Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ahmet Şık ve Ruşen Çakır tartışıyor | Seçime giderken iktidar, muhalefet ve Sedat Peker

Ruşen Çakır ve TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş‘ın HDP’ye yönelik eleştirilerini ve Sedat Peker’in son açıklamalarını değerlendirdi. “Muhalefetin adayı ne zaman belli olacak?” ve “Erdoğan neler yapabilir?” sorularına yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul milletvekili ve gazeteci Ahmet Şık stüdyo konuğumuz. Kendisiyle, seçime giderken kim ne yapıyor, nasıl hazırlanıyor, bunları konuşacağız. Ahmet hoşgeldin.

Ahmet Şık: Hoşbulduk.

Ruşen Çakır: En son yaptığımız yayında bir ârıza çıktı. O konuya da ayrıca değineceğiz. Tekrar üzerinden geçeriz. 

Ahmet Şık: Seninle her yayınımızda infial oluyor zâten.

Ruşen Çakır: Evet. Şimdi seçime giderken, iktidar ve muhâlefet nasıl hazırlanıyor? Bunu konuşalım istiyorum. İktidar daha yekpâre, muhâlefet daha farklı yollarda. Ama ondan önce, siyâsetin çok yoğun olması gerekirken sâkin geçtiği bir ortamda, Sedat Peker ortalığı yine karıştırdı. Konuyu senin de çok yakından tâkip ettiğini biliyorum. Peker şu anda video yayınlayamıyor, ama son açıklamalarında seçime doğru video yapacağını söyledi. Twitter’da başka bir hesap üzerinden, kendisinin de paylaştığı, peş peşe birtakım iş insanlarını, gazetecileri hedef alan birtakım çıkışlar yaptı. Oradaki ayrıntılara geçmeden önce, sence Sedat Peker ne yapmak istiyor? Sanki, istediği dokunulmazlığı elde etti ve köşesine çekildi, sessizliği tercih etti gibi bir hava esti. Ama şimdi tekrar devreye girdi ve “Daha devâmı gelecek” diyor. 

Ahmet Şık: Ben baştan beri aynı şeyi düşünüyorum. Sedat Peker’in “sessiz” kaldığı dönemde de herkes, “anlaştı” yorumlarını yaptı. Ama ben hiçbir zaman kanî olmadım, o tür yorumları da doğru bulmadım. Çünkü baştan îtibâren, çok stratejik, çok taktiksel, belli bir hedefe doğru yol alan bir hat çizdi. Bütün o videoları, ifşâ sürecini, konuşacağı şeyleri domino taşı gibi dizmiş ve adım adım sürekli yükselterek bugüne kadar geldi. Şimdi de devam ediyor. Araya başka başka şeyler sıkıştı. Her ifşâdan sonra ortaya çıkan tepkiye bakıp, kendine yeni hedefler de belirledi. Dolayısıyla kimi zaman o stratejide sapmalar oldu. Ama sonuçta nihâî hedefine doğru ilerliyor. Açıkçası, ben söylediklerinin fazlası değil eksiği olduğuna inanıyorum ve söylediği her şeyi de doğru kabul ediyorum. Kriminal bir kimliğe sâhip olması nedeniyle söylediklerini referans olarak almamamız gerektiği gibi bir yorum yapılıyor, ama Sedat Peker kimin kriminaliydi ona da bakmak lâzım. Anlattıkları öyle yenilir yutulur şeyler değil. 90’lardan îtibâren, meselâ Mesut Yılmaz’a dâir söyledikleri… Düşünebiliyor musun? Ülkenin başbakanı, kumarhânedeki görüntüsü ortaya çıkmasın diye, mafya dediği birine 5 milyon dolar rüşvet veriyor ve karşılığında hapisten çıkarıyor. Bu arada kumar da oynayabilir, özel hayattır, bizi ilgilendirmez. Bir politikacının kumarhane görüntüsü toplumsal olarak bir tepki doğuracaktır; ama sonuçta, insanların zaafıyla tartacağımız bir şey değil bu. Ama belli ki, bir sağcı lider olarak o görüntülerin negatif bir etkisi olacağını düşünerek bir pazarlık yapmış. Bir başbakanın bu tür pazarlıkların içine girmesi vs. sıkıntılı. Sedat Peker’in de geçmişte kime destek verdiğine baktığımızda –Saray ittifakına destek veriyordu–, belli ki pis ilişkileri onlarla da kurmuşlar. Ama çıkıp da yalanlama zahmetinde bile bulunmuyorlar. Çünkü yalanlarlarsa üstüne ne geleceğine dâir endîşeleri var. 

Ruşen Çakır: Meselâ Ertuğrul Özkök bir şeyler söyledi, üstüne hemen bir açıklama daha geldi. 

Ahmet Şık: Ertuğrul Özkök’e ne dense hak ediyor, açık söyleyeyim. Çünkü Türkiye’nin şu an yaşadığı karanlığın pay sâhiplerinden birisidir kendisi. Mesut Yılmaz’ın Sedat Peker’le rüşvet ilişkisine girip hapisten çıkarmasından îtibâren başlayan dönemde… Sedat Peker doğru bir şey söylüyor: Özkök “Ben sâdece patronumdan prim aldım” diyor. Patronun sana neyin karşılığında prim verdi? İkimiz de yıllarca ana akım medyada çalıştık. Oradaki ilişkileri, maaş ilişkilerini, kimlerin yönetici yapıldığını gayet iyi biliyoruz. Ana akım medyada yöneticilik geçmişi olan herkes bir şekilde kire bulaşmıştır — ama az, ama çok. Ertuğrul Özkök en çok kire sâhip insanlardan birisi kanımca.

Ruşen Çakır: Ben dün bu konuda bir değerlendirme yaptım.  Bir bilgiye sâhip olduğumdan değil, ama akıl yürüterek… Sedat Peker’e kendi bildiği, edindiği, derlediği ve istiflediklerine ek olarak, iktidar içi kavgalardaki birtakım taraflar da bilgi akıtıyorlar diye tahmin ediyorum. Daha önce de söyleniyordu, şimdi çok daha fazla olduğunu tahmin ediyorum. Özellikle, seçim yaklaştıkça ve seçim sonrasına, Erdoğan sonrasına yapılan hesaplarda da, Sedat Peker’e birbirinden farklı kanallardan bilgiler gidiyordur diye tahmin ediyorum. Sonuçta Sedat Peker kendini kanıtladı. 

Ahmet Şık: Ben ona kesin gözüyle bakıyorum. Sonuçta ideolojik anlamda iktidarda bir yekpârelik var, ama içeride kocaman bir iktidar savaşı var. Hangi bakanın neden istifâ ettiğini, kimlerin altının oyulduğuna, hangi bakanla ilgili ne tür ifşâlar olduğuna baktığımızda –Sedat Peker dışındaki odaklarca yapılan ifşâlardan bahsediyorum–, oradaki güç savaşını görüyoruz. 

Sedat Peker’in şöyle bir özelliği var: Son 30-35 yıldır hayâtımızda olan birisi. Suç ilişkileriyle, suç dışına taşan ilişkileriyle, siyâsetle ve sermâye gruplarıyla ilişkiler içerisinde. Sedat Peker’in anlattığı şeylere ve savunduklarına baktığımızda, çok ideolojik temelli bir şey anlatıyor bize. Benzetmek gibi olacak ama, biraz Fethullahçılık’la bir benzerlik görüyorum. Şu nedenle: 30 yılda kaç öğrenciye burs verdiğini, kaç öğrenciyi okuttuğunu bir düşünelim. Binlerce. Bunlar, Sedat Peker gibi devlet içi bir odakla da çalışan birisinin yetiştirdiği kişiler olarak, hâkim oluyorlar, savcı oluyorlar, asker polis oluyorlar. Bürokrasinin içerisindeler. Meselâ, ilk zamanlar Emniyet kaynaklarından, polis içerisinden Sedat Peker’e çok fazla bilgi aktığını duymuştum Emniyet içinde birisinden. Aynı şekilde yargı mekanizmasından da olabilir, bürokrasinin başka kanallarından da olabilir. Hem böyle bir teşkilât ağı var, artı, iktidar içi çatlaklara oynayacak hamleler yapıyor. Ve evet, zekâsını da kimse küçümsemesin. O zekâyla hareket ettiği için, insanlar tufaya düşüyor. Geçen gün Metin Külünk’le yaptığı konuşmayı hepimiz dinledik. Şimdi adını anmayalım, saçma sapan bir yerden yola çıkarak onu yayınladı; ama belli ki orada hâlâ iktidar mahfillerinin tepesine doğru ulaşabilecek ilişkilere sâhip bir pozisyonu var ve ben açıkçası istihbârattan da beslendiğini düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Ne yapmak istiyor peki? Seçim sürecine dâhil olmak istediği belli. 

Ahmet Şık: Tabii, bu çok net.

Ruşen Çakır: Anladığım kadarıyla da bu iktidârın sonlanmasına yatırım yapıyor. 

Ahmet Şık: Kendisi bunu söylemiyor, ama bence öyle. Yani hiçbir zaman demedi, ama kişisel kanaatim, Sedat Peker Saray rejiminin yıkılmasını, Erdoğan’ın da o koltuktan inmesini istiyor. “Bana bunu yaşatanlar da yaşayacak” diyor ya. Kim bunu yaşattı? Karar mercii kim? Sadece Süleyman Soylu mu? Metin Külünk mü? Elbette ki Erdoğan da var orada. 

Ruşen Çakır: O zaman, Türkiye’ye dönmek istiyor. 

Ahmet Şık: Tabii ki. Zâten sıkıntı şu: Belki haddini aşan bir yorum oluyor ama, Sedat Peker bir şeyler anlatırken ve nihâî hedefinin bizim demin yorumladığımız gibi olduğuna bakarak, aslında müstakbel iktidâra bir CV bıraktığını düşünüyorum ben. Yani: “Ben sizin için de çalışabilecek, hizmet görebilecek biri olabilirim” demek istiyor. Tam da buradan yola çıkıp, müstakbel iktidârın en güçlü adayının kim olduğuna bakıp, neden Sedat Peker’in oraya CV bıraktığına dâir yurttaşın bir soru sorması lâzım. Bu bana şu sonucu çıkartıyor: Türkiye’de herkes Saray faşizmine karşı ya güyâ –yani öyle iddia ediyorlar–, ama Peker müstakbel iktidâra CV bırakıyorsa, insanların derdi Saray’ı yıkmak, faşizmi yıkmak değil. Ben faşizmi yıkanlarla yan yana duranlardan olmak istiyorum. Faşizmi yıktığınızda, Saray’ı da ortadan kaldırmış oluyorsunuz zâten. Biraz böyle bakmak lâzım. Bu nereye kadar uzanır? Ben Sedat Peker’in daha da el yükselteceğini düşünüyorum. 

Yalnız bir uyarıda bulunmak istiyorum. Yani konuyu haklı olarak sen açmadın gerçi ama, biliyorsun, geçtiğimiz günlerde Sedat Peker, özel hayatla ilgili bir video yayınladı. Ben çok rahatsız oldum o videodan. Şu nedenle rahatsız oldum: Bir kere, hiç kimse kimsenin cinsel yönelimine dâir bir yorumda, bir tasarrufta bulunamaz. O gün, LGBTİ+’ların İstanbul’da korkunç bir polis şiddetine mâruz kaldığı gündü. Aynı şiddet, dün, önceki gün İstanbul’da, Eskişehir’de oldu. Orada LGBTİ+’ların yaşadığı şiddeti eleştiren insanlar, akşamına, o videoyu yaymak için canhıraş bir şehvetle ortalığa döküldüler. Bakın, ikisi birden olamazsınız. Yani LGBTİ+’lara yönelik polis şiddetini eleştirenle, o videonun yayılmasına araç olan kişi aynıysa, iki taraftan birisi olmak zorunda. İkisi birden olamazsınız. 

Bir de, yakın geçmişte Fethullahçılar’ı düşünürsek, Türkiye’nin bir kaset üzerinden siyâset ve toplumun dizayn edilmesine dâir çok tecrübesi var. Muhâlif kanatta şöyle bir anlayış var: Öyle bir hal var ki, hep iktidar mahfillerinden birinin özel hayâtını irdeleyecek şeylerin yayılacağını düşünüyorlar. Eğer kaset arşivi açılırsa, en zengin arşiv devlette. Süleyman Soylu’da, Saray’ın kendisinde, istihbârat örgütlerinde… 

Ruşen Çakır: Zâten bu özel hayat meselesi, bahsettiğin o kasetle berâber, aynı anda CHP’lilerin de başına geldi. Normal şartlarda seçime 1 yıldan az bir süre kaldı. Açıkçası ben, her bir kanaldan ve genellikle anonim kaynaklardan, seçim yarışına giren herkes hakkında, kimisi gerçek, bir de 17-25 Aralık’ta olduğu gibi üretilmiş birtakım şeylerin ortaya sürülebileceğini düşünüyorum. Zâten şu hâliyle baktığında, seçim sürecinde siyâsî tartışma çok fazla yapılmıyor. 

Ahmet Şık: Maalesef. 

Ruşen Çakır: Böyle bir ortamda, iş iyice toksik bir hal alıp, bir kavgaya dönüşme ihtimâli var.

Ahmet Şık: 17-25 Aralık’a atıf yaptığın için söylüyorum: 17-25 Aralık’ta yaygınlaştırılan ses kayıtlarının bence fazlası yok, eksiği var. Oradaki iddiaların hepsinin doğru olduğunu ve az olduğunu düşünüyorum. Ama hiçbir şekilde yaygınlaştırılmasına aracı olmam. Çünkü illegal elde edilmiş ya da bir ses kaydı üzerinden bir yargı düzeni kurulmasını ve bunun hukuk olduğuna inanmamızı sağlayacak bir mekanizmanın parçası olamayız. Çünkü hatırlarsan o dönem, KCK, Devrimci Karargâh, Balyoz, Ergenekon soruşturma süreçleri vardı. Ve tamâmen saçma sapan, aşırı bir şekilde yorumlanmış, montajlanmış ses kayıtlarıyla insanlar hapishânelere girdi. 17-25 Aralık konuşmalarını yaygınlaştırınca, içeride olanların içeride olmasına meşrûiyet kazandıracak bir pozisyondu. MHP’li bir grubu hedef alan ses kasetleri vardı. Sonra sosyal medyada Fuat Avni diye bir kimlik yaratıldı. Saçma sapan bir şeyler anlatıyordu ve herkes onun peşine takıldı. Halkbank soruşturmasında, Reza Zarrab’ın Amerika’da îtirafçı olması üzerinden herkes bir şey bekledi. Bakın bu saydığım örneklerin hiçbirinden doğru bir sonuç çıkmadı. Halk yararına bir şey çıkmaz. Kasetle, özel hayatla, siyâsetin ve toplumun dizaynı hiçbir zaman halka yaramaz. O kaset dizaynı bize bugün bu karanlığı yaşatıyor. İnsanlar niye bunu düşünmüyor? İnsanları özel hayâtıyla yargılayamayız.

Ruşen Çakır: Meselâ geçenlerde “Özel hayâtın gizliliği ve kamu yararı nerede başlar, nerede biter?” konusuyla ilgili, izleyicilerin soru cevaplarıyla bir yayın yaptım. Temkinli davranmak ve bulaşmamak gerektiğini söyledim. İnsanlar kestirip atıyorlar. Hani Erdoğan’ın, zamânında, “Ne özeli? Genel o genel” dediği gibi yaklaşıyorlar konuya. Meselâ demin bahsettiğin o özel hayatla ilgili videoda, o kişi en başta, bir kurumun üst düzey yöneticisi, genel müdür olarak sunuldu.

Ahmet Şık: Ama değil. 

Ruşen Çakır: Değilmiş, evet.

Ahmet Şık: İnternete yazınca olmadığını görüyorsunuz zâten. Başarılı bir iş kariyeri olan birisi. O şirketle bağlantılı olan başka bir yerde yöneticilik yapmış. Ayrıca o şirkette de olabilir. Şunu anlayabiliyorum: “İnsanlar bir ikiyüzlülüğün içerisinde ve bunu teşhir ediyoruz” diyorlar. Oradaki haklı öfkeyi anlayabiliyorum. Ama düşmanınıza benzerseniz, bizim buradan çıkaracağımız sonuç bize fayda sağlamaz. 

Ruşen Çakır: Düşmanın silâhıyla silâhlanmak gibi bir şey.

Ahmet Şık: Olmaz bu, doğru değil. Ben Cumhuriyet gazetesinde çalışıyordum. Berat Albayrak’ın e-postaları yayınlandı. Orada özel hayâta dâir şeyler de vardı. Hiçbirimizi ilgilendirmez. Biz, IŞİD petrollerinin Irak Kürdistanı’na geçirilip, oradan uluslararası piyasalarda dolaşması ve satılmasıyla ilgili bir haber yaptık. Cumhuriyet’te koca bir manşetle yayınlandı. IŞİD petrollerinden, IŞİD’in en büyük gelir kaynaklarından bahsediyorum. Bütün dünyanın, o İslâm Devleti’nin şiddetine mâruz kaldığı bir dönemde oluyor bu. Ama bu haber hiç kimsenin umurunda olmadı. Fakat Albayrak’ın özel hayâtıyla ilgili bir fatura günlerce konuşuldu. Bize ne? Hiç kimseyi ilgilendirmez. Biz prensibimizi karşımızdaki kişiye göre eğip büküyorsak, zâten prensipli bir duruş olmaz o. Yine tekrar edeceğim: Bu şekilde bir siyâset ve toplum dizaynı halkın yarârına olmamıştır, yine olmayacak.

Ruşen Çakır: Arada sırada, İşçi Parti’sine yer vermiyorsunuz diye sizin partililerin saldırılarına mâruz kalıyorum. Nasıl gidiyor parti?

Ahmet Şık: Erkan’ı (Baş), Serra’yı (Kadıgil), Barış’ı (Atay) yayına çıkar, seversin. Bence anlaşırsınız da. Sadece benle olmaz. Bir de, beni çıkardığında da sürekli kavga çıkıyor. 

Ruşen Çakır: Kavgayı benimle etmiyorsun, toplumla ediyorsun. 

Ahmet Şık: Parti fenâ gitmiyor. Tabii ki olanaklarımız çok dar, ama bizi heyecanlandıracak, kendi ölçeğimizde bir büyüme trendi var. Önümüzde çok kritik bir seçim var, tamâmen oraya odaklandık. Çünkü son düzlükteyiz. Tekrar Meclis’te olmak istiyoruz. Bu yeni seçim yasasının handikaplarını nasıl gidereceğimize kafa yoruyoruz. Anketlerin çoğunda gözükmüyoruz, ama zâten çoğunu da ciddiye almıyorum açık söylemek gerekirse. Gerçekten çok nitelikli çalışmalar da yapılıyor olabilir, ama Türkiye’de seçim sonucuna dâir tahminde bulunmanın çok zor olduğu bir dönemdeyiz. Bekir Abi (Ağırdır) bir sohbetimizde bana, “Bunca yıllık tecrübem var, ilk kez bir seçime dâir net bir öngörüm yok” dedi. Çünkü gerçekten çok sürprize açık. Her sonuç çıkabilir. 

Türkiye İşçi Partisi fenâ gitmiyor, Üçüncü İttifak’ın içerisinde. Zâten yakın dönemde açıklanacak, son birkaç haftası kaldı. Zâten otomatik olarak baraj sorunumuz ortadan kalkmış olacak. Orada bütün mevzûyu şunun üstüne kuracağız: Alabileceğimiz en fazla oyu alabilmek ve en güçlü şekilde Meclis’te olabilmek. Tabii gönlümüzden geçen: Grup kurabilmek. Bu, imkân dâhilinde, ama çok da zor bir şey olduğunu düşünüyoruz. Sonuçta Türkiye İşçi Partisi’nin gelecek dönemde de Meclis’te temsiliyetini çok önemli buluyoruz. Hele iktidar değişimi olursa, sonrasında yaşanacaklarla… Türkiye’nin yeniden kurulacağı iddia ediliyor ya. Biz orada bir restorasyona değil, yıkıp yeniden yapmak üzere, gerçekten yurttaş odaklı, demokrasi ve hukuk normlarına bağlı bir devlet anlayışının gelişmesi için, orada pozisyon üstlenmeye çalışıyoruz. Sâdece Türkiye İşçi Partisi olarak değil, Üçüncü İttifak’ın bileşenleri olarak seçime girip, olabildiğince fazla sayıda milletvekili sokabilirse, gerçekten çok önemli pozisyon üstlenecekler. 

Erkan Baş bir anısını anlattı bize: “Zamanında Belçika’ya gitmiştim. Belçika Komünist Partisi’nden birisiyle konuşuyoruz. Adam bize 10 yıllık tahayyülünü anlattı ve o süre içinde binde bilmem kaçlık oya ulaşacağını söyledi. Biz de güldük. Hani biz de çok büyük bir parti değiliz, ama insanın bunu hedefine koyması tuhaf geldi. Adam bize müstehzi bakarak, ‘Siz bunu ciddîye almadınız, ama ben o sürede o oyu alırsam Meclis’e gireceğim’ dedi.” Ve gerçekten dediği sürede de Meclis’e girmiş. Adam şöyle bir açıklama yapmış: “Hani gece karanlıkta uyumaya çalışırsınız, bir sivrisinek gelir ve kulağınızın çevresinde dolanır. Ben Meclis’teki o sivrisinek olacağım” demiş. Tam da Üçüncü İttifak’ın bütün bileşenlerine biraz o pozisyonu biçmek, olabildiğince güçlü girdiğinde de, Türkiye’nin demokratikleşmesinde, hukuk normlarının egemen olmasında, usûlsüz tutuklulukların sona ermesinde, Türkiye’nin barışa doğru ilerlemesinde ciddî bir “pazarlık gücü” olacak. Kadın cinâyetlerini durdurmaktan, hayvan haklarının ihlâlini engellemeye, doğa talanını engellemeye kadar bir yığın şey var. Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olacak bir pozisyon yaratmak gerekiyor. Tabii burada herkes, iktidar değişimi olursa, sanki Saray rejimi yerle yeksan olmuş gibi bir denklem kuruyor. Seçimden doğrudan bu sonucun çıkacağını düşünmüyorum. Yani bir güçlü blok olacaklar, ama orada Saray rejimi ilk 6 aya bakacaktır. Dağılmayı engellerse –ki ben engelleyemeyeceğini düşünüyorum–, Türkiye’yi yeniden birtakım krizler ülkesi hâline getirmek isteyeceklerini; mevcut, kendi yarattıkları krizden, yeni gelecek iktidârı sorumlu gösterecek gibi bir siyâsî pozisyon üstlenmeye çalışacaklarını düşünüyorum. Ama herhalde akılcı hareket ederler. İktidar değişimi olursa yapılacak ilk iş, Adalet Bakanı’nı, İçişleri Bakanı’nı, MİT Müsteşarı’nı değiştirmek ve oradaki bu iktidarın, 20 yıla yayılmış oradaki bütün pisliğini şeffaf biçimde halka göstermek gerekiyor. Bunu yaptığınızda, zâten kimse önünde duramayacaktır. 

Ruşen Çakır: Sizin birlikte hareket edeceğiniz ittifakın lokomotifi HDP. Sen de zâten ilk olarak HDP’den girmiştin. HDP’yi de çok yakından bildiğini biliyorum. Yeni kongre yaptılar, çok büyük değişiklikler olmadı. Kongreden hemen sonra Selahattin Demirtaş bir yazı yazdı. Ben o sırada Diyarbakır’daydım. İnsanlar kongreden çok, Demirtaş’ın yazısını konuştular. Bence yazıda HDP’ye yönelik çok sert eleştiriler vardı. Katılır mısın?

Ahmet Şık: Ben doğrudan HDP’yi hedefe alan bir eleştiri mekanizması olarak görmedim o yazıyı. Kendini de katarak, aslında Türkiye solunun tamâmını katarak bir özeleştiri mekanizması kurulması gerektiğini târif ediyor. Ben oradan, doğrudan HDP’ye yönelik değil de, Türkiye’de siyâsetin içerisinde olan tüm öznelere, yapılara, şeffaf bir yüzleşme talebinde bulunduğunu anlıyorum. “Biz o şeffaf yüzleşmeyi yaparsak, hatâlarımızla yüzleşirsek, nasıl bir yol alacağımıza cesâretle karar verirsek, Türkiye’yi dönüştürmek mümkün. Barışı da inşâ ederiz, demokrasi ve hukuk normlarını da yerleşik hâle getiririz” diyor. Selahattin Demirtaş’ın HDP’nin eski genel başkanı olması ve hâlâ doğal lideri kabul edilmesinden dolayı, yazdığı her şeye HDP’ye yönelik bir söz olarak kulak veriyor insanlar. Ya da o gözle okuyorlar. Öyle bakılması doğal bir sonuç. Ama ben doğrudan HDP eleştirisi olarak görmedim. Tabii ki HDP de kusursuz değil. AKP de değil, TİP de değil, CHP de değil. Siyâset denklemi içerisinde herkesin hatâları vardır. Demirtaş hatâlarla yüzleşmeyi talep eden bir şey söylüyor. 

Bir de tabii şöyle bir şey var: Biz mevcut Kürt sorunundan kaynaklı çatışma ortamını bir savaş olarak nitelendiriyoruz, ama o savaşın şiddet üreten iki tarafı var — tabii ki oradaki güç asimetrisini de gözeterek söylüyorum bunu. Sonuçta, şiddet üreten iki tarafa da mesâfelenip, iki tarafın ürettiği şiddete de “Hayır” diyecek bir pozisyon yaratmaktan bahsediyor kanımca. Ve bu doğru bir pozisyon.

Ruşen Çakır: Ama bu önemli bir şey HDP açısından. 

Ahmet Şık: Ama HDP bunu söylüyor zâten. Türkiye siyâsetinde barış talebini en çok dillendiren parti ve siyâsî yapı HDP. Çünkü ölenlerin etnik kimliğine baktığımızda, yani etnisite üzerinden değerlendirme yaparsak, sürekli Kürtler’in öldürülmesi niye bu ülkenin umurunda değil? Türkiye’nin demokratikleşmesi neden hep Kürdün kanı canı üzerinden tartıştığımız bir şey oluyor? Bence burada insanların kendine dönüp bir soru sorması lâzım. Benim Gezi isyânıyla ilgili tek hayal kırıklığım odur. O dönem, “Sonuçta Türkler Kürt olmayı öğrendi” diye yorumlamıştım. “Karşı karşıya kaldığı devlet şiddetiyle, medyanın ikiyüzlülüğüne tanık olmakla, nihâyet Kürt olmayı öğrendiler ve biz aşama kaydedeceğiz” dedim. Öğrenenler şu an sessiz kalmayı tercih ediyor. Ya da eski pozisyonlarını almakta hiç gecikmediler. 

Daha şurada birkaç hafta önce Diyarbakır’da bir operasyon yapıldı: 15 gazeteci aynı anda tutuklandı. Gittim, rapor hazırladım. Savcılık evrakları üzerinden dosyalarına baktım: Tamâmen meslekî faaliyetler. 15 gazeteci aynı anda tutuklanmış, kimseden tık çıkmıyor. Medyascope’tan ya da herhangi bir kurumdan aynı anda 15 kişi tutuklansa bir yaygara kopar mıydı, kopmaz mıydı? Ya da Diyarbakır’daki meslektaşlarımıza dâir kopan yaygarayla aradaki uçurumu ölçebiliriz, değil mi? Kürt gazeteci dememize insanlar kızıyor. Ama Kürt oldukları için, muhâlif oldukları için ve gazeteci oldukları için hedef alındılar. İçlerinden 3-4 kişiyi tanıyorum. Çoğu 20 yıldır bu mesleğin içinde. Gazetecilik şevklerine, tutkularına tanık olduğum insanlar. Zâten dosyada hiçbir şey yok. Gerçekten yok. Geçmişi 8-9 yıl önceye dayanan, tamâmen soyut, saçma sapan îtirafçı ifâdeleri. Ve bununla insanları tutukluyorlar. Memlekette çıt çıkmıyor. Bu insanlar 3-4 haftadır içerideler. Ya da Can Atalay, Tayfun, Mücella, Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Mine Özerden… Hepsi içeride. Ama ses çıkmıyor. Bunu söylediğimizde insanlar kızıyor bize; ama twitter’da “bilmem kim yalnız değildir” hashtag’i açmakla yapılacak bir mücâdele değil. Selahattin Demirtaş yazısında onu öneriyor aslında. Senin doğrudan HDP’yi hedef aldığını düşündüğün ya da oraya yönelik daha ağır bulduğun eleştirileri anlatırken, öncesinde de şunu söylüyor: “Siyâsetin içindeki diğer öznelere sen de cesâretli bir duruş göster. Bu ülkenin dönüşümünü talep ediyorsan, iktidar değişiminin gerçekten bir dönüşüm yaratacağını iddia ediyorsan, o zaman temel sorunlara dâir cesâretli bir duruş sergileyip, doğru sözü kur” demek istiyor. Ama maalesef kimse bundan feyz almıyor. 

Ruşen Çakır: Şimdi tehlikeli alana geleyim, beklediğin soruyu sorayım: Kılıçdaroğlu aday olacak mı? 

Ahmet Şık: Ben hâlâ emin değilim. Geçen sefer yaptığımız o yayında söylemediğim, hattâ niyet bile etmediğim bir yerden niyet okuması yaparak ve çarpıtarak bir saldırı dalgası başladı. Eyvallah, hatâlı da ifâde etmiş olabilirim. Ama programı hatırlarsan, biz ne konuştuk? Kemal Bey’in SADAT’ın önüne gitmesini ve SADAT’ı konuştuk. Paramiliter grupları, Suriye’deki Selefîler’in Türkiye’deki örgütlü gücünü konuştuk. Ümit Özdağ’ın giderek yaygınlaşan, taban bulan, genişleyen yabancı düşmanlığını, en önemli fay hattının orası olduğunu konuştuk. İktidârın mezhepçilik yapabileceğini ve bunu da birtakım provokasyonlara dayandırarak yapabileceğinden bahsettik. Puzzle’ın parçalarını birleştirdiğimizde, benim söylemeye çalıştığım ve örtülü olarak anlatmaya çalıştığım şey çok açık: Kemal Bey neden SADAT’ın önüne gidip açıklama yaptıysa, ben aynı kaygıyla ona işâret ettim. Yoksa Kemal Bey’in mezhebi, insanların dini, dili, milliyeti, cinsel yönelimi hiç kimseyi ilgilendirmez. Hele bu bizi hiç ilgilendirmez. 

Ruşen Çakır: Bu konuyu çok konuştuk, başkalarıyla da tartıştım, kendi yayınlarımda da söz ettim. Ben açıkçası bu konuya şöyle bakıyorum: Bu tür meseleler herkes için tehlikeli. Bir tür silâh. Silâhı kullanmayı bilmiyorsan –ya da arabayı– kazâ yapabilirsin. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevî olması iktidâra çok câzip gelebilir. İktidar şöyle bir aritmetikle, “ülkede şu şu kadar, bu bu kadar, ben bunu kullanırsam, onu engellerim” hesâbını yapar.

Ahmet Şık: Kullanıyor da. Meselâ 2011 seçimlerine dâir bir tecrübemiz var. Erdoğan gittiği 6 şehirde Kemal Bey’in mezhebi üzerinden Alevîliği yuhalattı ve o şehirlerin her birinde minimum 8 puan oy artışı sağladı. Erdoğan toplum sosyolojisini, bu ülkenin sosyolojik gerçeğini biliyor. 

Ruşen Çakır: Açıkçası ben artık o kadar emin değilim. Alevîlik meselesini çok bâriz bir şekilde kullanması hâlinde, bundan otomatikman yarar elde edeceğine emin değilim. Belki biraz temennimle karışıyor olabilir; ama şu hâliyle bakıldığı zaman, Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylık ihtimâli sanki daha öndeymiş gibi gözüküyor. 

Ahmet Şık: Önce bir parantez açmam lâzım: Ben orada Kemal Bey’in Alevî olmasını öne sürerek, Alevilîği yuhalatacak anlamında söylemedim. Çok tehlikeli bir fay hattı olduğunu ve AKP’nin her türlü kötülüğü yapabileceğini de söylemiştim o programda. Endîşem bu. Kemal Bey’i SADAT’ın önüne götüren bilgiyi biz de biliyoruz. Bizim de kulağımıza söylenenler var. Birtakım insanlarla konuşuyoruz. Aynı bilgi midir bilmiyorum, ama beni fazlasıyla endîşelendiren şeyler. Ve bunlar bunu yapabilecek bir çete. Yaparlar bunu. Benim söylemeye çalıştığım, ondan ibâret. Çok açık söyleyeyim, adı geçenlerin içinde en az sağcı olan Kemal Bey’dir ve o açıdan baktığınızda doğru adaydır. Ama ben işi şansa bırakmamamız gerektiğini düşünüyorum. Kemal Bey’in adaylığı konusunda, ittifak içerisindeki partilerde, bir toplumsal uzlaşı varmış gibi görünüyor. Anket sonuçları da bize bir şey söylüyor. Ben orada Kemal Bey’in toplumsal rızâyı ürettiğini, ama devlet rızâsını henüz üretemediğini düşünüyorum. Çünkü benim tanıdığım, bildiğim, senin de gayet iyi bildiğin devlet, Alevî, Dersimli, Kürt ya da Zaza bir kimliği üzerinde taşıyan birine, “1000 yıllık” diye anılan devleti teslim etmek istemezler. Zâten bu söylenirse Kemal Bey’e, Kemal Bey aday olmayacaktır. Çünkü “Aday olma” derler. Ama bir yandan da, bu kimlikleri taşıyan birinin toplumsal rızâyı alarak ve toplumsal mutâbakatla cumhurbaşkanı olması, en sorunlu üç alanın çözümüne dâir Kemal Bey’in eline çözüm ehliyeti vermektir. Umarım cesâretli davranır ve o sorunları çözer, Türkiye’nin dönüşümüne dâir de bir yol açar. 

Bunu Kemal Bey’in şahsına söylemiyorum: Eğer iktidar değişecekse, müstakbel cumhurbaşkanı ya da gelecek iktidar profili, sistemle uzlaşırsa, toplumsal olan sorunlarla bir çelişki yaşayacak. Burada tercih edeceği şey, sistemi değiştirmek üzerine olmalı ve toplumsal olan sorunları çözmeye yönelik hamle etmesi gerekir. Bir yerle uzlaştığınızda öbür tarafla çelişeceksiniz. Bu da sizin iktidârınızı uzun ömürlü kılmaz. 

Ruşen Çakır: Sistem deyince insanların aklına “Başkanlık Sistemi” gibi bir şey geliyor. Bahsettiğimiz o değil. “Müesses nizam”.

Ahmet Şık: Evet, doğru.

Ruşen Çakır: Diyarbakır’da bir özel sohbette bana birisi, “Erdoğan’dan bağımsız, ayrı bir devlet var mı?” diye sordu. Çok zor bir soru bence. Ben de sana sorayım. 

Ahmet Şık: Bence yok. Ben, artık yüzeyiyle, deriniyle, tek bir devlet olduğunu düşünüyorum. Kişisel olarak farklı menfaatler var, ama o müesses nizâmın devâmında bir ortak payda olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Ama Erdoğan’sız da devam edebilecek bir nizam. 

Ahmet Şık: Bilmiyorum. Bundan emin misin?

Ruşen Çakır: Altılı Masa’ya baktığın zaman… Bunu dünkü “Adını Koyalım”da bir kere daha tartıştık. Dönüp dolaşıp aynı şeye geliyor: “Heyecan yaratıyor mu yaratmıyor mu?” HDP ile mesâfe konusu başlı başına ayrı bir mesele. Ama onun dışında da bir yığın alan var ortada. Bana şöyle geliyor açıkçası: Ayda bir toplanıp, Türkiye’nin 1 aylık gündemi hakkında kısa kısa görüşler beyan ediyorlar. Tabii ki onun dışında başka şeyler de konuşuyorlardır, ama bizimle paylaştıkları bunlar. 

Ahmet Şık: Vallahi Güldür Güldür Show’daki temsil daha çok heyecan yaratıyor, açık söyleyeyim. Baştan beri hep aynı şeyi söylüyoruz. Daha önceki yayınlarda da konuştuk bunu. Türkiye’de önümüzdeki iki seçim, Parlamento seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden baktığımızda, sâdece aday üzerinden bakılması doğru değil. Adayın temsil edeceği bir sistemi inşâ edip, onu göstermek çok daha kıymetli. O sistemi anlatırken de, sorunlu alanların konu başlığına ve içeriğine herkes vâkıf. Nasıl, kimlerle, ne yöntemle çözeceğinizi anlattığınız bir sistemde, o sistemi temsil eden aday kim olursa olsun, Erdoğan’ı yerle yeksan eder. Orada mesele mutâbakatı yaratmak. 

Altılı masanın handikabı şu: Bu tür ittifak denklemlerinde, benzemezleri bir araya koyduğunuzda, ittifakın önünde bir büyüme engeli. Altılı Masa için konuşursak, orada benzemeyen yapı CHP. CHP’yi altılı ittifaktan çıkardığımızda, kalan bileşenlerin daha fazla büyüme potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepsi “elma” ya da hepsi “armut”. Seçmen oraya doğru bir yönelimde bulunabilir. Dolayısıyla, Kemal Bey’in ve partisinin duracağı yer orası değil aslında. Başka bir yer? Onu da bildiğimiz, haklı ya da haksız birtakım nedenlerle reddediyor. Böyle bir denklem kurdular. Ama şu çok net, biz slogan olsun diye söylemiyoruz: Evet, ortak cumhurbaşkanı adaylığında, umarım kimsenin canını yakacak bir tercihte bulunmayacaklar ve tüm Türkiye olarak biz o kişiye oy vereceğiz. Cumhurbaşkanının değişimini sağlayacağız. Ama seçimde Parlamento dağılımını belirleyecek en önemli şey Üçüncü İttifak’ın pozisyonu. Millet İttifakı’na kimse oy vermez. Bu ülkenin geleceğini düşünen, çocuklarının bu ülkede yaşamasını isteyen, demokrasi, hukuk normlarının egemen olmasını isteyen, yolsuzluk, yağma ve talanın bitmesini isteyen hiç kimse oraya oy veremez. Çünkü sistemin sigortası Altılı Masa’dır. Yurttaşın sigortası Üçüncü İttifak’tır. Bu çok net. Ve evet, Üçüncü İttifak’la da Türkiye İşçi Partisi’ne oy istiyorum. Çünkü Türkiye İşçi Partisi’nin radikal bir cumhuriyet programı var. Ana eksenini laiklik üzerine kuran… Çünkü laiklik bu ülkede inancın ve inançsızlığın, her şeyin garantisi. Yağmaya, talana, düzenbazlığa, insan kayırmacılığa, her şeye karşı çıkan ve pozisyonunu yurttaştan yana koyan yeni bir siyâset anlayışı üretmeye çalışıyor. Yeni bir parti. Başka geleneklerden gelmiş insanlar var. Ama sonuçta ortak paydası yurttaş menfaati ve devlet çıkarı. Biz buradan bakıyoruz. Ama “devlet çıkarı” derken, mevcut devletten bahsetmiyorum. Yurttaş menfaatini gözeten ve hukukun egemen olduğu bir devlet rejiminden bahsediyorum. Öyle bir devlet kurmak istiyoruz. İnsanların teveccühü var. Genç arkadaşlarımız heyecanlanıyor. Heyecanları kadar bir karşılık yaratıyor muyuz onu bilmiyorum, ama sonuçta bu iş, Türkiye İşçi Partisi’nin olduğu bir denklemle olacak. HDP’nin ve diğer bileşenlerin de yer aldığı bir denklemle kurulacak. Yeni Türkiye’de bir dönüşüm yaratacak bir mekanizma istiyorsak, bunun adresi Üçüncü İttifak. Altılı Masa ile olmaz bu. 

Ruşen Çakır: Altılı Masa’da altı parti var ama, aslında istim üzerinde olan iki parti var. Meselâ CHP, oyunu az da olsa artırıyor, geçmişine kıyasla daha dinamik bir lideri var; yine bugün bir 28 Şubat mağdurunu ziyâret etti ve helâlleşti. Bir tarafta, oylarını artırdığı bâriz olan bir İYİ Parti var. Ama onun dışında diğer 4 parti, özellikle yeni kurulan Gelecek ve DEVA partileri belli bir şeyin ötesine geçemedi. 

Ahmet Şık: İlginç olan da zâten o. Dediğin gibi iki ana parti var: CHP ve İYİ Parti. Anketlere bakarsak oy toplamları yüzde 35-40’ın üzerinde. Bir de bindelik partiler var. Herkes eşit söz hakkına ve temsiliyete mi sâhip acaba? Ya da bu, orada huzursuzluk yaratıyor mu? Bilemiyoruz. Ama gelecek bir tek oya muhtaç olunan bir seçim. Meselâ Erdoğan’ın, Mehmet Özhaseki’nin seçime dâir söyledikleri… “Bir ölüm kalım seçimi” diye nitelendiriyor. Çok doğru. Bizim için olduğu kadar, iktidar için daha ağır bir ölüm kalım seçimi bu. Herkesin geleceğini belirleyecek. Ama ben yurttaşların gerçekten aklını, kalbini, vicdânını dinleyeceğini düşünüyorum. Türkiye’yi bu korkunç iktidardan kurtaracaklar. Öyle bir tercih yapmak zorunda yurttaş. Çünkü böyle bir rejimin bir kere daha iktidarda olması, Türkiye Anayasası’nın çok açık biçimde faşizm olarak târif edilmesine yol açacak bir süreçtir; herkesin soyulmaya devam edeceği bir süreçtir. 

Dün bir arkadaşla konuşuyoruz, diyor ki: “Hesap yaptım, asgarî ücret 4250 TL iken 1100 simit alabiliyoruz. Asgarî ücreti 5500 TL’ye çıkardılar 1000 simit alabiliyoruz” dedi. Bakın bu bir soygun düzenidir. “Beşli Çete” diye târif edilen birtakım sermâye gruplarının 100 milyonlarca liralık vergi borcunu sileceksiniz, sonra yurttaşın başına ekşiyeceksiniz. Isparta’da elektrik kesildiğinde, ısınamadığı için ölecek insanlar. Ya da saç kurutma makinesini açıp çocuğunu ısıttıktan sonra evinden çıkıp intihar eden anneye, çocuğuna okul pantolonu alamadığı için intihar eden babaya tanık olacağız. Ya da birisi hastâneyi basacak, doktoru katledecek, öteki avukatın bürosunu basıp avukatı katledecek. Bunların hepsi politik. 

Dünkü hekim cinâyetinden sonra iktidar, sürekli, “Bu sistematik bir şey değil. Üzüntünüzü belli edin” diyor. Öyle değil. Çok politik bir şey var orada. Hastâneden randevu alamıyorsunuz. Randevu alırsanız, tedâvi olacak hekim bulamıyorsunuz. Ya da, 20 dakika muayene olmanız gerekirken, bu süreyi 3 dakikaya indiren bir sistem var. Ya da paranız yok, tedâvi olamıyorsunuz. Veya “Hasta Garantili Sağlık Kuruluşu” diye bir şey yaratıyorlar. Bunlar politik değil mi? Bunu yaratan sistemle mücâdele etmediğiniz müddetçe, hekimler şiddete mâruz kalmaya devam edecek. Bu sistemi yaratan iktidârı değiştirmezsek, biz hekimlere yönelik ya da başka şekilde şiddetin bu kadar sıradanlaşmasını engellemekte bu kadar geç kalırız. Ya da başarısız oluruz. Çünkü şiddeti meşrûlaştıran bir iktidar bu. İçişleri Bakanı’nın söylemlerine bakın. Bizâtihi Cumhurbaşkanı’nın söylemlerine bakın. “Küçük ortak” diye anılan Devlet Bahçeli’nin söylemlerine bakın. MHP’liler pusu atıp gazeteci dövüyorlar, genel başkan yardımcısı “Yakışıklı olmuşsun” diye tweet atıyor. İnanılmaz eril küfürleri sosyal medya hesabından yazabilen bir iktidar bu. 

Geçenlerde DBP milletvekili Salihe Aydın’ın başına “Gemlik Yürüyüşü” sırasında bir şey geldi. Aslında oradaki olay o kadar çarpıtıldı ki. İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı videolara bile baktığınızda, Salihe’nin o polis memuruna neden tepki gösterdiğini anlıyorsunuz. Bir bakın tekrar. Salihe 3 kişi tarafından yerden kaldırılıyor. Çünkü kendisini iten, darp eden, yere düşürmüş bir polis var orada. Onun öfkesiyle gidiyor tokat atıyor. Tokat atmayı meşrûlaştırmak için söylemiyorum. Buna inanılmaz yaygara kopardılar. Ya da bizim Boğaz Köprüsü üzerinde yaptığımız eylem sonrasında, orada bir âmirin ortalığı germesinden yola çıkarak bir tartışma yaşandı. “Polisin haysiyetidir, şudur budur” diye inanılmaz bir yaygara koparıldı. Daha bundan 1 hafta önce, Zeytinburnu Polis Merkezi’nde 8 polis ve 2 bekçiyi dizip, gözaltına aldıkları kişi AKP Gençlik Kolları yöneticisi olduğu için özür dilettiler. Âmirlerini sürdüler bir kararnâmeyle. Burada polisin haysiyetinden neden bahsetmiyoruz? İçişleri Bakanı’nın söylemiyle insanları hedef hâline getiren bir şeyler söylüyorsunuz. Ya da MHP’li Olcay Kılavuz’un koruma polisini tokatladığını niye konuşmayalım? AKP’li bir milletvekilinin, Mersin’de yol kontrolünde polise “şerefsiz” demesini konuşmayalım mı? Mevzû sâdece HDP’den ya da soldan siyâset yapanın hedef gösterilmesi mi? Bu çok ajitatif bir söylem ve doğru değil. Hakkaniyetli değil. Eğer bir suç kâtipliği yapacaksak, açık ara lider iktidardır zâten.

Ruşen Çakır: Ahmet, sen her ne kadar siyâsetçi olduysan da, meslekle ilgili, gazetecilik üzerine bir iki cümle söyleyelim. Geçen gün aklıma şöyle bir şey geldi. Bir şeye dayanarak söylemiyorum. Seçim yaklaştıkça, iktidar yanlısı medyadan birtakım insanlarda, küçük çaplı itaatsizlik, direniş, istifâ gibi şeylerin başlayacağı yolunda bir hissiyatım var. “Bu suça ortak olmayacağız” meselesi var ya. Sen böyle bir şey bekliyor musun? Yoksa sonuna kadar gidecekler mi?

Ahmet Şık: Bugüne kadar gösterdikleri performansla, zâten o suçun çok açık ortağı onlar. Bir medya kurumunda alışıyor olabilirler. Gerçi onların ne kadar medya kurumu olduğu da tartışmalı. O kişilerin gazeteciliği de tartışmalı. Ben, pozisyon almakta zorlanacaklarını düşünüyorum. Fethullahçılar’la başlayan savaşta nasıl çok bocaladılar? Hani bir karı koca var, yıllardır bu işten nemâlanan… Önce bir bocaladılar, ara bulmaya çalıştılar. Şimdi öyle bir pozisyon yok. Çok net bir muhâlefet kanadı var, bir de iktidârını devam ettirmek isteyen bir suç örgütü var. Eğer iktidârın yitirileceğini görürlerse, pozisyon değiştirmekte zorlanmazlar. Zâten onun işâretini veriyorlar. Ama burada temel mesele şu: Müstakbel iktidar mahfilleri o insanlara “makbul gazeteci” muamelesi yapacak mı yapmayacak mı? Ekrem İmamoğlu benzer bir şey yaptı, ortaya çıkan tepkiyi hepimiz gördük. Orada mevzû, Nagehan Alçı’nın gazetecilik yapıp yapmaması ya da iktidar yanlısı olup olmaması değil. Mesleğinde, bir suç örgütünün suçlarını meşrûlaştıracak bir pozisyon yarattığı için insanlar öfkeliydi. Çok hatâlı açıklamalar yaptılar. Ama bu mevzûnun birkaç yüz kişinin meselesi olmadığını hepimiz gördük. 

Tam da buradan mevzûyu şuna getirmek lâzım: “Helâlleşme-hesaplaşma” meselesinde doğru tavır, fâillerin kim olduğunu bulup onlarla hesaplaşmak, mağdurlardan da, hukuk saikiyle yapılacak hesaplaşma için helâlleşme istemektir. Haddimi aşmıyorsam, Üçüncü İttifak’ın bileşenleri adına da bunu söyleyebilirim; ama Türkiye İşçi Partisi özelinde söyleyeyim: Biz, suça bulaşmış her kim varsa, hesaplaşma yanlısıyız. Türkiye İşçi Partisi’ne verilecek her oy, bir “Vahdettin Sendromu” yaşayan mevcut Cumhurbaşkanı’nın geleceğine dâir hesaplaşma gayesini ortaya koyup koymamaktır. Ve onun altında biriken, suçlu olan herkesten bahsediyorum. Zâten birtakım imtiyazlardan vazgeçen ya da imtiyazlı olma hâlinin dışına taşıp endîşeli olanlar var. Altılı Masa’nın içinde de var, dışında olanlar da var. Yani, sen suç ilişkilerinin içerisinde bir imtiyaz elde etmişsen, evet, seninle hesaplaşacağım. Helâlleşecek bir şeyim yok, çünkü suç işlemişsin. Ama suçun doğru olup olmadığı, hangi cezâî müeyyideye mâruz kalacağının belirleyicisi ben olamam. Ben sâdece, doğru olanın bir hesaplaşma arzusu olması gerektiğini ve bunun üzerine bir siyâset denklemi kurulması gerektiğini söylüyorum. Üçüncü İttifak da, özel olarak Türkiye İşçi Partisi de, hesaplaşmanın aracı olacak bir partidir ve yurttaş adına bunu dillendirecek bir partidir. Ve evet, o medyada yer tutmuş insanlarla da hesaplaşılması gerekiyor. 

Şimdi isim vermeyeyim, ama X kadını, Y erkeği tutuklansa, “Gazetecilikten tutuklanmadılar” diye çok rahat yazabiliriz onlar için. Çünkü orada bir meslekî faaliyet yok. Tıpkı yargının pozisyonu gibi. Meselâ Sedat Peker onlarca iddia anlattı. Yenileri geldi. Soruşturma açacak bir tâne haysiyetli savcı yok mu bu ülkede? Themis heykelinin elindeki terâzinin bir gözünde haysiyet var, diğerinde menfaat var. Hep mi menfaat ağır basar? Başına geleceği göze alıp o soruşturmayı açmak zorundasın. Türkiye’nin herhangi bir yerindeki herhangi bir savcı, bu soruşturmayı açacak güce sâhip. 

Ruşen Çakır: Seçim yaklaştığı zaman belki onlar da başlar. 

Ahmet Şık: Mevzûat buna izin veriyor, ama açmıyorlar. Yargı nasıl ki iktidârın suçlarını örtbas etmeye çalışıyorsa, medyadaki uzantıları da iktidârın suçlarının kamusal meşrûiyetini yaratan bir pozisyon üstleniyor. Dolayısıyla orada bir gazetecilik faaliyeti yok. Tıpkı Fethullahçılar’ın yargısının olduğu gibi, iktidârın da diz çökmüş hâkim ve savcıları var. Öyle çok da gözünde büyütmesin insanlar. Fethullahçı oldukları iddiasıyla tasfiye edildikten sonra çok fazla insan geldi, ama açık açık söylüyorum, Türkiye’de özellikle siyâsî dâvâlarda görev almış hâkim, savcılarla ilgili örgüt üyeliğinden karar verebilirsiniz. Buna “FETÖ” koduyla açılan dâvâlar da dâhildir ve toplasanız 300 hâkim ve savcıdır bunlar. Böylece Türkiye’de yargı sorununu halledersiniz. Diğerlerine de, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden doğan yükümlülüklere uyacağını ve rücû yasasını işleterek oradan doğacak tazmînatların da bizâtihi kendilerine ödetileceğini söylerseniz, hepsi oturup sözleşme çalışır, anayasa çalışır, Anayasa Mahkemesi’nden feyz almaya çalışır.  Dolayısıyla yargı, Türkiye’deki omurgası en zayıf gruptur bürokraside. İktidar değişimine bakarak ânında pozisyon değiştirir. Bugün en fanatik görünen X savcısı, yarın Erdoğan’ın ya da Bahçeli’nin iddianamesini yazmak için sıraya girecektir. O açıdan benim endîşem yok. Ama birkaç yüz militanın, kesinlikle anayasal düzeni değiştiren bir örgütün üyesi olmaktan yargılanması ve cezâ alması gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Evet Ahmet, çok teşekkürler. 

Ahmet Şık: Ben teşekkür ederim. Umarım kâbus gibi bir infial olmaz yine. 

Ruşen Çakır: Bilemiyorum, bakacağız. Yaparken belli olmuyor, ama kokusu sonradan çıkıyor. Evet, bugün Ahmet Şık’la “Seçime kim nasıl gidiyor, kim ne yapıyor, ne yapabilir?” meselelerini konuştuk. Kendisine çok teşekkür ederiz. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.