaplayarak, sözün ağırlığı olarak bulunmak. Çünkü Türkiye solunun geçmişten gelen bir dolu “hatâları” diyeyim; yani örgütlenmesinden, metodolojisinden, dilinin köhneliğinden ve bir dolu şeyden dolayı mesâfelenmiş bir yurttaş topluluğu vardı. Tabandan örgütlenmeyi bir türlü becerememiştik. “Biz becerdik” anlamında söylemiyorum, ama onun yolunu açtık.
Şimdi hal böyle iken, HDP’nin dışında ya da şimdiki adıyla Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin dışında da Türkiye’de sola adres olabilecek ikinci bir partinin, güçlü bir partinin olabilmesi bence herkesin hayrınaydı. Burada mevzû şu: Bu önerdiğimiz sistemi arkadaşlarımızla müzâkere edemedik maalesef. Şimdi sevgili Selahattin umarım bu seçimden sonra dışarıya çıkacak; çünkü Türkiye siyâsetinin en önemli aktörlerinden birisi olduğunu düşünüyorum ve bu ülkenin geleceğinde söz sâhibi olması gereken bir pozisyonu var. Çünkü çok iyi bir siyâsî zekâsı ve aklı var. En son geçen hafta, “Taraflar birbirleriyle yine bir müzâkere etsin, bâzı yerlerden çekilin” diye bir ileti paylaşmıştı. Ama çok geç kalınmış bir şeydi, biz müzâkere edemedik zâten. Neyse, artık yapacak bir şey yok. Biz gittiğimiz her yerde şunu söylüyoruz: “Türkiye İşçi Partisi’ne de, Yeşiller ve Sol Gelecek’e de verdiğin oy, senin menfaatinedir; yurttaşın menfaatini düşünen, kişisel menfaatlerinden ârî bir yerde pozisyon alan partilerle temsilcilerine gidecek. O yüzden çok gönül rahatlığıyla, her iki partiden birine oy vermen senin yurttaşlık görevindir ve gözün arkada kalmaz” diyoruz. Ama elbette Türkiye İşçi Partisi vekili olduğumuz için de, “Bir yere oy vermeyin” değil, “Türkiye İşçi Partisi’ne oy verin” diyoruz. Ama oy verilmeyecek yerin adresi olarak da, “Eğer muhâlefetteyseniz, Millet İttifâkı bileşenlerinden herhangi birine oy veremezsiniz” diyoruz.
Bunu da şu nedenle söylüyoruz: Türkiye İşçi Partisi’nin bu seçimlere dâir kaygılı yurttaşlar topluluğunun da beklentilerini de karşılayan bir pozisyonu oldu. Biz uzun zamandır diyoruz ki: “Bir ortak payda yaratabildiğimiz, asgarî müşterekte buluşabildiğimiz bir cumhurbaşkanı adayına oy vermekten imtinâ etmeyeceğiz”. O cumhurbaşkanı adayı da çıktı şimdi: Kemal Kılıçdaroğlu. Yurttaş kendiliğinden, “Bir Oy Kemal Kılıçdaroğlu’na, bir oy TİP’e” sloganını buldu. Bizim pozisyonumuz da o. Gittiğimiz her yerde, “Bir Oy Kemal Kılıçdaroğlu’na, bir oy TİP’e” diyoruz; ama “Millet İttifâkı bileşenlerine oy vermeyin” diye de söylüyoruz. Çünkü o ittifâkın bileşenleriyle bizim derdimiz var. Sistemin sigortası olduğunu söyleme bâbında gerçekten haklı argümanlarımız var.
Ruşen Çakır: Bu bayağı ilginç bir durum. Hem Millet İttifâkı’nın cumhurbaşkanı adayına “Evet” deyip, hem ittifâkın kendisine oy verilmemesini istemek.
Ahmet Şık: Çünkü biz bu ülkenin bu seçimle, ikinci bir Kurtuluş Savaşı’nı zaferle taçlandırmasını istiyoruz. Bunun yollarından biri Cumhurbaşkanı değiştirmekten geçiyor. Var olan Cumhurbaşkanı, âit olduğu yere, siyâsetin çöplüğüne gitmek zorunda. Bunun için de Kemal Kılıçdaroğlu’na oy vereceğiz ve vermeliyiz. Ama Parlamento seçimlerinde, “Herkes çocuğunun gözüne bakarak, onun geleceğini düşünerek, Millet İttifâkı’na oy veremez” diyoruz. Millet İttifâkı’nın bileşenlerine baktığımızda… Ben hep aynı şeyi söylüyorum. Birkaç ay önce Meclis’e iki hukuk fakültesi öğrencisi gelmişti. Birisi mezun olmuş, erkek, kadın olan da 3. sınıfta. Erkek olana, “Ne yapacaksın? Üniversiteyi de bitirmişsin” diye sordum. “Hâkim, savcı olmak istiyorum; ama bu iktidar düzeninde çok zor. Her şeyden başarıyla geçeceğime inanıyorum, ama mülâkatta, bir tarîkat, cemaat bağlantım olmadığı için ya da AKP’li olmadığım için beni elerler. İktidar değişimini bekliyorum” dedi. “Eyvallah, fenâ bir fikir değil” dedim. Sonra hangi partilere oy vermeyi düşündüklerini sordum. Kadın öğrenci, “CHP ile TİP arasında çelişkim var” dedi. Hâkim, savcı olmak isteyen arkadaş da, “Ben de DEVA ile CHP arasında çelişkideyim” dedi. Ona, “Biraz önce, hâkim, savcı olmak istediğini düşünüyordun; diyelim ki oldun, iktidar da değişti. Sence, AKP’nin bu 21 yıllık hukuksuzluk düzeni bir soruşturma konusu edinilmeli mi?” diye sordum. “Kesinlikle” dedi. “Peki, eğer o soruşturmayı açan savcı olsaydın, o dosyada, Gelecek ve DEVA Partisi kadrolarındaki insanlar sanık mı olurdu tanık mı?” diye sordum. “Tamam, ben karârımı verdim, kime oy vermeyeceğimi anladım” dedi.
Şimdi birilerini suçlamak için söylemiyorum bunu. Ama 7 Haziran 2015’le 1 Kasım 2015 arasındaki, Türkiye’yi yeniden çok ağır bir kan banyosuna sokan sürecin başbakanı Ahmet Davutoğlu bugün yeniden milletvekili adayı.
Ruşen Çakır: Milletvekili adayı değil, Cumhurbaşkanı Yardımcısı.
Ahmet Şık: Pardon, yanlış söyledim. Yeniden devlet bürokrasisine aday; öyle söyleyeyim. Bize, orada ne olduğunu çıkıp anlatmak zorunda. Bâzen, “Bak anlatırım” diye aba altından sopa gösteriyor ya? Kardeşim, bir dahlin yoksa, şüpheli olmayı gerektirecek bir sorumluluğun yoksa, çıkıp anlatmak zorundasın. Bu, ölen binlerce insanın kanı için yapman gereken bir yurttaş sorumluluğu her şeyden önce. Ölenin sıfatına da bakmıyorum. Her kim olursa olsun, ülkenin gencecik insanları o toprağın altına girmek zorunda değildi. O dönemin başbakanı olarak bir şeyleri biliyorsun, sâdece mevcut iktidarı tehdit etme aracı olarak kullanıyorsun. Ya da, “Ekonomiyi ne kadar iyi şahlandırdık” diye anlatan insan, bu ülkenin özelleştirme politikasıyla kamuya âit, devlete âit, yurttaşa âit bütün kurumları sermâyeye peşkeş çekti. Şimdi bunun hesâbını sormayalım mı?
Ruşen Çakır: Peki, Kılıçdaroğlu’na gelelim: Kılıçdaroğlu’nun kampanyasını nasıl buluyorsun?
Ahmet Şık: Son birkaç ayda performansını çok iyi buluyorum açıkçası.
Ruşen Çakır: Özellikle de Alevî videosu diyeceğim.
Ahmet Şık: Ve yine yanlış anlaşılsın. İnsanlar, niyet bile etmediğimiz şeyler üzerinden beni linçlesin.
Ruşen Çakır: O konuyu konuşacağız. Ama videoyu çok başarılı buldum. Hattâ şu âna kadar gördüğüm en başarılı Kılıçdaroğlu videosu olduğunu söyledim. Benim o sosyal medya paylaşımım da rekor bir şekilde etkileşim aldı. Kılıçdaroğlu’nun o videosu zâten rekor kırdı da, herhalde birçok insanın görüşünü dile getirmiş oldum.
Ahmet Şık: Bir önceki videonun başlığı da “Kürtler”di. Aslında Kemal Bey, eğer cumhurbaşkanı olursa, bir pozisyon târif ediyor ve o kıymetli bir pozisyon. Kendisiyle özel görüşmemizde de ifâde etmiştim: “Biz sizin cumhurbaşkanı adaylığınızı destekleyeceğiz. Gönlümüzden geçen bu” demiştim. Daha adaylığı kesinleşmemişti. “Türkiye’deki sol câmiaya –buna herkesi katarak söylüyorum– diğerlerine kıyasla daha sempatik geldiğinizi söyleyebilirim. Bunu sâdece gözlem olarak söylüyorum, bir şey bilerek değil ve arkadaşlarımız adına konuşarak söylemiyorum” dedim. “Neden?” diye sordu. “Çünkü Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında demokratikleşmiş bir Türkiye yaratmak istediğinizi iddia ediyorsunuz ve biz bu sözün arkasında duracağınıza inanıyoruz. Durmazsanız zâten hesâbını sormaya çalışırız” dedim.
İkincisi, “Yaşınız da isminiz gibi kemâle ermiş durumda. Görev süreniz bittiğinde, en azından siyâset tarihine, ‘Türkiye’ye demokratikleştiren lider’ olarak yazıp, kenara çekileceğinize dâir de bir güvence veriyorsunuz” dedim. “Öyle olacak” dedi bana. Şimdi bunu açıklamakta bir beis yok. Bir diğeri de, “Adı geçen dörtlü içinde en az sağcı olan sizsiniz” dedim, güldü. Bizim gazetecilikten de doğan da bir hukukumuz var. Ben buna inanıyorum. Zâten Kemal Bey’in bu kadar uzun süre cumhurbaşkanı adaylığını açıklayamamasının nedenini, müesses nizamla bir çatışma hâlinde olması diye yorumlamıştım. Çünkü Kemal Bey’in Alevî olmasını, bu ülkenin müesses nizâmı dert eder. Kemal Bey’in Dersimli olmasını da dert eder. Çünkü herkesin ağzına pelesenk olmuş, “1000 yıllık devlet geleneği” diye söylenen bir sağcı retoriği vardır ya? O “1000 yıllık devlet geleneği”nin kodlarını biliyoruz ve bu baştan aşağı değişmeli. Kemal Bey’in üzerinde taşıdığı bu iki kimlik, “Alevîlik” ve “Dersimlilik” Türkiye’nin kadim sorunlarından ikisi. Kemal Bey ortak aday olarak cumhurbaşkanı olduğunda, zâten toplum, yurttaşlar ona şunu söylemiş olacak: “Biz bu sorunları çözmeni istiyoruz”. Müesses nizâmın çatışma noktalarından birinin de, Alevîlikten önceki videosunun başlığını taşıyan Kürt meselesinde atacağı adımın büyüklüğüne ve içeriğine dâir bir bilgiye vâkıf olamamakla ilgili olduğunu düşünüyorum. Ama ben bütün Millet İttifâkı bileşenlerini katarak söylüyorum. Sâdece Kemal Bey üzerinden konuşursak, cımbızlanıp saçma bir şeye dönüşebilir.
Ama buna milliyetçi bir tandansa sâhip İYİ Parti yöneticilerinin de Kürt meselesinde bir siyâsal çözümü öncelediklerine dâir bir umudum ve yorumum var; umarım haksız çıkmam. Çünkü bu mesele, Kürt yurttaşların yaşadığı mesele, elbette ki kimsenin haysiyetini zedelemeyecek bir barışla, dolayısıyla bir siyâsal çözümle bitecek. Eğer ki yarın biterse, o çözüm ortaya çıkar da biterse, her yurttaş kendisine şunu sormalı: “Peki mâdem siyâsal bir çözüm vardı; bu gencecik insanlar, asker, polis ya da örgüt üyesi olarak neden öldürüldü? Neden toprağın altına girdi? Bunun hesâbını ver!” demek zorundalar. Çünkü bu iş başka bir şekilde çözülemez.
Ruşen Çakır: Alevîlik meselesine dönelim. Burada yine seninle yaptığımız yayının üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Sen Pandora’nın Kutusu’nu açtın ve konu ortaya döküldü. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevîliğiyle ilgili kaygılarını dile getirdin.
Ahmet Şık: Kaygım Kemal Bey’in Alevî olması değil, başka bir şeydi, konuşalım onu.
Ruşen Çakır: Şimdi o târihte yaptığımız yayınlarda söylediklerini bir izleyelim, ondan sonra devam edelim.
19 Mayıs 2022 tarihli yayından alıntıdır.
Ahmet Şık: “İktidar oradan söz kurmaz. Bakın bu öyle kötü bir iktidar ki, çok samîmî söylüyorum: Bize her gün Madımak’ı yaşatacak bir iktidar. Ona çok dikkat etmek gerekiyor. Toplumun en önemli fay hatlarından birini tekrar kırmaya çalışan bir anlayışın altında kalırız hepimiz. Orada dikkatli olmak gerekiyor”.
7 Temmuz 2022 tarihli yayından alıntıdır.
Ahmet Şık:Ben orada Kemal Bey’in Alevî olmasını öne sürerek, Alevilîği yuhalatacak anlamında söylemedim. Çok tehlikeli bir fay hattı olduğunu ve AKP’nin her türlü kötülüğü yapabileceğini de söylemiştim o programda. Endîşem bu. Kemal Bey’i SADAT’ın önüne götüren bilgiyi biz de biliyoruz. Bizim de kulağımıza söylenenler var. Birtakım insanlarla konuşuyoruz. Aynı bilgi midir bilmiyorum, ama beni fazlasıyla endîşelendiren şeyler. Ve bunlar bunu yapabilecek bir çete. Yaparlar bunu. Benim söylemeye çalıştığım ondan ibâret. Ve çok açık söyleyeyim, adı geçenlerin içinde en az sağcı olan Kemal Bey’dir.
2011 seçimlerine dâir bir tecrübemiz var. Erdoğan gittiği 6 şehirde Kemal Bey’in mezhebi üzerinden Alevîliği yuhalattı ve o şehirlerin her birinde minimum 8 puan oy artışı sağladı. Erdoğan toplum sosyolojisini biliyor”.
Ruşen Çakır: Evet, önce 2022 Mayıs ayında ve sonra Temmuz ayında yaptığımız yayında bunu konuştuk ve seno konuyu açıkça ilk dile getiren kişisin. Bugün Alevîlik meselesi konuşulduğu zaman muhakkak sana bir gönderme oluyor.
Ahmet Şık: Üstelik orada hiç söylemediğim bir söz üzerinden.
Ruşen Çakır: Evet. Sanki sen “Kılıçdaroğlu Alevî olduğu için aday olmasın” demişsin gibi. Ama orada dile getirdiğin husûsu değişik şekillerde yaşadık; meselâ o en son yaşanan seccâde olayında da resmen Alevîliğine gönderme yapıldı.
Ahmet Şık: Arkasından Adıyaman’daki olay. Bunların hiçbiri tesâdüf değil. Özellikle de Adıyaman’daki…
Ruşen Çakır: Şöyle bir şey görüyorum Ahmet. Meselâ Erdoğan Kılıçdaroğlu’nun “Alevî” videosuna cevap vermeye çalışıyor; Süleyman Soylu aynı şekilde; kezâ Devlet Bahçeli de öyle. Burada da görüyoruz ki Kılıçdaroğlu çok ciddî bir şekilde gündemi belirlemiş. Gösterilen ilgiyi de görüyoruz. Biliyorsun genellikle tersi olurdu. Erdoğan bir şey söylerdi, Kılıçdaroğlu ve diğerleri cevap yetiştirmeye çalışırlardı. Bu, işlerin renginin değiştiğini gösteriyor. Kılıçdaroğlu’nun “Alevî” videosundaki o “Ben Alevî’yim. Hâkk-Muhammed–Ali inancı ile yetişmiş samîmî bir Müslümanım” söylemi, hani çok abartılı gibi olabilir ama, sanki devrim gibi bir şey olmadı mı?
Ahmet Şık: Kesinlikle. Benim o yanlış yorumlanan sözlerimden sonra… tekrar altını çizerek söyleyeyim: Aslında ben özür dileyecek bir şey söylemedim. Ama hiç niyet bile etmediğim bir söz üzerinden belli ki birtakım insanların travmalarını kaşıyan bir şeye dönüştü. Mevzû tam da bu: Bu insanların travmaları neden kaşınıyor ve onlar neden travma sâhibi? Tam da bu nedenle, onu yaratan çok kanlı bir geçmiş var; çok katliamlar târihi var. Bunlar Osmanlı’da da oldu, imparatorluk bakıyesi Türkiye Cumhuriyeti’nde de oldu. Dolayısıyla o insanların çok haklı endîşeleri var. Söylemeye çalıştığım da zâten, iktidârın bu travmaların üzerinden organize bir kötülük olarak her şeyi yapabileceği.
Ben o programdan sonra Kemal Bey’le buluştum. Kendisi gazetecilikten tanıyor beni ve gerçekten de birbirimize karşı da samîmî olmaya çalışıyoruz her zaman. Kendisine dedim ki: “Abi, sizden özür dilemem gerekiyor mu?” O da bana, “Sen gazetecisin, ben bilmiyor muyum? Ben niye SADAT’ın önüne gittiysem, sen de o nedenle bunu söyledin. Aynı bilgi kulağımıza geldi” dedi. O programdan önce de seninle konuşmuştuk zâten, ama insanları endîşeye sevk etmemek ya da iktidar mahfillerinden birilerinin ağzına sakız etmemek adına, o karanlık planları açık açık bir şey söylemedik. Ama programın içerisinde, “SADAT” dedik, “Kemal Bey oraya gitti” dedik. Türkiye’de, MİT’in kontrolü altında olduğunu bildiğimiz, Suriye’de savaş deneyimi olan çok sayıda Selefî olduğundan bahsettik. İktidârın kötülüğüne atıf yaptık. Ümit Özdağ ve benzerlerinin sahneye çıkarak, yabancı düşmanlığını körüklemesi üzerinden puzzle’ın dört parçasını koydum. Eh tamam, bu bize bir şey söylüyor. Biraz önce yayınladığın Temmuz ayındaki programda da dediğim gibi, 2011’de, Tayyip Erdoğan tam 7 şehirde Kemal Bey’in mezhebini diline dolayarak, bir şey demiyormuş gibi gözükerek, o binlerce insana, bir inanca karşı yuh çektirdi. Ve çok ilginçtir, o insanlar yuhalamakla kalmadı; bir mezhebi aşağılayan, ötekileştiren partiye ve liderine de oy verdiler. Biz Erdoğan’ı Berkin Elvan’ın annesini yuhalatırken de gördük. Diyelim Berkin Elvan gerçekten iddia edildiği gibi teröristti. 14 yaşındaki bir çocuğun terörist olup olmadığı tartışılmaz zâten — çocuk çünkü, her neyse. Bu ülkede, bu toplumda şöyle bir iyilikseverlik yok mudur? Evlâdını kaybetmiş her kim ise, saygı gösterirsiniz değil mi? Binlerce insan, Berkin Elvan’ın annesine yuh çekti. Dolayısıyla, Alevîliğe de yuh çeken ve iktidârın sesine, sözüne, duruşuna göre pozisyon alan bir kitle var.
Benim endîşe ettiğim şeyi ya da o cımbızlanarak, hiç söylemediğim bir şeyi sosyal medyada yayarak ayrımcılık yaptığımı söyleyenlere dönüp, Adıyaman’a bakmalarını öneriyorum. Bir zehir kuyusu hâline dönüştü sosyal medya.
Ruşen Çakır: Ama Adıyaman’da oyuna gelmediler.
Ahmet Şık: Kemal Bey ve taraftarları gelmedi.
Ruşen Çakır: Kazanan da onlar oldu sonuçta.
Ahmet Şık: Şu an için öyle. Ben gerçekten öyle çok gamlı baykuş gibi gözükmek istemiyorum.
Ruşen Çakır: Ama öylesin.
Ahmet Şık: Ya da insanları endîşeye sevk etmek istemiyorum. Ben sâdece, umut ettiğimiz en iyisi için çalışmaya, çabalamaya, toplumun bütününü kapsamaya devam edecek dil kurmak için bir pozisyon almaya, ama en kötüsüne de hazırlıklı olmak gerektiğini söylüyorum.
İYİ Parti ve CHP’nin parti binaları kurşunlandı. Ondan birkaç gün önce, Süleyman Soylu’nun ortalığa saçılan videosunu gördük: Almış eline makineli tüfeği, ateş ediyor bölgede. Arkasından parti binâları kurşunlanıyor. Bu tesâdüf de olabilir. “Süleyman Soylu tâlîmat verdi” demiyorum. Ama bu tür videoların dolaşıma girmesi ve arkasından muhâlefetin iki büyük blokunun parti binâları hedef alınıyorsa ve “İnşaat bekçisi hırsıza ateş etmiş” gibi saçma sapan açıklamalar yapılıyorsa… Peki, bekçi niye bildirimde bulunmamış? Onu da sormuyorlar.
Hattâ daha da geriye gidelim. Taksim’de patlatılan bomba üzerinden düşünelim bunu. O patlamayı, iddia edildiği gibi, şu an tutuklu olan, şüpheli olan ya da firarda olan sanıklar, bir örgütün üyesi olarak mı yaptılar? Yoksa bir örgüt üyesi gibi gösterilip, yolları açılıp bir eylem mi yaptılar? İddia ediyorum: Şu an tutuklu olan sanıkların hiçbiri bir örgüt üyesi değil. Birtakım âdî suçlara bulaşmış olabilirler. Hele ki o kadın… Kadın bir uyuşturucu kuryesi. İfâdesinde uyuşturucu taşıdığını bildiğini söylemesi. İfâdesindeki tek doğru şey bu.
Ruşen Çakır: Evet, orada bir kurgu olması ihtimâli yüksek. Ama arkasından onu vesîle edip bir şeyler yapılsaydı, bu söylediğin olurdu. Ama kalakaldı.
Ahmet Şık: Peki arkasında ne olduğunu da düşünelim. Niye birtakım konsolosluklar birdenbire binâlarını kapattılar?
Ruşen Çakır: Evet, o konuyu hâlâ bilmiyoruz.
Ahmet Şık: O konsolosluklara bağlı kuruluşlar, okullar… Okulları kapatmak zorunda kaldılar. Süleyman Soylu çıksın açıklasın. Çünkü ben bu planların içinde olduğunu iddia ediyorum. Taksim’de patlayan bomba da, yabancı konsoloslukların, elçiliklerin işlerine ara verip binâlarını kapatması ya da onlara bağlı kurumların, ibâdet yerlerinin kapatılması… Hepsi bir bütünlüklü planın parçasıydı. Fakat sobelendikleri için yapamadılar. Sobeleyenin de Amerika olduğunu söylüyorum. CIA olduğunu, Mossad olduğunu iddia ediyorum. CIA ve Mossad, Türkiye’de çeşitli yerlere dağılmış. Süleyman Soylu’sundan, devlet erkânının her biriyle fotoğrafları olan bâzı izci derneklerinin içerisinde, kimlerin Kassam Tugayları’nın olduğu, El Kaide militanı olduğunu da biliyor. En çok Başakşehir’de yoğunlaşan bir ikametgâh zincirinin içerisinde olduklarını biliyorlar. Bu kadar kulağımıza gelen ya da birtakım okumalarla ortaya çıkan tabloda, Türkiye sobelendi o Taksim olayında. Ve dediler ki: “Ayağını denk al, biz bunun farkındayız”. O Taksim bombasının devâmının gelmemesi, bunun bir eseriydi. Ama olmayacak diye de kesin bir şey söyleyemem, umarım olmaz, devâmı gelmez.
Ruşen Çakır: Seçime 19 gün var. Uzun bir süredir, daha seçim târihi belli olmadan, seçime çok gergin gireceğimiz söyleniyordu. Şu anda Adıyaman olayı gibi gerginlikler var; ama o korkulan bir aşamada değil çok şükür.
Ahmet Şık: Daha tuhafı, sokakta bir seçim heyecânı da yok. Biz bir süredir çalışıyoruz İstanbul’da. Ya da farklı kentlere gidiyoruz aday tanıtımları için. Açıkçası, son 30 yılda gördüğüm en heyecansız seçim. Sâhaya yansımayan kısmıyla söylüyorum. Çünkü sâhada bir şeyle karşılaşmadım henüz. Şöyle bir şey mi acaba? Muhâlefet açısından, “Tamam, oldu bu iş. Hallediyoruz” gibi mi düşünülüyor?
Ruşen Çakır: Sence oldu mu?
Ahmet Şık: Bence henüz değil. Çok büyük bir umut ve fırsat var. Ama eğer öyleyse, iktidarın sâhada daha heyecanlı gözükmesi lâzım; ama onlar da yok. Ben bu sessizlikten ürküyorum. Bunun iki nedeni olabilir: Ya ortaya çıkan verileri yanlış yorumluyoruz; iktidar çok güçlü bir şekilde seçimden çıkacak, hîle hurdayla çıkacak. Ya da bizim canımıza okuyacak birtakım planlar yapıyor olabilirler. Ya da “Ya tamam, bitti bu iş” deyip, dükkânı kapatıp gidecekler. Ama her üç seçenekten en iyi olanı dükkânı kapatıp gitmeleri tabiî — bu işin gerçekten huzur içerisinde çözülmesi.
Ruşen Çakır: Şimdi, elimde bir bilgi ya da kulis bilgisi olduğundan değil; ama ben, Muharrem İnce’nin son anda çekilebileceğine az da olsa bir ihtimal veriyorum. Görüldüğü kadarıyla, seçimin ikinci tura kalmasının nedeni, Sinan Oğan’dan ziyâde Muharrem İnce.
Ahmet Şık: Evet, tek önemli faktör. Bence Muharrem İnce’nin pozisyonu, hitap ettiği seçmene, aslında neden kendisine oy verilmemesi gerektiğini anlatıyor. Tamâmen kişisel hırslarla yol alır mı bir insan? Memleket yangın yeri. Bu kadar farklı ideolojide, siyâsal anlayışta olan muhâlefet blokları, hem yurttaş olarak hem de siyâsal yapılar olarak bir isimde uzlaşmış. Çünkü cehennemin kapısını kapatmak ve o cehennem zebânîlerini o kapatılan kapının arkasına bırakmak isteyen bir anlayışla birleşmişler. Muharrem İnce çıkıyor, geçmişin hesaplaşmasıyla, seçimi ikinci tura bıraktırarak, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan intikam almaya çalışarak; ama toplamında, bu ülkede yaşayan, “iktidar yanlısı olanlar ve olmayanlar” açısından baktığımızda, 85 milyonluk yurttaşın hayâtı üzerinden kumar oynayacak bir pozisyon biçiyor. Tam da bu nedenle, Muharrem İnce’nin oy alamaması lâzım zâten — bu bir.
İkincisi, eğer gerçekten memleket çıkarını düşünüyorsa, kendi çıkarlarının üstünde tutuyor ise, adaylıktan çekilmesi, evet elzemdir. Ama şöyle bir açmaz da var, bunu da belirtmeden geçmeyeyim: Muharrem İnce aday olarak kendi partisini de büyütmeye çalışıyor. Sonuçta bir siyâsî partinin genel başkanı. Muhâlefetin şunu görmesi gerekiyor: Muharrem İnce’ye oy verenlerin tümü ya da oy vereceğini iddia edenlerin tümü, Muharrem İnce’nin ortaya koyduğu siyâsal paradigma vaatleri için değil, Türkiye’deki bu mevcut siyâsal düzenden bıkmış ve buna hiç kimsenin çözüm olmayacağını düşünerek, umutsuzlukla bir protesto oyu kullanıyor — aslında çok politik bir tutum. Herkes apolitik olduğunu düşünüyor, ama çok politik bir tutum alıyorlar — %90’ı böyle. Haddime değil ama nâçizâne, Kemal Bey’in o umutsuzlara bir şey söylemesi lâzım — özellikle gençlere.
Ruşen Çakır: “Alevî” videosu gençlere yönelikti zâten.
Ahmet Şık: Evet. Ama zâten gençler farklılıklarla bir arada yaşamayı hepimizden iyi biliyorlar; bence hiç öyle bir dertleri yok. Benim endîşe ettiğim şey, 40-50 yaş üstü kuşak. Daha kirli ezberlere sâhip olanlar. Bu ülkenin gençleri, gerçekten bu ülkenin gelecekte ne olacağının en önemli belirleyici gücü ve bizim onlarla hizâlanmamız gerekiyor. Hizâlanmak için de siyâsetin dilini, üslûbunu, metodunu, yapma biçimini, kültürünü, dilini, her şeyini değiştirmemiz gerekiyor. Ve en önemlisi, o gençlere, “Sen burada gerçekten idealize ettiğin, hayâlini kurmaktan bile kaçınabildiğin bir dönem yaşıyorsun. Ama ne hayal kurmak istiyorsan öyle bir ülke vaat ediyorum sana ve bunu gerçekleştireceğim” demeli. Ama vaat olarak değil, gerçekten gerçekleştirebileceği şeylerin sözünü vererek yapılmak zorunda. Bizim kurtuluşumuz orada.
Ülkede 35 yaşına kadar olan seçmen sayısı yaklaşık 25 milyon. Nüfûsun neredeyse yarıya yakını — çok yüksek bir oran ve sayı. Ama bakıyorsunuz: Siyâset inanılmaz yaşlı. Ben kendim için de söylüyorum bunu. Çok açık söylüyorum yani: Aday olmak istemiyordum. Nedenlerinden biri, bu ülkenin siyâseti için gerçekten 53 yaş bence fazla.
Ruşen Çakır: Hasan Cemal giriyor yahu, sen niye girmeyesin?
Ahmet Şık: Hasan Abi (Cemal), Sırrı (Süreyya Önder) ve Cengiz Çandar’ın farklı bir pozisyon almak için orada olduklarını düşünüyorum — bir yorum bu tabiî. İktidar değişse de değişmese de, yeniden bir müzâkere süreci oluşacağını, öyle bir zeminin oluşacağını ve oranın müzâkere heyetinin kurulmak istendiği gibi bir yorumum var. Adı geçenler içerisinde Hasan Cemal üzerinden söylersem, hâlâ devlet katında sözünün ağırlığı olan birisi olduğunu düşünüyorum açıkçası. Rakibiz diye, geçmişteki siyâsal tercihleri dolayısıyla kötüleyecek değilim.
Ruşen Çakır: Aynı bölgeden adaysınız.
Ahmet Şık: Olabilir. Ama biz günahsız mıyız, hatâsız mıyız? Türkiye siyâsetinde pozisyon alırken hepimizin hatâları olabilir. Burada mevzû, insanlara hatâlarıyla yüzleşme fırsatı vermek ve özür dilemesi gerekiyorsa, özür dileyecek zemini oluşturmak. Maalesef Türkiye’deki siyâsal iklim o kadar zehirli ki her yere sirâyet etmiş. Bu fırsatı tanımayan bir nefret iklimi var. Ama şunu da söylemeden geçmeyeceğim: O siyâsal hatâlarından ders çıkarmak yerine, kibirleriyle hareket etmeyi de doğru bulmuyorum. İki taraftan da baktığımızda, karşılıklı bir anlaşmazlık zemini ortaya çıkıyor. Evet, bence de Türkiye siyâsî târihinin en kötü kararlarından biriydi. Ama artık mücâdele etmemiz gereken alan orası değil. Türkiye’yi dipsiz bir kuyuya hapsetmeye çalışan bir siyâsal iktidar var. Cumhuriyet’in bütün değerlerini ayaklar altına alan, ortalıkta kutlanacak bir Cumhuriyet bırakmayan, bir rejim bırakmayan ve tamâmen din şarlatanlığı üzerine kurulu bir siyâsal İslam anlayışıyla, sâdece kurdukları suç düzeninin devamlılığını sağlamaya çalışan bir anlayış var. Bizim mücâdele edeceğimiz yer orası.
Yüzlerce, binlerce insan suçsuz yere hapiste. Biraz önce seçilmiş Kürt siyâsetçilerden ya da Gezi Dâvâsı tutuklularından bahsettik. Ama parayı verenin kurtulduğu FETÖ dâvâlarında yok mu? Benim sevdiğim bir kelime değil bu “FETÖ” kodu, ama orada bir dolu mâsum var. KCK dâvâlarında bir dolu masum var. Neredeyse hapishânede bir yılı tamamlayacaklar, 16 gazeteci bir anda tutuklandı Diyarbakır’da ve hâlâ içerideler. Ciddîye alınmayacak, saçma sapan bir iddianâme çıktı.
Eğer sayısı artmadıysa, bugün yine Diyarbakır’da 150 civârında gözaltı var. Kimler alınmış? Gazeteciler, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, avukatlar. Bunların ortak paydası ne? Hepsi seçim güvenliği için çalışan insanlar. İktidârın nasıl bir seçim kurguladığına dâir bize bir şey söylüyor bu. Bunların hepsine birlikte karşı çıkmak lâzım.
Ruşen Çakır: Ahmet, kazanacağını düşünüyorsun herhalde; ama ezkazâ kazanamazsan, gazeteciliğe dönüyor musun?
Ahmet Şık: Talebim bu. Ama bir kere daha Meclis’te olmak yolunda bir adım attık ve seçmenlere güveniyorum. Biraz önce de söyledim, yine çok açık söyleyeyim: Emek ve Özgürlük İttifâkı içerisinde adı gözüken iki parti var: Yeşil Sol Parti de bizim, Türkiye İşçi Partisi de bizim. Emek ve Özgürlük İttifâkı hepimizin. Orası yurttaşın sigortası. Herkes gönül rahatlığıyla elbette oyunu iki partiden birine verebilir. Çünkü hangi anlayışta olurlarsa olsunlar, ben Türkiye İşçi Partisi vekiliyim; elbette ki “Bir oy Kemal’e, bir oy TİP’e” diyen ekipteyim.
Ruşen Çakır: Ahmet çok sağ ol. Çok iyi bir söyleşi oldu.
Ahmet Şık: Ben teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Türkiye İşçi Partisi İstanbul 2. Bölge milletvekili adayı ve gazeteci Ahmet Şık’la konuştuk. Kendisine teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi akşamlar.